Şu Dört Kimseden Şiddetle Sakın

Mü’min, kendisine dâimâ Allâh’ı hatırlatan, devamlı fazîlet ve takvâ telkin eden kimseleri dost edinmelidir. Peki hikmet ehli ârifler kimlerden sıkınmamız gerektiğini söylüyor? İşte şiddetle sakınılması gereken dört kişi...

Mü’min, kendisine dâimâ Allâh’ı hatırlatan, devamlı fazîlet ve takvâ telkin eden kimseleri dost edinecek. Yağlı kâğıtta durmayan mürekkep gibi, gönlünde iyilik ve güzelliklerin durmadığı ağyâra gönlünü kaptırmayacak, öyle bir kimseyi dostluk pâyesine lâyık görmeyecek.

Hikmet ehli ârifler, gönlün kimlerden korunması gerektiği hususunda şöyle buyurmuşlardır:

“Oğlum, istediğin kimselerle arkadaş ol, fakat şu dört kimseden şiddetle sakın:

  1. Ahmakla arkadaş olmaktan sakın. Çünkü ahmak sana fayda vereceğim niyetiyle zarar verir.
  2. Hırslı, tamahkâr kimse ile arkadaş olma. Çünkü o seni bir lokma ekmeğe, bir yudum suya, bir çekirdeğe satmakta tereddüt etmez.
  3. Cimri ile arkadaş olma. Çünkü cimri, kendisine muhtaç olduğun bir vakitte seni mahrum eder.
  4. Korkakla da arkadaş olma. Çünkü o seni de, ana-babanı da rüsvâ eder, sonunda aldırmaz bile.”

Zemahşerî’nin beyan ettiği gibi:

“Sâdık dost, panzehirden hayırlı; fenâ dost da, zehirden daha zararlıdır.”

Yine bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Sâlih bir dosta sahip olmak, insanın saâdet ve selâmetindendir.” (Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Âdâbu’s-Sohbe, s. 52, hadis no: 28)

Gönlümüzü bir muhâsebeye çekelim:

–Biz kimleri kendimize dost ediniyoruz?

–Dost edindiklerimizin vasıfları neler?

Meselâ dost edindiğimiz kimselerin dilinde ne var?

Zira dil; kalbin tercümanı, gönlün aynasıdır. Dolayısıyla dil neyi çok zikrediyorsa, esâsında gönülde o vardır.

Yani dost edindiğimiz kimse, söz ve davranışlarıyla Allâhʼı, Rasûl’ünü, âhireti hatırlatıyorsa, o kimsenin gönül tahtında Allah ve Rasûl’ü vardır. Böyle bir kimse ile dostluk, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın ifadesiyle kolay ele geçmeyen bir devlettir. O dostu kaybetmemeye çalışmak lâzımdır.

Fakat dostluk kurmaya çalıştığımız kimsenin dili, dâimâ gönül yaralıyor, yalnız paradan-puldan, dünyevî mevzulardan bahsediyorsa, böyle bir kimse de dünyanın esiri olmuş demektir. Onunla kurulacak dostluk, kişiyi âhiret fukarâlığına dûçâr eder. Ebedî saâdetini mahveder.

Yine dost edindiğimiz kimsenin hâl ve fiilleri nasıl?

Allah ve Rasûl’ünün râzı olacağı bir şekilde yaşıyor mu? Hayatını Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde sürdürüyor mü? Gönüllere hayat vermenin gayretiyle bir hizmetten diğer bir hizmete koşuyor mu? Dünya ile âhireti tercih söz konusu olduğunda, dâimâ âhireti tercih edebiliyor mu?

Şâyet öyle ise, mü’mine yakışan, o dostun kıymetini bilmek ve ona vefâ göstermektir. Zâten îman da bir vefâ tezâhürüdür. Vefâlı olmak, takvâ üzere yaşamaktır. Nitekim Rabbimiz, müttakî kulların vasıflarından birinin de ahitlerine vefâ göstermek olduğunu zikrediyor Kur’ân-ı Kerîm’de.[1]

Bir toplum içinde yaşıyoruz. Civârımızda elimizin, gönlümüzün ulaşabildiği bütün kardeşlerimizi bu vefâ dairesinin içine almak da mü’min olmanın bir şiârıdır elbette… Din kardeşlerimizin acılarını ve sevinçlerini paylaşmakla onlara vefâmızı göstereceğiz. Dostumuzun bir ihtiyacını gidermek, bir eksiğini telafi etmek için koşturmakla vefâmızı göstereceğiz. Aslında mü’minin, dostuna gösterdiği bu vefâ, Allâh’a ve Rasûl’üne gösterdiği vefânın bir tezahürüdür. Zira mü’minleri birbirine kardeş kılan, Cenâb-ı Hak’tır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatı da baştan başa vefâ tezahürleriyle doludur. Meselâ Habeşistan’dan elçiler gelmişti. Rasûlullah Efendimiz onlarla yakından ilgilendi ve hattâ onlara bizzat hizmet etti. Ashâb-ı kirâm, Efendimiz’e bu hizmeti kendilerine bırakmalarını arz ettiler. Efendimiz ise onlara, eşsiz bir vefâ tezâhürü olan şu ifadelerle mukâbelede bulundu:

“–Bunlar Habeşistan’a hicret etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikram etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 518, VII, 436)

Yermük Harbi’nde vukû bulan bir hâdise de, din kardeşliğinin nasıl bir vefâ ikliminde yaşanması gerektiğini göstermesi bakımından çok câlib-i dikkattir.

Üç sahâbî, harpte kılıç ve mızrak darbeleri ile yaralanmış, düştükleri sıcak kumlarda bir damla suya hasret şekilde şehâdeti bekliyorlardı. Huzeyfe -radıyallâhu anh- elinde bir kırba su ile bu üç sahâbînin yanına vardı. Hepsi de îsâr gösterip o çöl sıcağında din kardeşini nefsine tercih ederek ona ikram edebilmenin mânevî lezzeti içinde şehâdet şerbetini içtiler. Böylelikle kardeşliğin nasıl bir vefâ ufkunda yaşanması gerektiğini ümmete tâlim buyurdular.

Vefâ, -başta kulluk ve dostlukta olmak üzere- her hususta aranan ve arzulanan bir vasıftır ki, karşılığı da ancak vefâdır. Mevlânâ Hazretleri bu nükteyi ne güzel îzah eder:

“Aşk, muhabbet ve dostluk gibi hususların cümlesi vefâya bağlıdırlar ve dâimâ vefâlı olan kimseyi ararlar. Onlar, vefâsız bir gönle aslâ yaklaşmazlar.”

“Kalem: «Vefânın karşılığı vefâ; cefânın karşılığı da cefâdır.» diye yazmış ve mürekkebi de kurumuştur.”

“Bir pâdişah, kendisine hâinlik eden kimse oğlu bile olsa onun başını gövdesinden ayırıverir. Fakat bir Hintli köle pâdişaha vefâ gösterirse, eller o köleyi «çok yaşa» diye alkışlar… Onun gördüğü îtibârı yüzlerce vezir göremez.”

“Köle de ne ki; eğer bir kapıda vefâlı olan köpek dahî olsa, sahibinin gönlünde ona karşı yüzlerce râzılık, yüzlerce memnûniyet duygusu yeşerir. Sahibi o köpeği muhabbetle okşar…”

Mü’minin en mühim vefâsı, elest bezminde[2] vermiş olduğu söz dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’a göstermesi gereken vefâdır.

Cenâb-ı Hakk’a olan vefâ da, ancak O’nun emirlerine riâyetle gerçekleşir. İslâm’ı bir bütün olarak yaşamakla, hayatın hiçbir noktasında İslâm’ı geri plana atmamakla ortaya konulur.

Ondan sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e vefâ gelmektedir ki, bizlere bıraktığı iki emânete, yani Kitap ve Sünnet’e[3] sahip çıkmakla yaşanır.

Rabbimiz, cümlemize sâlih ve sâdık dostlar lûtfeylesin. Kulluğunda vefâ gösterip sâlihlerle birlikte huzûruna çıkabilmeyi ihsan buyursun. Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Bakara, 177.

[2] Bkz. el-A‘râf, 172.

[3] Bkz. Muvattâ, Kader, 3.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Ocak Sayı: 203

İslam ve İhsan

EN HAYIRLI VE FAZİLETLİ DOSTLUK

En Hayırlı ve Faziletli Dostluk

GERÇEK DOSTLUK NEDİR?

Gerçek Dostluk Nedir?

MÜ'MİNLERİN DOSTU

Mü'minlerin Dostu

DOSTUNA DİKKAT ET!

Dostuna Dikkat Et!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.