Sırf Görünüşe Bakmak Aldatır İnsanı
Tasavvufî düşüncede, varlığın sûret-ma’nâ sarmalı üzerine kurulması, sûretteki sığlığın, ma’nâdaki derinliği perdelemesinden dolayı; varlığın sûreti ile ma’nâsı arasında bir çelişki, eşyânın görünümü ile hakîkati arasında bir zıtlık ortaya çıkmaktadır.
Bu husus, insan algısının izâfîliğine göre değişir. İnsânî algılar asla bir fotoğrafın objektifliği ile kıyaslanamaz. Bu algılar, kişinin bireysel nitelikleri, bakış açısı ve ön yargıları ile yakından ilgilidir. İki insanın aynı manzaraya karşı farklı tepkiler göstermesi, hatta aynı şeye bakarak ayrı ayrı şeyleri görmeleri açık bir gerçektir. “İnsanlar gözleriyle değil gönülleriyle görürler.” denmesinin sebebi budur. Hakîkat arayışlarını Hz. Mevlânâ: “Karanlıkta kıble arayanların veya fili farklı tarîf eden görmezlerin” durumuna benzetmektedir.
“Vazgeç ey sûretçi sûretten yeter, Canı yok sûrette olmaz bir değer.
Olsa bir insan için sûret değer, Bû Cehl olmak gerektir mûteber.”
Ey sûrete bakan! kalıp ve kabukta takılıp kalan, daha ne kadar görüntünün sığlığına aldanıp kalacaksın? Sûreti görmek başka, ma’nâyı görmekse başkadır. Sûrette şekli ve kabuğu değil ma’nâyı ve özü görebilen âriftir. İyilik, ilim ve doğruluk gibi değerleri şekilde ve lâfta değil, ma’nâda ve özde ara. Yazı esnâsında eli görmeyen kimsenin, hareket ve mahâreti kalemden sanması bundandır. Sûrete bakarsan göz ikidir fakat gördüklerine bakarsan birdir. Balık resmine ister deniz olmuş ister toprak ne fark eder. Kara yüzlü resme ha sabun ha siyah boya kullan ne değişir! Kağıda gamlı bir insan resmi yapsan o resmin ne gamla ne de neşeyle alışverişi olur. Bütün aradığımız kemâlât şekilde ve sûrette değil manâda gizlidir.
Kara taş mı gîrân, bahâ zer mi? Hind’in oğlu hiç Hüseyn’e benzer mi?
Eylesen tûtîye ta’lîm-i edâ-yı kelimât, Sözü insan olur ammâ özü insan olmaz.
Buradaki “sûret/görünüş” kelimesi, gerçek/ma’nâ kelimesinin karşıtıdır. Bir nesneyi, bir kişiyi, bir olayı yahut bir fikri değerlendirirken sırf görünüşe bakmak ve onunla yetinmek oldukça aldatıcı olabilir. Bu konunun, felsefede “görünüş ve gerçek” adı altında tartışıldığını görmekteyiz. Belki hukukta görünüşe göre hükmedilebilir ama vicdan, akıl, felsefî temâşâ ve aşkın hakikat sevgisi, görünürde olanla yetinmeyip daha metafizik boyutlara ulaşmayı ve daha derin müşâhede ve arayışları talep edebilir. Sırf biçime, görünüş veya zâhire bağlı kalanlar, iç anlamlardan ve derin zenginliklerden habersiz kalırlar. Görünüşle gerçeği birbirinden ayıramayanların büyük yanlışlara düşeceğini Mevlânâ; şu beyitleriyle açıklamaya çalışır:
“İki sûretin birbirine benzemesi câizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Bunları birbirinden ayırt edebilecek uzman göz lâzımdır. Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin. Kendine gel de sûrete tapma, sûret sözüne takılma, cins oluşu, sûrette arama. Sûret, cansız şeye, taşa benzer. Cansız şeyin, kendisiyle cins olandan, yahut olmayandan haberi yoktur.”
İnsanda; canla ten; akılla şehvet, melekle şeytan, ruhla nefs bir araya gelmiştir. Ma’nevî hasletlerimiz kanat olup bizi yükseklere çekmek istemekte, buna karşılık bedenimiz ve hayvânî hislerimiz yer kabuğuna pençelerini geçirmiş ve ona dört elle sarılarak balçığa doğru sürüklemeye çalışmaktadır. Göklerden gelenle topraktan gelenin kendisinde buluştuğu insan, terkibindeki bu iki unsur tarafından farklı yönlere çekilip durmaktadır. Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlânâ’ya göre de insan, bedeniyle pek küçük ve değersiz ama mânâ cihetiyle o alemin “Ahsen-i takvîm ve eşref-i mahlûk” sırrına mazhar en kıymetli varlığıdır. Yunus’un şu enfes mısralarında ifade ettiği gibi insan denmeye layık tarafımız kalıbımız değil ma’nevî yanımızdır:
Bu âdem dedikleri, el, ayakla baş değil
Âdem mânâya derler, sûret ile kaş değil.
Zilletü’l-ervâhi min eşbâhihâ
İzzetü’l-eşbâhi min ervâhihâ
“Ruhların zilleti bedenlerinden, bedenlerin izzeti ruhlarındandır.” İfâdesi bu gerçeğin en güzel ifâdesidir, İnsanlığın en alt basamağında bulunanla, en üstünde bulunanı sırf insan oldukları ve bedenen benzeştikleri için bir saymak doğru mu? Cevizin kabuğu sûreti, içi ise ma’nâsıdır. Kabuğu ile yenmiyeceği gibi, içi kof olan ve özü olmayan cevizden tohum da olmaz.
Hz. Mevlânâ; bedenin canla ilişkisi ve bunların değer bakımından mukayesesi hakkında şöyle diyor: “Beden canla gelişir, günden güne büyür; fakat can gitti mi bedene bir bak; ne hale gelir? Bedenin ancak bir iki arşın boyu vardır; fakat can, ta göklere ağar, gökleri dolaşır. Can düşünmeye başladı mı a yüce kişi, Bağdat’a, Semerkant’a dek yol, yarım adımdan ibarettir. Can, bedenin sakalına, bıyığına aldırmaz; fakat beden, can olmadıkça bir leştir, aşağılık bir şeydir. Bu beden, hayvanî canın iş-güç görmesine bir vâsıtadır sen daha ileriye git de insanî canı gör. Sonra da geç, dedikoduyu bırak da ta Cebrail’in yanına yaklaş.” Demek ki, insanın asıl değeri ondaki can ışığından, taşıdığı ilahî nefhadan gelmektedir. Bu durum Şeyh Gâlip tarafından şöyle dile getirilmiştir.
Ey dil! ey dil! niye bu rütbede pür gamsın sen!
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen!
Secde-fermâ-yı melek, zât-ı mükerremsin sen!
Bildiğin gibi değil, cümleden akdemsin sen!
Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen!
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!
İnsan, beden bakımından keseye; can bakımından ise paraya benzetilmiştir. Tabiatıyla kesenin değeri içindeki paranın değeri kadardır. Kesenin değeri içindeki altındandır. Altın yoksa kese ve cüzdan ne işe yarar? Bunun gibi tenin kıymeti de candan gelir. Canın değeri ise Sevgilinin ona yansıyan nûrundan. Ne zamana kadar testinin süsüyle oyalanacaksın. Testinin süsünden geç de içindeki suya bak. Her sadefin içinde inci bulunmaz. A canım! Sen de sadefe değil, içindeki inciye bak ta kabuğa aldanma.
Hz. Mevlânâ; Yeni doğan çocuğa gâzî ya da hacı gibi isimler verirler. Daha onun gâzî veya hacı olduğu yok. Sâhibinde bu sıfatlar yoksa o ismin bir anlamı kalmaz. Bu yüzden sıfattan isim olmaz. Zenciye beyaz demenin onun rengine bir faydası olmadığı gibi. Gerçek ismimiz ise; bu dünya pazarından ahiret evine döndüğümüzde yaptığımız işe göre Cenab-ı Hakkın vereceği isimdir. Onun için Hz. Mevlânâ şöyle der: Cenâb-ı Hak, insana sonuna göre bir ad takar; halkın taktığı iğreti ad gibi değildir o. Demek ki oradaki ismimiz hak ettiğimiz bir isim olacak, ahrette giyeceğimiz elbise dünyâdaki amellerimizle dokunan kumaştan dikilir. “Görünüşe ancak çocuklar kanar, sen isimden geç mânâya bak.” Demek oluyor ki ismin Hasan olması, huyun da hasen olması anlamına gelmiyor. Adı insan olan herkesin hakikî insan olamayacağı gibi.
Ma’nâdaki derinliğin sûretlerin ardında gizlenmesi, insanları imtihan etmeye yönelik bir ilâhî ilke ve hikmet hüviyetindedir. Bu yüzden tatlı meyve nasıl yaprakta ve dalda gizlenmişse, ölümsüzlük ve ebedî hayatta ölümün içinde gizlenmiştir. Defîne nasıl yıkık ve vîrânelerde gizlenmişse, tende de görülmemiş bir can âlemi gizlenmiştir.
Mevlânâ’ya göre eşyâdaki bu ikilemin bir sebebi de eşyânın bize görünen sûreti ile Hakk’ın ilmindeki hakîkatinin farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Bize göre her şeyin ismi zâhirine göre, Hallak nezdinde ise içyüzüne ve sırrına göredir. Hz. Ömer’in adı ihtidâsından önce put-perestti. Halbuki elest bezminde ve Cenâb-ı Hakk’ın nezdinde mü’minlerdendi.
İnsanın bu âlemdeki varoluş hikmetini kavrayabilmesi ve kulluk görevini hakkıyla yerine getirmesi için aldanmaması, eşyânın ardında saklanmış bu sırrın farkında olmasıyla yakından ilgilidir. Hz. Mevlânâ; Sûretin aldatıcılığına misâl olmak üzere Hz. Âdem’in sûretine bakıp, kendince aklî bir mukâyese yaparak O’nu kendinden daha değersiz zanneden İblîs’i gösterir. Hz. Âdem’in ma’nâsında saklı peygamberliği ve hilâfeti görerek secdeye kapanan melekleri de ma’nâya vâkıf varlıklara misâl olarak verir.
Bu âlemde eşyânın sûreti ile hakîkati arasındaki farklılık her insanın kendi zannı ve birikimine göre farklı görmesi ve farklı yorumlaması sonucunu doğurmaktadır. Eşyânın göründüğü gibi olmaması ilâhî bir hikmete mebnî gerekliliktir. Eğer eşyâ göründüğü gibi olsaydı, bir imtihandan ve ayrışmadan söz edilemezdi. Hz. Mevlânâ; bu imtihan hikmetinin dindeki ğayba îman ilkesini doğurduğunu söylemektedir. Buradaki kullanımıyla ğayb, varlığın ve eşyânın sûretinin ötesindeki asıl ma’nâsını ifâde etmektedir.
Mevlânâ’ya göre, bir şey ile onun işlevi arasındaki ilişki de sûret-ma’nâ ilişkisinden kaynaklanmaktdır. Bir ilâcın içilmesi onun sûreti iken, içildikten sonra vücutta meydeana getirdiği etki onun ma’nâsıdır. Yine alkollü bir içkinin içilmesi onun sûreti iken, içenin sarhoş olup kendini kaybetmesi onun ma’nâsıdır. Bu yüzden yapılan her iş ve sûret kendi ma’nâsını doğurmaktadır. Akıllı her insan bir işi yaparken mutlaka onun ma’nâsını düşünerek hareket etmelidir.
Mevlânâ’ya göre bu âlemde insanın yaptığı her işe ğayb âleminden bir sûret verilir. O sûret bu âlemdeki sâhibini etkiler. Dünyâda diken ekeni ahrette gül bahçesinde arama. Neye çalıştın da faydasını görmedin. Ne ektin de hasat mevsiminde onu biçmedin. Canından ve teninden doğan amelin, çocuğun gibi yarın gelir eteğinden tutar. Âhiri gören hakîkati, ahırı gören felâketi görür. Denmesi bu incelik ve derinlikten kaynaklanmış olsa gerektir.
Kaynak: İrfan Gündüz, Altınoluk Dergisi, 351. Sayı