Şirk ve Şirke Sevkeden Sebepler
Ulûhiyyetin hususiyetlerinden birini, müstakil olarak bir başkasına tanıyan herkes, Kur’an nazarında müşriktir.
“Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder. Kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir günah ile iftira etmiş olur.” (Nisa Sûresi, 48)
İNSANLAR ARASINDA EN YAYGIN SAPIKLIK
Bütün dönemler boyunca, insanlık arasında en yaygın sapıklık şirk olmuştur. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim’in en dikkate değer mücadelesi sirke karşı yapılmıştır. Yoğun, kesin ve ısrarlı olan bu savaşta Kur’an, hatıra gelebilecek akli, psikolojik, teolojik, edebi ve tarihi her türlü delili kullanarak şirkin belini kırmış, kainatın genişliği içinde ona en ufak bir yer bırakmamıştır. Bazı ayetler de(İbrahim 10/Mümin 42) mutlak inkarcıları reddetmekle beraber, esas itibariyle, Allah’ı tanıdığı halde O’na başkalarını şerik yapanları muhatap alır.
Ulûhiyyetin hususiyetlerinden birini, müstakil olarak bir başkasına tanıyan herkes, Kur’an nazarında müşriktir. Bunlar, ister Allah’a müsavi tutulsun(En’am 150/Şuara 98) ister birtakım yarı tanrılar sayılsın, yaratmada dahli olmayan şefaatçiler sanılsın(Zumer 3/Yunus 18) isterse kendisine ibadet edilmediği halde Allah gibi kabul edilsin(Tevbe 31/Nisa 117/İbrahim 2) isterse insanlar tarafından uydurulup tazim olunan birtakım varlıklar olsun ve isterse tapılma ve mutlak hüküm hakları mülahaza olunmaksızın sadece kendisine gösterilen sevgi, ancak Allah’a yönetilmesi gereken sevgi derecesinde olsun.(Bakara 165)
Kur’an, şirk tanrılarını “yok olanlar”, “ölüler” diye niteleyerek hiçlik derekesine indirmiş, onlara “ortada dolaşan kuru isimler olmaktan öte bir hakikat vermemiş(Nahl 21 / Necm 23) delilleriyle müşrikleri her taraftan kuşatıp saklanacakları bir tek delik bırakmamış tanrılarının gerçekte bir çekirdek kabuğuna bile sahip çıkamayacaklarını(Fatir 13) hatta bir sineğin zararını bile önlemekten aciz olduklarını(Has 73) kafalarına vurmuştur.” Bundan sonra da müşriğin vahim durumunu, kendisine has belagatı ile şöylece belirtmiştir: “Her kim Allaha şirk koşarsa, sanki o gökten düşüyor da kendisini kuşlar kapışıyor, yahut rüzgar onu uzak, dipsiz bir yere sürüklüyor gibidir.”(Hac 3)
Şirkin durumu bu kadar acınacak bir zavallılık gösterirken, nasıl olmuş da insanlığın pek büyük bir kısmı onun eline düşmüş, bu sahte tanrılardan hoşlanır, Hak Mabud’a tek olarak inanmaktan kaçar hale gelmiştir(Krş-İsra 46/Zumer 45/Mumin 12) ve Kur’an şirkin “örümcek yuvası” gibi zayıf yapısına karşı niçin bu kadar yığınak yapmış, adeta ordularla hücum etmiştir? Şirkten kurtarmak için Kur’an, insanın ayağını kaydıracak saikleri, bütün ayrıntılarıyla bildirmeye ihtimam göstermiştir ki şimdi onları kısaca nakletmeye çalışacağız. Şirkin sadece kaba tezahürleri düşünülerek- insanlık tarihinde uzak bir hatıra şekli de düşünülmemesi için her türlü sebebin mevcudiyetini, bu amilleri gözden geçirmekle daha iyi anlayacağız. Bunları dört gruba ayırmamız mümkündür. Beşeri vakıaların çoğunda olduğu gibi bu şahsi tasnifte de tedahül olabileceğini, bir gruba konulanın tâlî planda öbürünü de ilgilendirebileceğini açıkça belirtmeye lüzum yoktur. Dört grup şunlardır:
1- Müşriklerle ilgili sebepler
2- Dış etkenler
3- Resul ve müminlerle ilgili bahaneler
4- Putlarda düşünülen özellikler.
ŞİRKE GÖTÜREN HALLER
a) Düşünmemek müşriğin hakim vasfıdır. Bu da peşin hüküm, aklını çalıştırmamak, zan ve tahmine uymakla tezahür eder.
Ad kavminde, kendilerini şirkten temizlenip yalnız Allah’a kulluğa davet eden, öğütler veren Hz. Hud’a (a.s.) müşrikler şöyle derler: “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir.”(Şuara 136) Bu reaksiyon peşin hükümden, inattan başka bir şey değildir. Ne zaman ve hangi konuda olursa olsun, bu davranışa sahip olan muhatabı, söyledikleri üzerinde düşündürmeyi başaran hiç bir insan olmamıştır. Gün ortasında gözlerini kapayan insan, dışarıda olmasa da, kendi dünyasında geceyi bulabilir. Birçok durumda müşrikler, akıllarını çalıştırmamakla nitelenirler.(Yunus 42-43/Enfal 22 vb.) “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar akletmezler.”(Bakara 171) Onlar, ahirette de: “Eğer işiten ve düşünen kimseler olsaydık, çılgın alevli cehennem ehli içinde olmazdık.”(Mülk 10) diye kulak vermediklerini ve düşünmediklerini itiraf edeceklerdir. Fâtır 40 ayetinden anlıyoruz ki şirk, ne arzdan (tecrübeden), ne gökten (gözlemden), ne de doğru bir bilgiden (ilahi kitaptan) gelmemektedir. Düşünen kimse için, şirkin, varlıkta hiçbir yeri yoktur.
Müşriklerin düşünmemeleri ve aklî muhakemeye dayanmamaları, iman konusunda sadece bir zann ve bir esasa istinat etmeyen, tahminden öte geçememeleri sonucunu doğurur. Yüce Allah, müşriklere hitaben: “(...) Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde bulunuyorsunuz” der.(En’am148/Krs. Hud 27) “İyi bilin ki, göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’tan başka şeriklere tapanlar, sadece zanna tabi oluyorlar. Onlar ancak tahminde bulunuyorlar.”(Yunus 66) “Onların çoğu zanna uyuyorlar. Halbuki zan, hakikat karsısında hiçbir şey ifade etmez.”(Yunus 36)
b) İlme dayanmamak
Allah müşriklere şöyle dememizi emreder: “De ki: Nezdinizde bir ilim varsa, onu çıkarıp bize gösterin.”(En’am 148) Buradaki ilimden maksat: Allah’ın, müşriklerin şirklerinden razı ve şirkin geçerli olduğuna dair ilimdir.(İbnü Kesîr, Tefsir, 3, 352 Âlusi, Ruhu’l-meâni 8, 51) Bu konuda onların hiçbir bilgileri yoktur. Mümin Suresi’nin 42. ayetinde de inkar ve şirkin, ilimsiz, delilsiz olduğu bildirilmektedir. Allah ile beraber başkalarını kabul edenler “bilmeyenler”dir,(Neml 61) kıt düşünceli olanlardır.(Neml 62)
c) Şüphecilik
Kendilerini tevhide çağıran Hz. Salih’e (a.s.) müşrikler şöyle demişlerdi: “Ey Salih! Sen, bundan önce, aramızda (fikir bakımından) ümit bağlanan bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu, bizi çağırdığın şeyden tam bir şüphe içindeyiz.”(Hud 62) Bu şüpheleri tefekküre dayanan metotlu, bir dereceye kadar haklı bir şüphe değildir. Hatta, daha önce pek güvendikleri bir şahsın söylediğine, taraftar olmaları normal olarak beklenirdi. Fakat gelenek sebebiyle bırakmadıkları şirke, şüphe bahanesini bulmuşlardır. Zira makbul şüphe, az da olsa, tefekkürü gerektirir. Halbuki, başka yerlerden olduğu gibi buradan da anlaşılıyor ki onlar bu şüpheye düşünme sonucunda ulaşmış değildirler.
Şüpheyi, gerçeğe ulaşmak için metod olarak uygulasalardı, asırlardan beri körü körüne bağlandıkları putlara tapma hususunda da kendilerine bir şüphe gelmeliydi. Nuh, Ad, Semud kavimlerinin ve onlardan sonra gelenlerin davranışı: “Onlara Resulleri açık delillerle geldiler. Fakat (müşrikler) ellerini ağızlarına götürüp: “Biz, sizinle gönderileni inkar ettik! Bizi çağırdığınız şeyden de tam bir şüphe içindeyiz.”(İbrahim 9)
Onlar şayet ilmî bir anlayışa sahib olsalardı, şüphe etme kabiliyetinde kimseler olsalardı, ilkin, eskiden beri delile dayanmaksızın, bilakis Tanrı olmadıklarına dair her türlü delilin bulunduğu putlar aleyhinde bir şüphe sahibi olmaları gerekirdi. Kendilerine yeni bildirilen bir konu hakkında ise, yeterince düşündükten sonra şüphe etmeye hak kazanırlardı. Oysa bunların yaptığı tam tersinedir: Şüphe etmeksizin eskiye sarılıyorlar, yeniyi ise duraklamaksızın reddediyorlar (Ayetteki “fe reddû”daki “tâkîb” belirten “fa” gösteriyor ki, duyar duymaz. duraklamaksızın reddetmişlerdi(Âlûsî, Ruhu’l-meani 13,194) Demek ki onların şüpheleri, hesaba alınacak bir şüphe değildir. Bunun bir delili de önce “red ve inkar ettiklerini”, arkasından “şüphe içinde olduklarını” ifade etmeleridir. Red peşindir, şüphe ise “sümmet tedarük” bir bahanedir.
d) Antropomorfizm
Putların ortaya çıkış sebeplerinden biri de insanların, Allah’ı, yaratıklara kıyas etmiş olmalarıdır. Müşriğin hayal gücü, Allah’ı, insanların vasıflarının ileri derecesini haiz bir varlık olarak tasavvur eder. Bu tasavvur da, Onun bütün kainata Rab olarak yeteceğini düşünemez, tevhide çağıran Resûllullah hakkında “Ne o! Tanrıları bir tek Tanrı mı yapmış, doğrusu bu şaşılacak bir şey!”(Sad 5) derler. Kur’an’ın birçok ayetinde, müşriklerin, Allah’ın hükümranlığında ortağa, yardımcıya(İsrâ 111), zevce ve çocuklara, neslini sürdürmeye(Cin 3) insanlardan gelecek menfaata(En’am 136) muhtaç sandıklarını anlayabiliriz.
HEVA VE HEVESE UYMAK
İnsanların, arzularına göre ve akıllarına esen her şeyi yapmaları Allah’tan uzaklaşıp, şıpsevdi nefis ve hevalarının hoşlandığı her şeyi, bazan kendi kendilerini bile tanrılaştırmalarına yol açmaktadır. Sahte tanrılar icadedenler hakkında şu ayeti dinleyelim: “Bunlar, sizin ve geçmiş babalarınızın taptığı bir takım kuru isimlerden başka bir şey değildir. Allah onları teyid eden bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevasına uymaktadırlar.”(Necm 23) Kur’an, bundan da öte, nefsin tanrılaştırılmasından bahseder: “Baksana şu heva’sını tanrı edinene!”(Furkan 43) İster hevay-ı nefse göre insanlar, tanrılar topluluğu (panteon) düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın seviştirsin, ister arzularının istediği şeyleri onlara emir veya nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin, isterse kendi öz arzusunun geçerli ve tatmin olunmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu durumlarda, insan, hevasını tanrılaştırmış olmaktadır (Burada yazılan-lan: mitolojiler, Epiküriyenler, din dışı hümanistler, din dışı egzistan-siyalistler, “yaratıcı sanatçı”lar; tanrı, tapmak ve yaratmak kutsal kavramlarını ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, artistler ve sporcular için “yıldız” (ki bu eskiden yıldızlara tapınmanın hatırasını saklamaktadır) veya bir kısmı için “ilahe” gibi deyimleri bol bol kullananlarla birlikte hatırlayalım. Hevay-ı nefs, bütün çağlarda, dar ve geniş anlamdaki şirkin başlıca sebebi olmuştur.
e) Kibir
Hükümranlık, saltanat, dünyaca güçlü olmak, refah içinde yaşamak da, şirk ve inkara götürebilmektedir. Halkının yalnız kendisine tapmasını isteyen Firavun(Krs. Kasas 38.) -adeta tanrılığının dayanaklarını bildirircesine- onlara şöyle diyordu: “Mısır hükümranlığı ve ülkemde akan bu ırmaklar, kanallar benim değil mi, görmüyor musunuz!”(Zuhruf 51)
İşte bu gururdur ki, Rabbu’l ale-minin elçisi olarak geldiğini söyleyen Hz. Musa’ya (a.s) karşı ona:
“Rabbu’l-aleminde ne imi?!”(Şuara 23) dedirtecektir.(İbnu Kesir, Tefsir, 147-148)
Bu gurur, toplum planında da görülebilir. Ad kavmi haksız yere büyüklük taslamış ve “Bizden daha güçlü kim vardır?” demişlerdi. Görmüyorlar mıydı ki kendilerini yaratan Allah onlardan daha kuvvetlidir!”(Fussilet 15) Ayetin son kısmı, onların gururlarının Yüce Allah’a karşı olduğunu göstermektedir.
Eski Yunan mitolojisinde, insanların tanrılarla mücadelelerini (mesela Prometheus), yarışmalarını ve eski Yunan düşüncesinden kaynaklanan çağdaş bazı akımları, Uluhiyyet karşısındaki beşeri gurur bahsinde unutmamız mümkün değildir. Nietzsche, bu kibir içinde “Biz Tanrıyı öldürdük”(H. Rousseau, Les Religions, Paris P.U.F. 1971, s.5.) diyerek, Allah’a olan düşmanlığın en aşırı örneğini vermiştir. Düşmanlık, diyoruz, çünkü o, herhagi bir ilgisiz münkir değildir: Tanrıyı altetme gayretkeşliğini, bir anlamda bildiği Tanrıya düşmanlığını dile getirmiştir. Yine de Mabud ihtiyacını yok edememiş, bazen gururu tanrılaştırmaya (supermann) gitmiştir. Şimdiki kavram kargaşasında, çok masum hisleri anlatır hale dönüştüğü de görülen hümanizme ise, başlangıçta -ve şimdiki din dışı humanizmde (Sartre vb.)- Uluhiyyetin aleyhine olarak insan iktidarını çıkarmak iddiasından başka bir şey değildir.(E. Schilleback, Dieu et I’homme, Bruxelles-Paris, 1965) “Allah’in ayetleri üzerinde, kendilerine gelen bir delil olmaksızın tartışanların kalblerinde, ulaşamayacakları bir kibir vardır.”(Mü’min 56) “Kâfir, zaten, kendi Rabbine karşı durana arka çıkar”(Furkan 55) Sadakallahu’lazîm.
Kaynak: Prof. Dr. Suat Yıldırım, Altınoluk Dergisi, 1986 - Mayıs, Sayı: 3