"su Kasidesi"nin Anlamı Nedir?
Divân şairi Fuzuli'nin "Su Kasidesi" şiirinde saklı olan mânâlar...
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâre su
(Ben dudağını özlüyorum, sofular ise Kevser istiyorlar. Nitekim sarhoşa şarap, aklı başında olana da su içmek hoş gelir.)
ŞİİRDEKİ GÜZELLİK
Sanatlar: Haram ve helâl olma bakımından “su-şarap”, “ayık ve baygın” mânâsında “mest-hûş-yâr” kelimeleri arasında “tezat”; kendini sarhoşa, zâhidleri de aklı başında olanlara benzetmesi “teşbih”; “mest-mey-su-içmek” kelimeleri arasında “tenâsüb”; “men, leb, zühhâd ve kevser” kelimeleri sıralandıktan sonra bunlarla ilgili ve tamamlayıcı nitelikte, paralelindeki “mest, mey, hûş-yar ve su” kelimelerinin kullanılmasıyla ve ikinci mısrada belli bir düzen içinde söylenmesiyle “Leff-ü neşr” sanatı yapılmıştır.
Gönül Gözü ile Mânâsı: Yâ Rasûlâllah! Sen’in dudağından, Sen’in fem-i muhsininden çıkan bir söz, biz Ümmet-i Muhammed’e candır; hayattır, ölü ruhlarımızı dirilten bir şifadır. Senin iltifâtına mazhar olmak, aklımızı başımızdan alan, bizi mest eden bir mutluluk sebebidir. Sana yakın olmak, bizim için âhiretteki “Kevser” havuzuna kavuşmaktan daha büyük bir bahtiyarlık sebebidir.
“Abd: kul” oluşu, bütün derinliği ile hissedip yaşayan âşıklar; birçok kimsenin amellerini, keyfiyetten (mâhiyet ve derinlikten) ziyâde kemmiyyet (sayı) olarak yaptığından şikâyetçidirler. Yine onlara göre ibadetlerin gâyesi, sadece Kevser havuzundan içmek, cennete girmek ve cehennemden korunmak olmamalıdır.
İbâdetin asıl gâyesi, Allâh’ın ve Rasûlü’nün muhabbetine mazhar olmak, onların rızâsına kavuşmak olmalıdır. Bu mânevî mükâfatlar, diğer bütün mükâfâtların üstündedir. Sadece maddî mükâfatlar bekleyerek yapılan ibadetler, kulluğun başlangıcında olan insanlar içindir.
ALLAH'A GİDEN YOLLAR
Şair İbrahim Yurtören’in de dediği gibi:
Sevgi bahşolmuş ezelden bize
Sizde bir türlü, bizde bir türlü
Herkesin sevgiden nasibi farklı olduğu gibi, kulluktan nasibi de farklı farklıdır. Kimi cehennem korkusu, kimi cennet arzusu, kimi de Cemâl-i ilâhîden mahrûmiyet kaygısı ile ibadet eder. Aslında “Allâh’a giden yollar, kulların nefesleri adedince”dir. Rabbimiz, kimin daha güzel ve makbul amel yaptığını, kıyamet gününde kendisine bildirecektir.
Herkes kendi gücü, takati, merakı, kapasitesi, çalışma ve gayreti neticesinde farklı şekillerde Allâh’a giden bir yol bulabilir. Ancak “nasipten öteye hiçbir şey olmayacağı” unutulmamalıdır. Neticede her şey, Allâh’ın lütfu ve takdîri iledir.
Lâkin değişmez bir hakikat daha vardır: Herkes neye niyetlendiyse, ona göre yaşar ve karşılığında o istediğini bulur. Çünkü “Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39)
HAK'TA FANİ OLMAK
Tarikat, hakikat ve marifet ehlinin tasavvuftaki seyirlerine gelince, onlar, bu hayattaki gâyeleri şu şekilde sıralamışlardır:
Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmedçâr terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk
İlk basamak, “terk-i dünya”dır. Bu, “dünya menfaati, dünya sevgisi ve dünyayı kaybetme korkusu için iş yapmamak” mânâsındadır. Gâye, âhiret odaklıdır. Cennet sevgisi, cehennem korkusu ile dünyanın fânî oluşu her an gündemdedir.
İkinci basamak, “terk-i ukbâ”dır. Âhiretteki nîmetlerin bile daha yüce bir gâye uğruna gözden çıkarılmasıdır. Allâh’ın rızâsına kavuşmak temel gâye hâline gelir ve âhiretteki nîmetler, bu rızânın gölgesinde kalır.
Son basamak ise, “terk-i hestî”, yani kendi varlığını terk edip Hak’ta fânî olmak demektir. Böylece kişi, her şeyi Allâh’ın tercih ve irâdesine bırakmış; ilâhî kaderin akışına teslim olmuş, tek gâyesini Allâh’ın hükmüne boyun eğmek ve bunun karşısında başına ne gelirse gelsin râzı olmak şeklinde sıralamıştır. Başına gelen veya gelecek olan şeyler için bir üzüntü veya sevinç hissetmez. O her türlü beşerî duygu ve isteği terk etmiş, ilâhî fermâna bütün benliği ile teslim olmuştur.
Nihâî olarak, Hak şarabıyla mest olan kişi; dünya işlerinde kazandığına mesrur, kaybettiğine de mahzun olmaz. Cennette mü’minlere vaat edilen nimetlere de Yûnus’un şu nazarıyla bakar:
“Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver Sen ânı, bana Seni gerek Seni”
İLAHİ AŞK BÖYLEDİR
Hazret-i Mevlânâ’nın mânâ âleminin sarrafı olması, Hazret-i Şems’le tanışması ve bi’l-vesile aşka düşmesi ile başlamıştır. Böylece o, İlâhî cemâlin güzelliğine mest olmuş, ilâhî aşkın kıvılcımları ile tutuşmuştur. Aşk ateşine düşen kişi, sevdiğinden başkasını düşünemeyecek hâle gelir. İlâhî aşk da böyledir. Kişinin murâdı, Allah Teâlâ’ya kavuşmak olunca, onu bundan uzaklaştıran her türlü meşguliyet ve nâiliyet, mükâfâttan çok cezâ hâline dönüşür.
Hadîs-i kudsîde rivâyet edildiği gibi, Peygamber Efendimiz olmasaydı biz varlık âleminde mevcud olmayacak, Hâlık-ı zü’l-Celâl Rabbimizi hakkıyla tanımayacak, takdir edemeyecektik. Mârifetullah ve muhabbetullâhın vesilesi, Peygamber Efendimiz’dir. O hâlde O’na olan muhabbet, bizi Rabbimize yaklaştıracak ve O’nu sevdirececektir.
HAKK'IN PEŞİNDE
Fuzûlî’nin beytine geri dönersek; “Dudak” kırmızı oluşuyla şaraba benzetilmiş ve Hak aşkıyla kendinden geçen ve sarhoş olan âşıkın içeceği olmuştur. Tasavvufî mânâda dudağı temsîlen zikredilen “şarap”, tek oluşuyla “birlik ve vahdâniyeti” ifade eder.
Nasibi olan herkes tarafından içilecek bir su olduğu için “Kevser” kelimesi de, “kesret”in yani çokluğun ifadesi olarak kabul görür. Fuzûlî:
“Ben, tek ve vâcibu’l-vücud olan Hakk’ın peşindeyim. Amellerim cennet menfaati kazanmak için değildir. Bu, ibadetlerini Hak rızâsı için değil, sırf cennete girmek için yapan sofulara mahsustur.” demek istemektedir âdeta…
Yaratan aşkıyla kendinden geçmenin makbul oluşu; vahyin imbiğinden ve tasavvuf neşvesinden açılan bir pencereyle hayata bakan Necip Fâzıl’ın şu mısralarında ne güzel ifadesini bulur:
“Yum gözünü, kalbine her an yokluğu üfür!
Kendinden geçmek îman; kendinde olmak küfür!..”
Kaynak: Meliha Aydınlı, Şebnem Dergisi, 127. Sayı, Eylül 2015
YORUMLAR