Sırattan Önce Son Çıkış: Tevbe
Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur: “Öncesi korku, sonu özür olan günah, kulu Hakk’a yaklaştırır. Öncesi güven, sonu kibir olan ibadet de, kulu Hak Teâlâ’dan uzaklaştırır. Kendini beğenmiş olan itaatkâr, aslında âsîdir. Özür dileyen âsî de hakîkatte itaatkârdır.” (Attâr, Tezkire, s. 55.)
Şeytan -aleyhillâ‘ne-, Cenâb-ı Hakkʼın emrine îtiraz edip Oʼna karşı ilk isyânı işlediğinde, kibir ve enâniyetinin esiri olup hatâsında ısrar etti, inadının kurbanı oldu. Böylece Cenâb-ı Hakkʼın lânetine dûçâr oldu.
Hazret-i Âdem-Aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ vâlidemiz ise, şeytana uyup Allâhʼın yasakladığı ağacın meyvesini tadarak insan neslinden zuhûr eden ilk günahı işlediler. Fakat şeytanın yaptığı gibi hatâlarını bahânelerle örtbas etmeye çalışmak yerine, hemen gerçeği samimiyetle îtiraf ettiler.
“Dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlakâ ziyan edenlerden oluruz.”(el-A’râf, 23)
Yanlıştan dönme fazîletini sergileyip, nedâmet ve mahcûbiyet içinde, Cenâb-ı Hakkʼın rahmet ve mağfiretine sığındılar. Samimî gözyaşlarıyla yaptıkları tevbe ve istiğfarları Cenâb-ı Hak tarafından kabul olununca da, ilâhî lûtfa nâil oldular. Böylelikle, kıyâmete kadar nesillerinden gelecek insanoğluna, kendilerini günah çukuruna düşmekten koruyamadıklarında nasıl kurtulacaklarına dâir, eşsiz bir numûne-i imtisâl oldular.
Nefs ve şeytan gibi iki büyük düşmanla imtihan âlemine gönderilen Âdemoğlunun -beşeriyyet îcâbı- hatâ ve nisyandan büsbütün sâlim kalabilmesi mümkün değildir. Mühim olan; herhangi bir günaha sürüklendiğinde, affedici bir Rabbinin olduğunu unutmamak, Oʼnun rahmetinden ümit kesmeden, günahının affı ve hatâsının telâfîsi için ciddî ve samimî bir gayrete girebilmektir.
Günahının pişmanlığı içinde, nasuh bir tevbe edip samimî gözyaşları döken nice günahkâr vardır ki, neticede Cenâb-ı Hakkʼın velî kulları hâline gelmişlerdir. Buna mukâbil, kendini Cennetlik gören nice ibadet ehli vardır ki, amellerine olan îtimadları, âdeta Hakkʼın rahmetine olan ümitlerini aşacak noktaya geldiğinden, ilâhî gazaba dûçâr olmuşlardır.
Hor-hakir görülen nice günahkâr, gün gelir tevbe edip temizlenir de, onu hor görenlerden çok daha yüksek derecelere ulaşabilir. Buna mukabil, zühd ve takvâ üzere yaşayan ibadet ehli niceleri de, nefs ve şeytanın, sûret-i haktan görünen tuzaklarına kapılarak, âhiretlerini mahvedebilirler... Son nefesi îmân ile verebilme hususunda peygamberler ve onların müjdeledikleri dışında hiç kimsenin bir garantisi yoktur.
KİMSE ALLAH'IN ELİNDEKİNE KÂDİR DEĞİLDİR!
Rasûlullah-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-Efendimizʼin bildirdiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:
“Bir adam;
«–Vallâhi Allah falancayı mağfiret etmeyecek!» diyerek kestirip attı.
Allah Teâlâ ise;
«–Falancayı mağfiret etmeyeceğim hususunda yemin eden de kim?! Ben onu mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137)
Demek ki yalnızca Cenâb-ı Hakkʼın bileceği mevzûlarda konuşurken son derece dikkatli olmalı, haddi aşan bir söz söylemekten titizlikle sakınmalıyız. Unutmayalım ki, dünyadaki kulluk imtihanını, kimin ne hâl üzere bitireceği, yalnızca Hak Teâlâʼnın mâlûmudur. Bu bakımdan kâmil bir müʼmin;
‒Güzel hâl ve sâlih amellerine bakarak asla şımaramaz,
‒Âkıbetinden eminmiş gibi mağrur tavırlar takınamaz,
‒Hata ve kusurları sebebiyle insanları hor-hakir görerek, dolaylı yoldan kendini yüceltici tavırlar içine giremez…
Yine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin haber verdiği şu hâdise de bu hususta mühim bir îkaz mâhiyetindedir:
“İsrâiloğulları içinde, birbirine zıt istikâmette iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri ise ibadette gayret gösteriyordu. Âbid olan, diğerine günah işlerken rastlardı da; «Vazgeç!» derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine; «Vazgeç!» dedi. Öbürü ise:
«–Beni Allah ile başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?» dedi. Diğeri:
«–Vallâhi Allah seni mağfiret etmez.» Veya; «–Allah seni Cennetʼine koymaz!» dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ ikisinin de ruhlarını kabzetti.
Bunlar, Âlemlerin Rabbi’nin huzûrunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ, ibadette gayret edene:
«–Sen Ben’im elimdekine kâdir misin?» dedi. Günahkâra dönerek:
«–Git, rahmetimle Cennetʼe gir!» buyurdu. Diğeri için de:
«–Bunu ateşe götürün!» diye emretti.”
Ebû Hüreyre-Radıyallâhu Anh-der ki:
“(Adamcağız, Allâh’ın gazabına dokunan münâsebetsiz) bir söz söyledi; bu söz, dünyasını da, âhiretini de helâk etti.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43/4901)
Demek ki, kimin ne olacağını ve kalplerde gizli olanı, ancak Allah Teâlâ bilir. Bize düşen, evvelâ kendi hatâlarımızla meşgul olarak, tevbe ve istiğfâra sarılmaktır. Dolayısıyla bu fânî dünyada, âdeta bir mayın tarlasında yürüyormuşuz gibi, her hâlimize dikkat etmeliyiz.
Şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki, kendimizde bulunduğunu düşündüğümüz güzel vasıfların çok daha üstünü, hiç tahmin etmediğimiz kimselerde bulunabilir. Bu sebeple Allâh’ın kullarını istihfâf etmek, yani küçük görmek; aslında kendimizi küçülten, çirkin bir davranıştır.
Dolayısıyla bir müʼminin, Allâhʼın yarattığı bir kulu, hattâ hayvanâtı bile küçümseyip incitmekten titizlikle sakınması gerekir.
Nitekim Hazret-i Nûh -Aleyhisselâm-, cerahatli bir köpeğe bakmaktan imtinâ edip başını çevirdiği için;
“‒Ey Nûh! Benʼi mi ayıpladın? Onu da Ben yarattım!” şeklinde, ilâhî bir îkâza muhâtap olduğu rivâyet edilmektedir. Yaratanʼından ötürü hayvanâta bile bu kadar derin bir hassâsiyetle yaklaşmak gerekirse, insanları küçümseyip incitmenin ne büyük bir hatâ olduğu kolayca anlaşılır.
Velhâsıl müʼmin, sâlih amellerine ve gidişâtının düzgün oluşuna bakarak mağrur olmamalı; kendini kurtulmuş zannetmemelidir. Buna mukâbil, günahından dolayı da yeʼse kapılıp Allâhʼın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Lâkin, yaptığı yanlışlıklardan derhâl vazgeçip tevbe ve istiğfâr hâlinde yaşamalıdır.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) buyurarak, son nefesimize kadar, havf ve recâ, yani korku ve ümit duyguları arasında kullukta bulunmamızı istemektedir. Zira hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz o şekilde haşrolunursunuz.” (Münâvî, Feyzüʼl-Kadîr, V, 663)
Bununla birlikte, bu umûmî hakîkatin, bâzı istisnâları da bulunabileceğini, hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz. Zira, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, istikâmet üzere bir hayat yaşayıp Cennetʼe bir karış kala ebedî saâdeti kaybedenleri, buna mukâbil istikâmetten uzak bir hayat yaşadığı hâlde, Cehennemʼe bir karış kala kazananları haber vermektedir.
Yine unutmayalım ki, Allâhʼın rahmeti de gazabı da bâzen küçük, bâzen orta, bâzense büyük bir amelde tecellî edebilir. Bu bakımdan, en ufak bir günahtan da büyük bir titizlikle sakınmalıyız, en küçük bir hayrı da büyük bir ganimet bilip îfâsına gayret göstermeliyiz.
Cenâb-ı Hak, kalplerimizi rızâsıyla teʼlif eylesin. Râzı olduğu hâl ve amellere cümlemizi muvaffak kılsın. Lûtf u keremiyle âkıbetimizi hayreylesin… Âmîn!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 340
YORUMLAR
Amin ALLAH razı olsun.