Son Nefeste İman

İMAN

Allâhʼın kullarını hor görüp küçümsemek yasaktır. Buna mukâbil, herhangi bir kimseye de sanki Cennetlik olacağını biliyormuş gibi teminat verircesine iltifatlarda bulunmak da son derece yanlıştır.

Asr-ı saâdette yaşanmış olan şu hâdiseden çıkan dersi, hepimiz mühim bir hayat düsturu edinmeliyiz:

Sahâbenin meşhur zâhid ve âbidlerinden biri olan Osman bin Maz’ûn -radıyallahu anh-, Medîne’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:

“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müdâhale ederek:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın:

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- şu îkazda bulundu:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ der ki:

“Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse(nin hâli ve istikbâli) hakkında bir şey söylemedim.” (Buhârî, Tâbîr, 27)

KİMSENİN ÎMANLI GİTME TEMİNÂTI YOK

Çünkü peygamberler ve onların müjdeledikleri dışında hiç kimsenin son nefeste îmanla gidebilme teminâtı yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde, Cennetʼe bir karış kala ilâhî azâba dûçâr olanlar ve bunun aksine, Cehennemʼe bir karış kala ilâhî rahmete nâil olanlar bildirilmektedir.

Bu cümleden olarak; Levh-i Mahfûz’a bakıp onu okuyacak makâma erdikten sonra, nefsine mağlûp olup ebedî hüsrâna uğrayan Bel’am bin Bâûrâ’nın[1] hâlini, hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

Kârun da, Allah Teâlâ’nın kendisine birçok ihsanda bulunduğu, zühd ve takvâ sahibi biriydi. Üstelik Tevrât’ı en iyi okuyan ve tefsir eden kişiydi. Lâkin Allâh’ın bir imtihan olarak kendisine hazineler dolusu servet vermesi, onu Hakk’a yaklaştıracağı yerde uzaklaştırdı. Öyle ki Mûsâ -aleyhisselâm-, Kârun’a zekâtının hesabını bildirince o:

“–Bunları ben kazandım!” diyerek îtiraz etti. Üstelik dünya malı onu ahmaklaştırdığı için Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a iftira etmeye bile yeltendi. Neticede dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek helâk edildi.

SON NEFESTE KİMİN KURTULACAĞI BİLİNMEZ

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de:

“…Son nefes(te kimin kurtulacağı) meçhuldür. Nice fâsık ve fâcir vardır ki, (tevbe edip istikâmete girerek) kâmil velîlerden olmuştur. Nice verâ sahibi sâlih kişiler de vardır ki, (nefislerine uyup istikâmetten ayrılarak) aşağıların en aşağısına düşmüşlerdir…”[2] buyurmuş ve birçok mektubunda, son nefesi îmân ile verebilmek için duâ talep etmiştir.

Bu sebeple Allâhʼın kullarını hor görüp küçümsemek yasaktır. Buna mukâbil, herhangi bir kimseye de sanki Cennetlik olacağını biliyormuş gibi teminat verircesine iltifatlarda bulunmak da son derece yanlıştır.

DÂİMA KENDİMİZİ KUSURLU VE NOKSAN GÖRMELİYİZ

Demek ki mânevî yolculukta, “ben artık kemâle erdim” diyerek veya kendinde mânevî bir üstünlük vehmederek gurur ve rehâvete kapılmak yoktur. Aksine; kendini dâimâ kusurlu ve noksan görüp gayreti artırmak esastır.

Şâir ne güzel söylemiş:

Çeşm-i insaf gibi kâmile mîzân olmaz,

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz…

Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri de:

“Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiy­le övünür durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman mârifet kemâle erer. Çünkü gerçek bilgi, bilmediğini bilmektir.” buyurmuştur.

HAVF VE RECÂ ARASINDA BİR HAYAT

Âhiretleri hakkında ilâhî teminat altında bulunan peygamberler dahî, “havf ve recâ / korku ve ümit” duyguları arasında dâimâ ilâhî rahmete sığınmışlardır.

Meselâ, maldan, candan ve evlâttan imtihan vererek Allâh’ın Halîl’i/dostu olan İbrahim -aleyhisselâm- âhiret endişesi içinde:

وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ

(Yâ Rabbi! Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.

PEYGAMBERİMİZ, AYAKLARI ŞİŞİNCEYE KADAR NAMAZ KILARDI

Allâhʼın Habîbi Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde namaz kılmış ve istiğfâr etmiştir. Niçin böyle yaptığı sorulunca da:

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurmuştur. (İbn-i Hibbân, II, 386)

Yine “Aşere-i Mübeşşere”, yani daha dünyada iken Cennet’le müjdelenen sahâbîlerden hiçbiri, nâil oldukları bu müjdeye güvenip kulluk vazifelerinde gevşeklik göstermemiş, aslâ gurur veya rehâvete kapılmamıştır. Aksine, büyük bir kalbî rikkatle, gayretlerini daha da artırma azmi içinde, örnek bir kulluk hayatı yaşamışlardır.

Şu hâdise, sahâbenin kalbî hassâsiyetine ne güzel bir misaldir:

PEYGAMBERİMİZ ÖVDÜĞÜ HÂLDE AHİRET ENDİŞESİYLE YAŞAYAN SAHABELER

Selmân-ı Fârisî -radıyallahu anh-, her hâliyle ve bilhassa da Allah yolundaki fedâkârâne gayretleriyle öyle mümtaz ve müstesnâ bir şahsiyet hâline gelmişti ki, Ensâr ve Muhâcirler:

“−Selmân bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz olmuş, hattâ bu hususta tartışmaya başlamışlardı. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- de hem onların arasını bulmak, hem de Selmân -radıyallahu anh-’ı taltîf etmek için:

“–Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurdular. (Hâkim, III, 691/6541; Heysemî, VI, 130; İbn-i Hişâm, III, 241; İbn-i Sa‘d, IV, 83)

Bu nebevî iltifata rağmen o mübârek sahâbî, büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde yaşamış, yüreği dâimâ âhiret endişesiyle titremiştir.

Nitekim iki kişi Hazret-i Selmân’a selâm verip:

“–Sen Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in sahâbîsi misin?” diye sordular. O da:

“–Bilmiyorum.” cevâbını verdi.

Gelenler; “Acaba yanlış birine mi geldik?” diye tereddüt edince, Selmân -radıyallahu anh- sözlerini şöyle îzah etti:

“–Ben Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte Cennet’e girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)

HİÇLİK VE TEVÂZU ÖRNEĞİ: HÂLİD BİN VELİD'İN VEFÂTI

İşte hiçlik ve tevâzuun şâheser bir misâli. Rasûlullah Efendimizʼin iltifatlarına rağmen, kendini kurtulmuş göremeyen, âkıbeti hakkında yüreği titreyen bir sahâbî îmânı…

Yine Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin medhine mazhar olan Hâlid bin Velid -radıyallahu anh-ʼın hâli de bu hassâsiyetin bir başka misâlidir:

İslâm tarihine sayısız zaferler armağan eden, Mûte günü elinde dokuz kılıç parçalanan[3], üç bin kişilik İslâm ordusuyla yüz bin kişilik düşmanın gözünü korkutan, Yermükʼte destanlar yazan, Sûriye fâtihi, nebevî ifâdeyle “Allâhʼın kılıcı” olan Hâlid bin Velid -radıyallahu anh- hicrî 21 yılında Humusʼta hastalanmıştı. Yanında silâh arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra da bir vicdan muhâsebesinde bulunarak şöyle dedi:

“‒Nice kılıçlar elimde parçalandı. İşte bu, ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen; hayatı hep savaş meydanlarında geçip yatak yüzü görmemiş olan bu Hâlidʼin âcizler gibi yatakta ölmesidir. Rasûlullâhʼın hiçbir ashâbı rahat yatağında ölmedi; ya harp meydanlarında veya uzak beldelerde dîn-i İslâmʼı yayarken gurbette şehîd oldu.

Âh Hâlid! Şehîd olamayan Hâlid!.. Şehidlik mertebesi hâriç, elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü boyunca dîn-i İslâmʼı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu böyle yatak üzerinde mi olacak?! Hâlbuki ölümümü harp meydanlarında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim.” dedi…

Sonra da:

“‒Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın.” dedi. Ayağa kaldırılınca:

“‒Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın.” diyerek kılıcına dayandı:

“‒Ölümü savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman atımı, muhârebelerde korkusuzca tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır.” buyurdu ve harp meydanında şehâdet şerbetini içebilmenin hasreti içinde yatağına düşüp kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslîm etti.[4]

SAHÂBE-İ KİRÂMIN SÂLİH AMELLLERLE DOLU HAYATI

İşte sahâbe-i kirâm, yalnızca sözde ve isimde değil, özde ve fiilde sahâbe idi. Her hâlleriyle Allah Rasûlüʼne râm olmuşlardı. Sâlih amellerle dolu hayatlarına rağmen kendilerini hiçbir zaman kurtulmuş görmeyip dâimâ kullukta gayret göstermişlerdi. Bu hâl, bütün müʼminlere örnek olmalıdır.

Hakîkaten kişinin mânevî kıymeti, gerçek mânâda âhirette belli olacaktır. Bu yüzden kula düşen; hiçlik ve acziyet hissiyâtı içinde, kulluğa devam etmektir. Bizler de son nefes endişesi sebebiyle hayatımızı her nefes Kitap ve Sünnetʼi yaşama gayreti içinde geçirmeli ve Yûsuf -aleyhisselâm-’ın;

تَوَفَّن۪ى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِح۪ينَ

“…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) niyâzını dilimizden düşürmemeliyiz.

ÂKIBETİMİZİ YALNIZ ALLAH TEÂLÂ BİLİR

Unutmayalım ki, hangi makamda olursak olalım, kendimizin de başkalarının da âkıbetini tâyinden âciziz. Bu hususta da dâimâ Rabbimizʼin rahmet, mağfiret ve inâyetine muhtâcız.

Nitekim Allah Teâlâ, Sevgili Rasûlʼünün şahsında bizlere:

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) buyurmak sûretiyle, son nefesimize kadar istikâmet üzere bir kulluk hayatı yaşamamızı emir buyurmaktadır.

Cenâb-ı Hak, -lûtf u keremiyle- âkıbetimizi hayreylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: [1] Bkz. el-A‘râf, 176 [2] Es‘ad Sâhib, Buğyetüʼl-Vâcid, s. 120-121, no: 16. [3] Bkz. Buhârî, Meğâzî, 44. [4] Bkz. Sâdık Dânâ, İslâm Kahramanları, I, sf. 68-69, Erkam Yayınları, İstanbul, 1990.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihânında Tasavvuf, Erkam Yayınları