Sırf Kendini Düşünüp Din Kardeşinin Izdırâbına Duyarsız Kalanlara Sert Uyarı
Din kardeşlerimize karşı sahip olmamız gereken kalbî hassasiyet nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz (s.a.v) sırf kendini düşünüp din kardeşinin ıztırâbına duyarsız kalanları nasıl uyarıyor?
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Bir yıl Şam’da müthiş bir kıtlık oldu. Halk, perişan bir hâle düştü. Bu sırada yanıma bir dostum çıkageldi. Bu dostum, kıtlıktan önce hayli güçlü-kuvvetli, makam-mevkî ve servet sahibi, iri cüsseli olmasına rağmen, onu da zayıflamış, solgun ve bitkin bir hâlde görünce şaşırdım. Ona niçin bu hâlde olduğunu sordum. Dostum ise bu suâlime üzülüp hayretler içinde:
«–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflettir! Biliyorsan, niçin soruyorsun?! Görmüyor musun ki felâket son raddeye vardı!» dedi.
Ben bu defa;
«–Biliyorum! Fakat sen niye bu kadar üzülüp kendini heder ediyorsun ki? Senin her şeyin var. Dünyayı tûfan kaplasa, her yer sele gitse, bundan bir ördek ne zarar görebilir ki?» deyince, o fazîlet ehli dostum, sanki bir âlimin câhile bakışı gibi mânidar mânidar baktı ve şöyle dedi:
«–Kendisi sahilde olup da din kardeşlerinin denizde boğulmakta olduğunu gören bir insanın kalbinde hiç huzur olur mu? Benim yüzüm, müslümanların dûçâr olduğu ıztıraplar sebebiyle sararıp soldu. Zavallı din kardeşlerimin muzdarip hâlini gördükçe, yediğim her lokma boğazıma diziliyor, sanki zehir yutuyorum. Bir insanın dostları zindanda iken, o insan bir gülistanda nasıl gezip eğlenebilir?!»”
SIRF KENDİNİ DÜŞÜNÜP DİN KARDEŞİNİN IZTIRÂBINA DUYARSIZ KALANLAR
Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sırf kendini düşünüp din kardeşinin ıztırâbına duyarsız kalmanın, İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığını bildirmek üzere;
- “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)
- “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, bizden değildir.” buyurmuştur. (Bkz. Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)
Dolayısıyla din kardeşinin acısına bîgâne kalmak, çok ağır bir cürüm ve nâdanlıktır.
BAĞDAT ÇARŞISINDA YANGIN
Nitekim bir anlık gafletle bu duygusuzluğu yaşamış olan Seriyy-i Sakatî Hazretleri, o hâlinden duyduğu nedâmeti yıllar sonra şöyle ifade etmiştir:
“Bir gün Bağdat çarşısı yanmıştı. Birisi koşarak geldi ve;
«–Bütün Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!» dedi.
Ben de bir an için, dükkânı yanan din kardeşlerimin hâlini düşünmeden kendi nefsim adına; «Elhamdülillâh!» deyiverdim. O an dükkânı yanan kardeşlerimin ıztırâbından gâfil kaldım. Tam otuz seneden beri o hâlimin istiğfârı içindeyim.” (Hatîb el-Bağdâdî, Tarih, IX, 188)
Ya bizler?
Bugün âdeta bir yangın yerini andıran İslâm coğrafyasındaki din kardeşlerimizin, bilhassa senelerdir bir “açık hava hapishânesi”nde tutulan, son dokuz aydır da benzeri görülmemiş bir vahşet ve cinnetle katliâma mâruz bırakılan Gazzeli müʼminlerin dertleri ile ne kadar dertlenebiliyoruz?
Onların; ölüm, yaralanma, tehcir, tehdit, salgın hastalık, açlık, susuzluk ve her türlü mahrûmiyetle sınandığı bu günlerde, bizler ne kadar duygu derinliği içindeyiz? Onların derdi ne kadar uykularımızı kaçırıyor? Onların fiilen yanlarında olamadığımız ve zor zamanlarında yardımlarına koşamadığımız için, Rabbimiz’den ne kadar af diliyoruz?..
Yoksa kardeşlerimizin yaşadığı acılar, bizim için akşam duyulup sabah unutulan gündelik haberler hâline mi geldi? -Allah korusun- böyle bir duygusuzluk, değil müslümanlığımızı, insanlığımızı bile sorgulatacak derecede büyük bir gaflettir!..
Zira Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, Rasûlʼünün yanındaki müʼminlerin vasıflarını beyân ederken;
“…İnkârcılara karşı çetin (tâvizsiz), birbirlerine karşı merhametlidirler…” (el-Fetih, 29) buyuruyor. Yani müʼminlere karşı merhametli olmak, müʼminin aslî tabiatı olmalıdır.
DİN KARDEŞLERİMİZE KARŞI SAHİP OLMAMIZ GEREKEN KALBÎ HASSASİYET
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, din kardeşlerimize karşı sahip olmamız gereken kalbî hassasiyeti şöyle bildiriyor:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, merhamet etmekte ve korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğunda, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
Komşusunun evinde yangın çıktığını gören birinin, kendi evinde rahat rahat çayını içmeye devam etmesi, nasıl büyük bir duygusuzluksa, din kardeşleri ezâ ve cefâ girdabında boğulan bir müʼminin gülüp eğlenmesi de büyük bir merhametsizliktir. Hiçbir müʼminin vicdânı, din kardeşleri muzdaripken müsterih olamaz. Zira diğergâmlık ve merhamet, mü’minin alâmet-i fârikasıdır.
Müʼmin, dâimâ vicdanının sesini dinleyip kendini mazlum din kardeşlerinin yerine koymalı:
“Ben Gazzeʼde olabilirdim, Gazzeli kardeşlerim de benim yerimde olabilirlerdi. Şayet öyle olsaydı, din kardeşlerimden nasıl muâmele görmek isterdim? Demek ki ben de bugün onlara, aynı şefkat ve merhameti göstermeliyim.” diye düşünmelidir.
Unutmayalım ki, İslâm kardeşliği, sevinçleri paylaşmak kadar, kederleri paylaşmaya da gönüllü olmayı gerektirir. Gerçek kardeşlik ve dostluk, sadece rahat zamanların çay kahve muhabbeti değil, kara gün dostluğudur.
Bu hususta hâlimizi ciddiyetle gözden geçirip kendimize çeki düzen vermeli, hatâ, kusur ve noksanlıklarımızı bir an evvel telâfiye yönelmeliyiz. Ki yarın huzûr-i ilâhîde mazlum din kardeşlerimiz; niçin yardımlarına koşmadığımızı, kendileri kan ağlarken nasıl rahat rahat gündelik hayatımıza devam edebildiğimizi sorduklarında mahcup olmayalım.
Halife Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ümmetin dertlerine bîgâne kalmaktan duyduğu derin endişe sebebiyle, insanların uykuya daldığı gece vakitlerinde mâtemlerin civârında dolaşır, muhtaç veya muzdarip bir müʼminle karşılaşınca, onun derdine derman olabilmek için bizzat sırtında un çuvalı taşır, fakir-fukarânın ocağını yakar, yemeğini pişirirdi.
Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın torunu Zeynelâbidîn Hazretleri, Medîne fukarâsının kapılarına sırtında taşıdığı erzak çuvallarını gizlice bırakır, kimse bu hayrı kimin yaptığını bilmezdi. Bir sabah kapılarında erzak çuvalını göremeyen Medîne fukarâsı, bu mübârek zâtın vefât ettiğini anlamışlardı.
Nitekim Zeynelâbidîn Hazretleriʼnin cenazesi yıkanırken, sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görülmüştü. Sebebi sorulduğunda, Ehl-i Beyt’ten orada bulunup bu sırra vâkıf olan biri şöyle dedi:
“–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122)
Dört büyük halifeden sonra beşinci halife sayılan Ömer bin Abdülazizʼin iki buçuk sene süren hilâfet devri de, asr-ı saâdetten sonra mânevî terakkînin topluma yansıdığı en zirve dönemdi.
Ümmetin derdini kendi derdi bilen halifenin ihlâsı, topluma da aksetmişti. Herkes zekâtlarını fazla fazla vererek infak ve hayrat yarışına girdi. Kur’ânʼa ehemmiyet gösterildi. Hak ve hukuk tevzî edildi. İbadet ve tâatlere rağbet arttı. Her yeri İslâm ahlâkının huzur, sükûnet ve rûhâniyeti kapladı. Öyle bir rahmet ve bereket oldu ki, dağdaki kurtlar, koyun sürülerine saldırmaz olmuştu. Fakat bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. Bunu görenler;
“–Şu âdil halîfe herhâlde ölmüş olmalı!” dediler. Sabah olunca da hakîkaten Ömer bin Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendiler.
İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izinden giderek ümmetin derdiyle böylesine dertlenen müʼminlerin bulunduğu toplumlarda ilâhî rahmet tecellî etti.
Bizler de bu rahmete nâil olabilmek için, Cenâb-ı Hakkʼın biz kullarına “üsve-i hasene” yani en mükemmel örnek şahsiyet olarak ihsan buyurduğu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ne kadar izinden gidebildiğimizi, ciddiyetle tefekkür edelim.
Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
‒Allâhʼa karşı haşyet,
‒Mahlûkâta karşı merhamet,
‒Nefsine karşı da zühd hâlinde yaşamıştı.
Havf ve recâ arasında, yani Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalma korkusuyla Oʼnun rahmet ve rızâsına nâil olma ümidi arasında, rakik bir gönülle kullukta bulunmuştu. Bu gönül kıvamıyla da ümmetine örnek olmuştu.
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine karşı “raûf ve rahîm” idi. Yani bir anne-babanın evlâdına olan düşkünlüğünden çok daha büyük bir şefkat ve merhamet sahibiydi. Her dâim, Hâlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış düstûrunu tâlim ve telkin ediyordu. Ümmetinin sevinciyle seviniyor, ıztırâbıyla muzdarip oluyordu. Ümmetini aç ve sefil hâlde görünce hüznünden mübârek sîmâsının rengi değişiyor, açları doyurmadan kendini doyurmayı düşünmüyor, muhtaçların gönlüne huzur vermekle huzura kavuşuyordu.
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şahsî hayatında zühd hâlinde yaşıyordu. Kifâyet miktarı ile geçinip ihtiyaç fazlasını cömertçe infâk ediyordu.
Oʼnun zâhidliği, yoksulluktan kaynaklanan mecburî bir zühd hâli değildi. Zira zaman zaman ganimetler ve hediyeler geliyor, hâne-i saâdetleri mal-mülk ile dolup taşıyordu. Dileseydi çok rahat bir hayat yaşayabilirdi. Fakat O, ferdî hayatında zâhidâne bir yaşayışı gönüllü olarak tercih ediyor, elindeki nîmetleri ümmetinin muhtaçlarıyla paylaşmadan huzur bulamıyordu. Zira gönlü merhamet mayasıyla yoğrulmuş olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yaşama zevkini bir kenara bırakmış, yaşatma sevdâsına gönül vermişti.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)
Dolayısıyla bizler de Efendimiz’le âhirette beraber olmak istiyorsak, Oʼnun hâliyle hâllenmeli, ahlâkıyla ahlâklanmalı, hayat ve hâdisâta Oʼnun hissiyat ve fikriyâtıyla bakmaya çalışmalıyız. Bunun için de evvelâ, Oʼnun, ümmetine duyduğu engin şefkat ve merhametten hisseler almalıyız. Mensubu olduğumuz ümmet-i Muhammedʼin dertleriyle dertlenip, ümmetin mazlum ve muhtaçları için kalbî ve fiilî duâlarda bulunmalıyız. Zira bunlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe olan muhabbetimizin belki de en güzel şâhitleri olacaktır.
Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“Allah katında, kulun şöyle demesinden daha sevimli bir duâ yoktur:
«Allâh’ım! Ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!»” (Ali el-Müttakî, no: 3212, 3702)
"KİM HER GÜN ON DEFA..."
Hak dostlarından Mâruf-i Kerhî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
“Kim her gün on defa:
«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslâh eyle!
Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!
Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle!» derse, Allah dostlarından yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)]
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Temmuz, Sayı: 461
YORUMLAR