Sufilerin Önem Verdiği Özellik
İmam Rabbani’ye göre tasavvuf, zahiri ilimler olmadan olmaz. Maneviyatın neşri ise satırlardan değil sadırlardan yani kalplerden kalbe olacaktır. Bu sebeple tasavvufi kitapları okumaktan çok onları yaşayan insanların beraberlikleri salike fayda verecektir.
Sufilerin en önemli tarafı amele verdikleri önemdir. Onlara göre sadece bilmek yetmez esas önemli olan yaşamaktır. Zira Kuran-ı Kerim sahip olduğu ilmi yaşamayan Beni İsrail âlimlerini kitap yüklü merkeplere benzetmiştir (Cuma, 5). Ne var ki ilim olmadan yapılan amel de insanı sapıklığa, bidatlara götürür. Bu konuda sufilerin ölçüsü İmam Malik’in şu sözü olmuştur:
“Kim tasavvuf ilimlerine dalar da fıkıh ilmini ihmal ederse zındık olur, kim de fıkıh ilmini öğrenir tasavvuf ve diğer manevi ilimlerden uzak kalırsa fâsık olur, bu ikisini kendinde cem eden ise hakikat ehli olur.”
İmam Malik’in bu sözü günümüzdeki maneviyat ehli için çok önemlidir. Zira bazı sufiler zahiri ilimleri kabuk ilmi, kışır ilmi diyerek küçümserken, zahiri ilim sahipleri de manevi terbiye ve tezkiye yolu olan tasavvufu ve sufileri küçümsemekte, tasavvufu uçan kaçan insanların hayal dünyası olarak görmektedirler.
SUFİLERİN İLİM HUSUSUNDAKİ HATALARI
Sufilerin ilim konusundaki bu hatalı tutumu maazallah onları zındıklığa götürmektedir. Şöyle ki ilimden uzak duran cahil sufi ya kendi gördüğü rüyalara ya da etrafındakilerin her tür keşif ve ilhamlarına körü körüne inanacaktır. Sap ile samanı birbirine karıştıracak, akidesini bile zamanla İslam inancının dışına çıkaracaktır. Mesela şeyhinin her şeyi görüp bildiği, kıyamette kesinlikle kendini kurtaracağı gibi bunun da ötesinde haramları helal saymak gibi ibahilik bataklığına düşeceklerdir. Nitekim daha İmam Rabbani zamanında bile onun halifeleri arasında yanlış işler yapan ve itikada ters işlerde bulunanlar görülmüştür. İnsana secde yasaklandığı halde kendisine secde edilmesine müsaade eden böyle birine şu uyarıda bulunur:
Şunu da ifade edeyim ki, muteber kişilerin anlattığına göre, halîfelerinizden bazıları için mürîdleri yeri öpmekle yetinmeyip secde ediyorlarmış. Bu işin kötülüğü güneşten daha açıktır. Onları bundan menediniz ve şiddetle yasaklayınız. Bu tür fiillerden sakınmak, herkes için gereklidir, özellikle de halka önder olan kişiler için. Onun için bu tür işlerden uzak durmak en zarûrî şeylerdendir. Çünkü takipçileri onun amellerine uyacaklar ve belâya düşeceklerdir.
AMELLERİN ÖNEM SIRASI
Yukarıda zikri geçen uygulama insanın itikadını ilgilendiren son derece tehlikeli bir durum iken bir de itikadı ilgilendirmeyen ama amellerin önem sırasını birbirine karıştırmaya yönelik durumlar vardır. Amellerin önem sırası ancak onlar hakkındaki hükümleri öğrenmekle olur. Bu konuda İmam Rabbani şöyle der:
Sufilerin ilimleri hâl ilmidir. Haller ise amellerin neticesinde ortaya çıkar. Hallerin doğru olması ise salikin amellerini düzgün ve hakkıyla yapmasına bağlıdır. Amelleri düzgün yapmak ise onları tanımak, ve her birinin özelliklerini bilmekle mümkün olur. Bu da namaz, oruç gibi konularda şeriatın ahkâmını ve evlenme, boşanma, alış veriş gibi beşeri ilişkilerdeki muamelatı bilmekle olur. (29. Mektup)
İmam’a göre bu tür ilmihal bilgilerini çalışarak herkes öğrenebilir, ve bu ilimlerden sufi olsun olmasın hiç kimse müstağni kalamaz. Hatta kesbi olan bu tür ilimleri gayret ederek öğrenmeyenler çok daha zor olan vehbî ilimlere ulaşamaz. Bu sebeple İmam, tasavvufi sohbetlerde sadece sufi kitaplarının okunmamasını bunun yanında fıkhi eserler de okunmasını tavsiye eder:
“O halde şerefli meclislerimizde tasavvufi eserler okunduğu gibi, fıkıh kitapları da okunmalıdır. Farsça yazılmış fıkıh kitapları çoktur.” İmam daha da ileri giderek şöyle der: “hatta meclislerimizde tasavvuf kitapları okunmasa zararı yoktur. Çünkü onlar hallerle ilgilidir. Söz ve lafa sığmazlar. Halbuki fıkıh kitapları okumamakta zarar ihtimali vardır. (29. Mektup)
İmam Rabbani’nin bu sözleri gerçekten ilginçtir. Zira ona göre tasavvuf zahiri ilimler olmadan olmaz. Maneviyatın neşri ise satırlardan değil sadırlardan yani kalplerden kalbe olacaktır. Bu sebeple tasavvufi kitapları okumaktan çok onları yaşayan insanların beraberlikleri salike fayda verecektir. İmam aynı mektubunda ilim olmadığında sufilerin düşebilecekleri hataları şu şekilde beyan eder:
SUFİLERİN DÜŞEBİLECEĞİ HATALAR
Kulu Allah Teâlâ’ya yaklaştıran ameller ya farzdır, ya da nâfile. Farzların yanında nâfilelerin hiçbir değeri yoktur. Bir vakitte farzlardan bir farzı edâ etmek, hâlis niyetle olsa bile bin sene nâfile edâ etmekten daha iyidir. Bu nâfileler ister namaz türünden olsun, ister oruç, zikir, tefekkür ve benzeri türden, fark etmez. Hattâ şunu söyleyebiliriz: Farzları edâ ederken sünnetlerden bir sünnet ya da edeblerden bir edebe riâyet etmek de bunun gibidir.
Nakledilmiştir ki, bir gün Emîrü’l-mü’minîn Hz. Ömer (r.a.) sabah namazını cemâatle kıldı. Namazdan sonra cemaate baktı. O esnâda arkadaşlarından birini göremedi ve: “Falan arkadaş cemaate gelmedi mi?” diye sordu. Oradakiler: “O arkadaş gecenin çoğunu uyanık (nâfile ibâdetle) geçiriyor, muhtemelen şimdi uyuyup kalmıştır” diye cevap verdiler. Hz. Ömer buyurdu ki: “Bütün gece uyusaydı da sabah namazını cemaatle kılsaydı daha iyi olurdu.”
SUFİLERDE İLİM VE MARİFET DENGESİ
Sufiler arasında ilim ve marifet dengesine ehemmiyet vererek zülcenaheyn olan o kadar büyük zevat vardır ki, bizim yakın tarihimizde yaşayan İsmail Hakkı Bursevi gibi tefsir yazanlar, İbrahim Hakkı Erzurumi gibi her ilim dalında bir şaheser olan tüm marifetleri kendinde cem etmiş adı üstünde “Marifetname” telif edenler bunlara güzel birer örnektir. Bu tür büyük Allah dostları arasında olan Bahru’l -medîd adlı tefsirin müellifi İbn Acibe ilim tahsilini şu şekilde anlatır:
Allah’a hamd olsun, ilim tahsilimiz ibadet hayatımızla başbaşa gidiyordu. Gece namazına (teheccüde) kalkmadığımız günler çok nadirdi. Geceyi üçe bölmeyi âdet edinmiştim. İlk üçte birini uykuyla, ikincisini teheccüdle, son üçte birini de ilim mütalaasıyla geçirirdim. Kendimi ilim ve ibadete vermek için yalnızlığa alışmıştım, hiç bir ilim meclisine de abdestsiz oturmazdım. (İbn Acîbe, el-Fehrese, s.32)
İmam Malik’in de belirttiği üzere marifete ulaşanlar İbn Acibe örneğinde olduğu gibi ilim-amel-ibadet dengesini koruyan kimselerdir. Sufilerin marifetleri Allah’ın emirlerini yerine getirme sonucunda ortaya çıkar. “Ben insanı Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 56) ayetinin yorumunda İbn Abbas Hazretleri ibadeti “beni tanısınlar” diye tefsir etmiştir. Bu da aslında Allah’ı tanımanın yani marifete ulaşmanın O’na O’nun istediği şekilde ibadet etmekten geçtiğini göstermektedir.
ŞERİATI YAŞAMAYANA İTİBAR ETME!
Peki bugün tasavvuf adına ortaya çıkan ve kendilerinde derin marifetler bulunduğunu iddia ettikleri halde şeriati yaşamayan, farzları yerine getirmeyen özellikle de haramlardan kaçınmayan ama muhtelif zikirlerle meşgul olan kimselerin durumu nedir? Zira bu insanlar da sufilerin tefekkür, zikir gibi bazı uygulamalarını yerine getirmekte, İbn Arabi ve Mevlana hazretleri gibi Allah dostlarının sözlerinden güzel nasihatleri dile getirmektedirler.
İmam Rabbani’ye göre şeriati yaşamadıkça bu tür insanların sözlerine ve hallerine itibar edilmez. Zira bu tür insanlar Allah’ın emirlerine göre değil de kendi heva ve heveslerine göre bir manevi hayat uydurmanın peşindedirler. İmam bu tür insanları uzak doğu mistiklerin yoga yapan Budist ve Hinduların din adamlarına benzetmektedir. Zira onlar da özellikle yoga gibi tefekküri uygulamalarla bazı gizli bilgilere ulaşabilmektedirler:
Peygamberlerin gönderilmesinden ve dînî emirlerden maksad, bu nefs-i emmârenin (insanı kötülüğe teşvik eden nefsin) âciz bırakılması ve ezilmesidir. Dinler ve dînî kurallar nefsin arzularını ortadan kaldırmak için gelmiştir. Kişi dînî emirlere uygun olarak yaşadığı nisbette nefsin arzuları azalır. Bu sebeple nefsin arzularını yok etme konusunda bir tek dînî emri yerine getirmek, kişinin kendi tercihiyle bin sene riyâzat ve mücâhede çekmesinden (az yemek, az uyumak gibi meşakkatlere katlanmasından) daha iyidir. Hattâ şerîatin gereği olarak yapılmayan bu riyâzat ve mücâhedeler, nefsin arularını daha da güçlendirir ve destekler. Brahmanlar ve Yogiler riyâzat ve mücâhedede kusur etmemişlerdir. Ama nefsi takviye etmekten başka bir fayda ellerine geçmemiş ve onu terbiye edememişlerdir.
ŞERİAT DIŞINDA MANEVİYAT ARAYAN NEFSİNİ GÜÇLENDİRİR
Meselâ nefsi ezme konusunda şerîatin emri olan zekât adına bir dinar vermek, (kendi nefsince) bin dinar vermekten daha faydalıdır. Nefsin arzusunu ortadan kaldırma konusunda şerîatin emri olarak Ramazan bayramında oruç tutmayıp yemek, kendiliğinden yıllarca oruç tutmaktan daha faydalıdır. Sabah namazının iki rekâtını cemaatle edâ etmek -ki bu, sünnetlerden birini yerine getirmektir- bütün gece nâfile namaz kılıp sabah namazını cemâatsiz (ferdî olarak) kılmaktan daha iyidir.
İmam Rabbani böylece şeriat dışında maneviyat arayan ve kendilerince de bazı bilgilere ulaşan kimselerin aslında ruhlarını değil nefislerini güçlendirdiğini ama bunun farkında olmadıklarını ifade etmektedir. Zira gerçek nefis terbiyesi sadece şeriat ile mümkündür. Şeriat sadece insanlar arası ilişkileri düzenlemez ayrıca insanın nefisini de en güzel şekilde terbiye eder. Allah’ın kanunları ve emirleri dışında muhtelif uygulamalarla bazı bilgi kırıntılarını elde edenler ve etrafına kuru kalabalıklar toplayanlar sadece istidrac sahibi kimselerdir. Maalesef bugün tasavvuf ve marifet adına kendilerini şeriattan müstağni gören, ezberledikleri sufi sözleri ile göz boyayan nice insanlar vardır. Hz. Mevlana bu tür kimseleri ördek avlamak için göl kenarında ördek sesi taklid eden avcılara benzetir. Onlar taklid ettikleri seslerin manasını anlamaz tek dertleri zavallı hayvanları avlamaktır. Bunlar hem kendileri sapmış hem de başkalarını saptırmışlardır. Ehli sünnet sufileri yollarını bu tür sapkınlardan koruma konusunda dikkatli olmalı, onların yalancı sözlerine kanmamalıdır.
MANEVİYATTAN UZAK İLİM ERBABI DA İNSANLIĞA REHBERLİK EDEMEYECEK
Bu yazımız daha çok sufi meşrep insanlara hitap etmekle beraber İmam Malik’in nasihatinin ikinci bölümü ise sadece zahiri ilimlerle yetinip de maneviyattan, nefis tezkiyesinden, teheccüdden, evrattan bihaber olan, dini sadece fıkıhtan ibaret gören ilim ehline olacaktır. Nasıl sufilerin ilimden uzak kalması onları zındıklığa ve küfre düşürebilecek ise aynı şekilde maneviyattan uzak ilim erbabı da insanlara rehberlik edemeyecek, hatta İmam Malik’in ifade ettiği üzere fıska düşecektir.
Bugün televizyonlara çıkıp islam hakkında ahkam kesen dinin daha iyi yaşanması yerine onun sağını solunu budamaya çalışan, İslam’da başörtüsü yoktur, o yoktur bu yoktur diye dini azaltma gayretinde olan nice ilim adamı müsveddesi maalesef bu tür fısk ehli kimselere örnektir. Özellikle içinde bulunduğumuz mübarek ayı eğlence ayına çevirmeye gayret eden bazı kanallara alet olan bu tür ilim erbabı maneviyatsızlığın insanı nerelere götürebileceğini bizlere göstermektedir.
DİN BÜYÜKLERİNDEN BİRİNE ŞEYTANIN TUZAĞI
İmam Rabbani hazretleri manevi hayattan uzak nefis tezkiyesinden geçmemiş kötü alimlerin İslam’a verdiği zararı şöyle ifade eder:
Din büyüklerinden birisi şeytanı boş otururken gördü. Şeytan insanları yoldan çıkarmak ve vesvese vermekle zihnini meşgul etmiyordu. O zât bu işin hikmetini sordu. Şeytan: Bu dönemde kötü âlimler bana çok yardım ettiler ve beni bu işle uğraşmaktan kurtardılar, diye cevap verdi. Gerçekten de bu dönemde din işlerinde zuhûr eden gevşeklik, yağcılık (ikiyüzlülük) ve dîni yayma konusundaki her eksiklik, kötü âlimlerin ve niyetlerinin bozukluğundandır. (29. mektup)
Yüce Rabbimizden niyazımız bizi zülcenaheyn kılması, hem zahiri ilimlerde hem de tasavvufi marifetlerde bizleri nasibdar etmesidir.
Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Temmuz 2015, 353. Sayı