Sırat-ı Müstakimin En Güzel Tarifi
Dünyevi olana gözleri kapatmadan ahiret gözlerini açamayız. Sahte insan kimliğinden kurtulmadan hakiki insan kimliğine sahip olamayız. Kalpteki şirkleri kırmadan nurun güzelliklerini göremeyiz. Tedavi edilmeden sıhhat bulamayız. Benlik erimeden mahviyet sırrına kavuşamayız. Dünyayı boşamadan kulluk makamına erişemeyiz. Nefsimizden zulmü kaldırmadan adalete kavuşamayız. Tüm bu “ulaşılamaz”lara insanı ulaştıracak olan ise sırat-ı müstakîm üzere olmaktır.
Hz. Mevlânâ insanoğlu için mükemmel bir velâyet örneğidir. Aşkın, insan varlığının ilhâmı olduğunu ve insanı kendiliğinden, yaratılış sebebi olan Peygamber (sav) Efendimiz’e kuvvetli ve kesin bir şekilde cezbettiğini göstermiştir; “Ben peygamberin yolunun tozuyum” diyerek aşk ve takibin hayatındaki en önemli düsturlardan olduğunu ispat etmiştir. O’nun yolunun tozu olmak, Allah’ın yolu sırat-ı müstakîmin en muhteşem tarifidir. Çünkü bu, İslâm’ın ana mesajıdır.
O’nun yolu izlendiği zaman, “Namaz gözümün nurudur” diyen O zâttan ibadet etme zevkini tevarüs etmiş oluruz. O’nun yolu izlendiği zaman, “Affet, onlar bilmiyorlar” diyerek, sonsuz bir şefkat ve sınırsız bir tevazuunun en güzel örneğini sergileyen O zattan bu en değerli iç hazineleri tevarüs etmiş oluruz.
O’nun yolu izlendiği zaman, bütün insan iyiliğinin madeni, fakirlerin sığınağı, zayıfların dostu ve Allah’ın sevgilisi olan O benzersiz güzele ve insanda mündemiç olan bütün ihsan ve iyilik şuurunun yegâne merkezi ve membaı olan kalbine râm oluruz.
İnsanın eşref-i mahlûkat üzere yaratıldığını fark edebilmesi için sırat-ı müstakim üzere olması gerekir. Ancak o zaman nefis kendini bilme şuuruna erişebilir. Ancak o zaman meleklerden üstün olabilme potansiyeline sahip olduğunu, bununla beraber hayvanlardan daha da aşağı olabileceğini idrak edebilir. Ancak o zaman bütünün bir parçası olduğunu fark edebilir. Ancak o zaman ilimlerin en büyüğü olan “bilmediğini bilme” şuuruna erişebilir. Ancak o zaman Rahmanî işaretlerle şeytanî vesveseleri ayırt edebilir. Ancak o zaman manevi hastalıklarını tespit edebilme şuuruna erişebilir. Ancak o zaman kalpteki putları fark edip kırabilir. Ancak o zaman Allah Teâlâ’nın insanoğluna verdiği imtihanların, sorunların, sorumlulukların bizi kendisine yaklaştıracak vesile olduğunu bilebilir. Ancak o zaman kaybımızın kazancımız, derdimizin dermanımız, fakirliğimizin zenginliğimiz, düşüşümüzün yükselmemiz, yokluğumuzun dirilişimiz olduğunu idrak edebilir. İnsan ancak sırat-ı müstakim üzere olduğunda ubudiyet makamının, kelime-i şehadetteki “abduhu ve rasuluhu” lafzının ne olduğunu bilme şuuruna erişebilir. Onu yolundan saptıracak engelleri, tuzakları, tehditleri, tehlikeleri, düşmanları tanıyabilme şuuruna ancak o zaman erişebilir. Kendi kusurlarını yetersizliğini, zayıflığını, zalimliğini, günahlarını, beceriksizliğini görebilme şuuruna ancak o zaman erişebilir.
Bir insanın sırat-ı müstakîme dâhil olabilmesi için bir yol üstadına, bir gönül erinin teftiş ve nezaretine muhtaç olduğu gerçeğini Hz. Mevlana eserlerinde sıkça vurgular:
“Piri bul ki bu yolculuk, Pirsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle doludur. Kendine gel! Hiç görmediğin o yolda yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme! Pir, yaz mevsimidir; halk ise güz ayı. Halk, geceye benzer, pir aya.”
“Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de!”
Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri bir mürşide tâbi olmanın gerekliliğini şöyle ifade buyuruyor:
“Sırat-ı müstakîm bir kıldan ince, kılıçtan keskindir. Allah’ın özel muhafazası altında olanlar hariç kimse ona temessük edemez. (Böyle insanların) nurlarına ve esrarına varmak istiyorsan, onların ayak izinden git.”
Yoldaki en ufak bir ilerleme için bir bedel ödememiz gerektiğini fark etmeliyiz. Bu da bu bedeli nasıl ödememiz gerektiğini öğrenmemiz icap ettiğini gösteriyor. İşte Allah âşıklarına ve velilere bu yüzden muhtacız. Velîler, Allah’a giden gizli yolu bilirler ve insanları yola girmek için teşvik ederler. Velîler, hakikat yolunda nasıl yürüneceğini, peygamber ve velilerin ayak izlerinin nasıl takip edileceğini, yoldaki işaretlerin nasıl okunup anlaşılacağını, hakikat yolunda nasıl cihat edileceğini, rahmet sarayının nasıl bulunacağını, kapının nasıl aralanacağını ve ona nasıl daha çok pencere açılacağını gösterirler.
Bu yolda cüzi iradeyi terk etmeden ilerlenmez. Kalbin hasret ve niyaz ateşi yanmadan mesafe alınmaz. İlâhî emaneti taşımadan ilerlenmez. Bu yolda cihad etmeden ilerlenmez. Allah’a daim olan ihtiyaç ve bağımlılık bilinmeden ilerlenmez. Teslimiyet, itaat, ibadet ve îmânda neşe ve zevk bulmadan ilerlenmez. Kalp hasret ve niyaz ateşine yanmadan, hasretle tutuşmadan, arayış iştiyakına düşmeden ilerlenmez. Kişi kendi eksikliklerini, düşüklüğünü, yetersizliğini, sınırlarını, başarısızlıklarını ve kusurlarını tanıyıp kabul etmezse ilerlenmez. Bu yolda ilâhî hidayet nuruna karşı kişi gönlünü tamamen açmadan ilerlenmez. Allah’a nefsini satmadan ilerlenmez. Bu yolda Allah için olmayan her sevgiyi kurban etmeden ilerlenmez.
Dünyevi olana gözleri kapatmadan ahiret gözlerini açamayız. Sahte insan kimliğinden kurtulmadan hakiki insan kimliğine sahip olamayız. Kalpteki şirkleri kırmadan nurun güzelliklerini göremeyiz. Tedavi edilmeden sıhhat bulamayız. Benlik erimeden mahviyet sırrına kavuşamayız. Dünyayı boşamadan kulluk makamına erişemeyiz. Nefsimizden zulmü kaldırmadan adalete kavuşamayız. Tüm bu “ulaşılamaz”lara insanı ulaştıracak olan ise sırat-ı müstakîm üzere olmaktır.
Kaynak: Rabia Brodbeck, Altınoluk Dergisi, Sayı: 198
YORUMLAR