Son Ramazan’ın Olabilir!
Ramazân-ı şerifler; kulluk hayatımızdaki nâdanlıkları, gafletleri, tefekkürden uzak geçen zamanları, durgunlukları, ihmalleri, zaafları silip süpüren; insanın mânevî hayatına yeni bir canlılık, zindelik, heyecan, şevk ve aşk getiren ilâhî hediyelerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın böyle bir lutfu olmasaydı, kendi gayret ve plânlamamızla böyle canlı ve feyizli bir ibâdet mevsimi ihdâs edemezdik. Gündüzü oruç ve mukabeleyle, akşamları cömert infak ve hizmet sofralarıyla, geceleri teravih ve seher ihyâsıyla dolu; bir aylık böyle bir mânevî kamp, ancak Rabbimiz’in lutfuyla nasip ve müyesser olmakta.
Doğrusu, bir ömrü Hakk’a kulluk içerisinde, bir Ramazan şuuruyla, oruç riyâzetiyle yaşamak îcâb eder. Her gecemizi, teravih ve sahur canlılığı içinde ihyâ etmemiz îcâb eder. Her seherimizi kadir gecesiymişçesine ibâdet, zikir ve tefekkürle kıymetlendirmemiz îcâb eder.
Ramazân-ı şerifler bize bu şuuru kazandırmak için lutfedilmiştir. Yıldan yıla bize bu idrâki hatırlatan ve şevk dolu bir vasat hazırlayarak, bizzat yaşatan ihsân-ı ilâhîdir.
Hâl böyle iken, bütün ömrü kulluk içerisinde yaşamak şuuru bir tarafa, Ramazanların kadrini dahî idrâk edememek ise, çok büyük bir hüsran ve bedbahtlık olur. Bu nimeti idrâk edememek, büyük bir nankörlük olur. Nitekim hadîs-i şerifte nakledildiği üzere Cebrâil (a.s.) Efendimiz hutbe îrâd ederlerken gelmiş:
“–Ramazâna yetişip de, ondan affedilmeden çıkan kimse; rahmetten uzak olsun!” diye bedduâ eylemiş, Allah Resûlü Efendimiz de bu duâya;
“–Âmîn!” demişlerdir. (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)
Bu rahmetten uzaklık bedbahtlığı, gaflet bataklığında boğulmakta olan bir kulun, semâdan kendisine uzanan rahmet ve mağfiret imdadına karşı sergilediği bîgâneliğin ve küstahlığın neticesidir.
Bu mânevî tehdidin endişesiyle Câfer-i Sâdık (r.a.) Ramazan ayının son gününde şöyle duâ ederdi:
“Ey Ramazân’ın Rabbi olan ve Kur’ân’ı nâzil eyleyen Allâh’ım! İşte, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği Ramazan mevsimi sona eriyor. Yâ Rabbî, bütün günahlarım affedilmeden fecrin doğmasından veya Ramazân’ın (ben hâlâ affedilmemiş olduğum hâlde) çıkıp gitmesinden, Kerîm olan Zât’ına sığınırım!” (İbnü’l-Cevzî, et-Tebsıra, II, 103)
Büyük fırsat ve imkânlar; kaçırılmaması, ziyân edilmemesi istikametinde, insanda böyle bir teyakkuz, uyanıklık ve zindelik meydana getirmelidir. Hele nefsin, fânî olduğu hakikatini idrakten sıyrılıp;
“Nasıl olsa bir Ramazan daha gelir!” ahmaklığına düşmesi ne hazin bir aldanıştır. Çünkü bir düşünmelidir:
YARINA ÇIKABİLECEĞİNE KİMİN GARANTİSİ VAR?
Zira, hepimiz şahidiz ki, geçen Ramazân-ı Şerif’te aramızda olup da, bu Ramazân’ı idrâk etmeye ömrü vefâ etmeyen nice kardeşlerimiz var. Ömür, nerede bitivereceği meçhul bir makara sûretinde… Akşamlar, sabahlar birbirini takip ettikçe hiç bitmeyecekmiş hissine kapılmak sadece gafilâne bir oyalanış… Bir gün her nefis ölümü tadacak. Rabbimiz’in bir Ramazân-ı şerif daha ikrâm edip etmeyeceğini kimse temin edemez.
Bu sebeple, hadîs-i şerifte îkaz buyurulmuştur:
“Vakit geçmeden önce namazı edâ etmekte tez davranın. Ölüm gelmeden önce tevbe etmekte acele edin.” (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, V, 65)
Esas hayat, âhirettir. Bu ömür, o esas hayatı kazanma sermayesidir. Dolayısıyla; kulluk, ibâdet, tevbe, yani takvâlı, dindar bir hayat sürmek; ömrün sonlarına tehir edilecek bir husus değildir.
Abdullah Dehlevî Hazretleri ömrün gayesini ne güzel ifade etmiştir:
“Dünya hayatı (âhiret karşısında sadece) bir günden ibarettir, o günde de oruç tutmamız (yani nefsimizi günahlardan, mâlâyânîden alıkoymamız) lâzımdır.”
Hayırlı işlerde acele etmek, Efendimiz’in hayat dolu talimatları arasındadır. Yine âyet-i kerîmede ihmalkârlığın hüsrânı şöyle tasvir buyurulmuştur:
“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (el-Münâfikûn, 10)
Dolayısıyla, ömür sermayesini, uhrevî mükâfatları elde etmekte; yani kullukta, ibâdette, takvânın îcâbı olan her türlü gayret ve fedâkârlıkta bol bol sarf etmek îcâb eder.
ÜMİDİN KESİLDİĞİ AN
Ölüm geldiğinde hayırlı işler yapmak için çok geç olur. Tevbenin kabul edilmediği tek an, işte o andır. Ömür boyunca sonuna kadar açık olan tevbe kapısı, işte o yeis ânında, dünya hayatına dönmekten ümidin kesildiği anda kapanır. Bu kapanış tefekkür edilirse bize şu mânâyı ilhâm eder:
Tevbe ertelenmemelidir, çünkü tevbe hayat içindir, istikamet üzere yaşamak içindir. Ölüm için değildir.
Tevbeyi ertelemekte, ömrü; nefsin arzuları istikametinde yaşayıp, son demlerde Hakk’ı râzı etmeye çalışmak şeklinde, hâşâ Allâh’ı kandırmaya kalkmak gibi bir sû-i niyet de barınırsa, kalplerde gizli hissiyâtı da en iyi şekilde bilen Cenâb-ı Hakk’ın, böyle bir kötü niyete, tevbe imkânı vermeyeceğini idrâk etmek gerekir.
Bu sebeple, insan dâimâ ölüm tefekkürü içerisinde yaşamalıdır. Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi ne güzeldir:
“Namaza durduğunda sanki son namazın gibi kıl! Yarın pişman olacağın şeyi söyleme; insanların (gafilâne) arzu ettiklerine arzu duymayı bırak!” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Sayı: 90
YORUMLAR