Sufinin Her Şeyden El Ayak Çekmesi Makbul Değil!

Cemiyet Hayatımız

İmam Rabbânî, dünyaya sevginin alâmeti olarak insanın dünyevî menfaatlerini Allah’ın emirlerine tercih etmesini göstermiştir. Dünya işi ile âhiret işi çatıştığında veya Allah’ın emri ile nefsinin arzusu çatıştığında hangi tarafı tutuyorsak o tarafı seviyoruz demektir.

Allah Teâlâ bu âlemi bizim hizmetimiz için yaratmış kendisine kul olalım hizmetinde bulunalım diye bizlere nice güzel uzuvlar vermiştir. Ne var ki insan Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği bu güçleri çoğu zaman kontrolsüz bir şekilde ve kötü yollarda kullanmıştır. İnsanlar arasında kendilerine her açıdan sâhip olabilen, nefislerini tam kontrol altına alarak yüce Rabbimizin huzûrunda gibi yaşayan yüksek ruhlu örnekler peygamberlerdir. Onlar zâhirî ve bâtınî tüm âzâlarını ilâhî emirlere uygun şekilde kullanırlar. Bu sebeple gerçek mânâda nefsin tasallutundan kurtulan ve hürriyete kavuşanlar peygamberlerdir.

Ehl-i tasavvuf ise öncelikle Peygamber Efendimizin (s.a.) ve Kur’an’da zikri geçen peygamberlerin yüce hâllerini, nefs tezkiyesi yolu ile inananlara transfer etme gayretindedirler. Zîrâ âlimler ve ârifler Peygamberimizin muhtelif özelliklerine vâris olmuşlardır. Bu ulvî özellikler arasında insanı nefse ve dünyaya kölelikten kurtarma yollarını daha çok sûfîler tevârüs ettirmiştir. Onların başlıca işleri insandaki kalbî hastalıkları tedâvi etmek, bâtınî hastalıklara merhem olmaktır ki İmam Rabbânî bu durumu şöyle ifâde eder: “Ehlullâh, kalbî hastalıkların tabipleridir. Bâtınî ârızaların izâlesi bu büyüklerin teveccühüne bağlıdır. Onların kelâmları devâ, nazarları şifâdır. Onlar öyle bir kavimdir ki onların meclisinde şakî bulunmaz.”

TEVHİDİN TÜM MERTEBELERİ

Zîrâ ihlâsın hakîkatine ermiş olan bu Allah dostları, gönüllerini tamâmen Rablerine bağlamışlar, O’ndan başka her şeyden yüz çevirmişlerdir. İmânın kemâline ermiş tevhidin tüm mertebelerini elde etmişlerdir. Hazreti Mevlânâ, Allah Teâlâ’nın bu tür gönül insanlarına verdiği değeri Mesnevî’sinde Gazneli Mahmud’un bir Şii kasabasını alması ile örnek verir. Kasaba ehline “Eğer bana bir tane ismi Ebû Bekir olan adam getirmezseniz hepinizi kılıçtan geçiririm” der, bunun üzerine kasaba halkı bu isimde bir Müslüman aramaya başlarlar, ama bir türlü bulamazlar. Sonunda şehrin dış mahallelerinde yıkıntı bir yerde hastalığından dolayı mahsur kalmış bir Ebû Bekir bulurlar da canlarını onun hatırına kurtarırlar.

Yine Mevlânâ’nın ifâdesi ile her padişah kendini gerçekten seven köleye köle olur. Bu sebeple dünyâ hayâtında bile sevgi şirk kabul etmez iken acaba Rabbimizin huzûrunda sevgide şirk kabul edilir mi? İmam Rabbânî bu durumu şöyle ifade eder: “Bâtınî hastalıkların başı ve mânevî arızaların anası kalbin Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın dışında bir şeye/mâsivâya bağlanmasıdır. Bu alâkadan bütünüyle kurtulmadıkça selâmet bulması imkânsızdır. Çünkü Celle Sultanuhû Hazretlerinin huzurunda ortaklığa asla yer yoktur. “İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah’ındır” (Zümer, 39/3). Ortak koşmak böyle iken Allah’a şirk koşulanı daha üstün görmek nasıl olur! (73:109)

ALLAH'IN EMRİ İLE NEFSİN ARZUSU ÇATIŞTIĞINDA HANGİ TARAFI TUTUYORUZ?

İmam’a göre bir insanın kendini yaratan ve ona bütün nimetleri bahşeden Rabbini bırakıp da yine kendisine müsahhar kılınan dünyanın güzelliklerine âşık olması tam bir hamâkat örneğidir.

İmam Rabbânî, dünyaya sevginin alâmeti olarak insanın dünyevî menfaatlerini Allah’ın emirlerine tercih etmesini göstermiştir. Dünya işi ile âhiret işi çatıştığında veya Allah’ın emri ile nefsinin arzusu çatıştığında hangi tarafı tutuyorsak o tarafı seviyoruz demektir. Her dâim nefsin tarafını tutanlar yüce kitabımızda nefse tapan putperestler olarak tâbir edilmiştir: “Nefsini kendine ilah edineni gördün mü?” (Furkan, 43)

Hâlbuki Allah Teâlâ hem bâtınımızı hem de zâhirî hayatımızı kendisine tahsis etmemizi istemektedir. Nitekim sadece zâhiri ile dine tâbî olup da bâtınlarını küfür ve nifaktan temizlemeyenler münâfık olarak isimlendirilmiştir. İmam Rabbânî ayrıca insanın kâinattaki her tür varlık ile alâka kurmasını onun câmî varlık olmasına bağlar. Hayvanlar belli şeylere ihtiyaç duyarken, insan âlemdeki pek çok şeye muhtaçtır ve onlarla ilişki içindedir. Bu onun halîfe olmasının gereğidir. Zira padişahlar kendi idâresi altındaki her canlı ile ilişki kurarlar. Burada önemli olan bu ilişkinin Allah adına kurulması, yâni nefsin aradan çıkarılmasıdır: “İnsan gönül huzûruna muhtaç olduğu gibi, zâhirî huzûra da muhtaçtır. Hattâ bu ikinci huzûr daha önceliklidir. Mahlûkât içinde belki de en muhtaç olan varlık insandır. Onun bu şiddetli ihtiyâcı, kendisindeki cemiyyet (kapsayıcılık) sebebiyle gelmiştir. Varlık âlemindeki her şeyin tek tek muhtaç olduğu şeylerin tümüne insan tek başına muhtaçtır ve ihtiyâcı olan her şeyle irtibat kurar. Bu sebeple insanın irtibat ve alâkaları diğer tüm mahlûkâta nisbetle daha fazla olmuştur. Her (dünyevî) irtibat da insanın Cenâb-ı Hak’tan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. O hâlde yaratılmışlar içinde bu yoldan en mahrûm olanı insandır.”

SUFİNİN HER ŞEYDEN EL AYAK ÇEKMESİ MAKBUL DEĞİL

Demek ki insanın üstün varlık olmasına sebep olan onun câmiiyyeti yani kapsayıcı oluşu aynı zamanda onun mahrûmiyetine sebep olmaktadır: “İnsanın bütün mahlûkâttan daha üstün olmasının sebebi de kendisindeki bu cemiyyet (kapsayıcılık) hâlidir. Bu sebeple onun aynası daha tam olmuştur. Bütün mahlûkâtın aynalarında zuhûr edip görünen her şey (ilâhî isimlerin tecellîleri) insanın tek aynasında görünmektedir. O hâlde bu yönüyle mahlûkâtın en üstünü insan olmuştur. Diğer yönüyle (mertebelerin sonunda bulunması ve ihtiyaçlarının çokluğu sebebiyle) ise bütün mevcûdâtın en kötüsü insandır. Çünkü insanlar içinde Hz. Muhammed (s.a.) de çıkmıştır, Ebû Cehil de (lânet ona).”

Bu sebeple insandan istenen mâsivâ ile olan ilişkilerini nefsi adına değil sadece Allah adına devam ettirmesidir. Bâzılarının zannettiği gibi sûfînin her şeyden el ayak çekmesi makbul değildir. Öyle olsaydı bunu başta Peygamber Efendimiz yapardı. O tüm ömrünü insanlara, cinlere, bitkilere hatta hayvanlara hizmet ile geçirmiştir. Ama Peygamberimizin (s.a.) bu ilişkisi nefsi adına olmadığından ona zarar vermemiştir: “Kalbin, mâsivâ ile irtibatını koparmasının alâmeti, mâsivâyı tamamıyla unutması ve bütünüyle ondan yüz çevirmesidir. O kadar ki, mâsivâyı hatırlaması için yâdını zorlasa bile hatırına gelmemelidir. Bu makamda mâsivâ ile ilişki kurmanın imkânı olmaz. Bu makam ehlullâh nezdinde fenâ diye tâbir olunur. (73:109)

İmam’a göre insanın tüm alâikden yani lüzumsuz dünyevî işlerden ilgisini kestiği makam fenâ makamıdır. Artık kul dünyadan fânî, Allah ile bâkî olmuştur. Nakşibendîler bu makama halvet der encümen, kalabalıklar arasında Allah ile halvet hâlinde olma derler. Bu hâli beceremeyip de fenâfillah adına dağ başlarına çekilenler İmam Rabbânî’nin gözünde sadece nefsini kurtarma derdinde olan zayıf kimselerdir. Yüce Rabbimizden niyâzımız bizlere ihsân ettiği her nimeti kendi yolunda kullanabilecek güçlü insanlar kılmasıdır. Âmin!..

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 363. Sayı, Mayıs 2016