Şükretmeniz Gerekmez mi?

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur: “İffet, fakirliğin; şükür de zenginliğin süsüdür.

Âyet-i kerîmede buyurulur: “Sonra o gün (kıyâmet günü), nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?”(et-Tekâsür, 8) Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şu ibretli kıssaya yer verir:

Bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda hiçbir şeyi olmayan muhtaç bir sahâbî ayağa kalkarak;

“‒(Yâ Rasûlâllah!) Benim üzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise hulâsaten;

“–Gölge, iki nalin ve soğuk su.” cevabını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)

Düşünmeli... Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, nimetleri tefekkür husûsunda ölçüyü nasıl koymakta… Allah Teâlâ, ağacı insanoğlu için yarattı. Onun altında gölgeleniyoruz. Bundan mes’ûlüz. Bu nimetin hesabını vereceğiz. Bu nimetin de şükrünü îfâ etmemiz lâzım. Ayağımıza giydiğimiz bir çift ayakkabıdan mes’ûlüz. Cenâb-ı Hak bol bol sular ikram etti. İçtiğimiz sudan da mes’ûlüz.

Bugün hâlimizi düşünelim: Sadece iki nalin mi? Sayısız kıyafetlerimiz var.

Sadece bir ağaç gölgesi mi? Evlerimiz, binalarımız, huzurla yaşadığımız şehirlerimiz var.

Sadece su mu? Envâ-i çeşit meyveler, sebzeler, gıdalar emrimize âmâde.

YA ŞÜKRÜMÜZ?

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâb-ı kiram dâimâ bu nimetlerin hesabını tefekkür ve şükrünü edâya gayret şuuruyla yaşadılar. Aldıkları nefesin dahî şükrünü edâ edebilme gayretiyle hayat sürdüler. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh– asr-ı saâdetin şartlarını anlamamızı sağlayan şu hâdiseyi anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün, çıkılmayacak bir vakitte evinden dışarı çıkmıştı. Baktı ki, Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhüma– da oradalar. Onlara;

“–Bu saatte sizi evinizden dışarı çıkaran sebep nedir?” diye sordu.

Onlar; “–Açlık, yâ Rasûlâllah! (Yani bir rızık bulabilmek için.) dediler. Bu tarihte, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Medine’de bir devlet başkanı. Hazret-i Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhüma-ise, O’nun birçok hususta danıştığı, bir bakıma vezirleri… Fakat evlerinde karınlarını doyuracak bir lokma yok. Çünkü ne gelirse âhiret hesabı endişesiyle infâk etme hâlinde yaşıyorlar. Bir muhtaç ile karşılaştıklarında, onun derdini çözme mes’ûliyetiyle, derhâl neleri varsa ellerinden çıkarıyorlar.

Peygamberimiz;

“–Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, sizi evinizden çıkaran sebep beni de evimden çıkardı; haydi kalkınız.” buyurdu.

İkisi de kalkıp, Rasûl-i Ekrem’le birlikte ensardan birinin evine geldiler. O zât da evinde değildi. Fakat hanımı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görünce çok sevindi;

“–Hoş geldiniz! Buyurunuz.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; beyinin nerede olduğunu sordu.

Kadın;

“–Bize tatlı su getirmek için gitti.” dedi. Tam o sırada evin sahibi olan Medineli sahâbî geldi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve iki arkadaşına baktıktan sonra;

“–Allâh’a hamdolsun, bugün, hiç kimse misafire ikram etme yönünden benden daha bahtiyar değildir!” dedi. Hemen gidip onlara içinde koruğu, olgunu ve yaşı bulunan bir hurma salkımı getirdi:

“–Buyurun, yiyiniz.” dedi ve eline bıçak aldı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

“–Sağılan hayvanlara sakın dokunma!” buyurdu. Ev sahibi, onlar için bir koyun kesti. Onlar da koyunun etinden ve hurmadan yediler; tatlı sudan içtiler. Hepsi yemeğe doyup suya kanınca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhüma-’ya hitâben şöyle buyurdu:

“–Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, kıyâmet gününde bu nimetlerden sorguya çekileceksiniz. Sizi evinizden açlık çıkardı, sonra evinize dönmeden şu nimetlere kavuştunuz.” (Müslim, Eşribe 140)

O derecede açlık çektikten sonra gelen ve günümüz imkânlarına göre gayet mütevâzı olan bu sofra üzerine Efendimiz, sual ve şükrü hatırlatmaktadır. Dünya imkânlarından istifade etmek husûsunda onların taşıdığı derin endişeyi şu kıssa çok vâzıh bir şekilde anlatmaktadır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir genç müslüman olmuştu. Rasûlullah Efendimiz ona Tekâsür Sûresi’ni öğretti. Sonra da onu bir kadınla evlendirdi. Bu genç, nikâhlandığı kadının yanına girip de orada büyük bir çeyiz ve birçok nimet görünce;

“Ben bunlardan (bu kadar şatafatlı dünya nimetlerinden korkarım ve) istemem.” diyerek çıktı geldi.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sebebini sorunca;

(Yâ Rasûlâllah!) Sen bana; «Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.» diye öğretmedin mi? Ben onların cevabını vermeye güç yetiremem. (Ne yapmamı uygun bulursunuz?) diyerek Efendimiz’in tavsiyesini aldı.

Ashâb-ı kiramda nimetlerin idrak ve tefekkürü işte bu seviyede idi. Âhiret ve kıyâmete ait ilâhî azamet tecellîlerine, yani gayba yakînen îmân ediyor, o şiddetli ahvalden haşyet duyuyorlardı. O sert ve abus günde mes’ûliyetlerini artıracak nimetleri arzu etmiyorlardı.

Âyet-i kerîmelerin fâsılalarında yer alan şu îkazları, derin derin tefekkür ediyorlardı:

TEFEKKÜR ETMEZ MİSİNİZ?

اَفَلَاتَسْمَعُونَ  İşitmez misiniz? Duymaz mısınız?

اَفَلَاتُبْصِرُونَ Görmez misiniz? İbret almaz mısınız?

اَفَلَاتَعْقِلُونَ   Akletmez misiniz?

اَفَلَاتَتَفَكَّرُونَ Tefekkür etmez misiniz?

اَفَلَاتَتَذَكَّرُونَ Öğüt almaz mısınız?

اَفَلَاتَتَّقُونَ Hâlâ sakınmaz mısınız? Takvâya sarılmaz mısınız?

Cenâb-ı Hak bize âyet-i kerîmelerle nimetleri hatırlatmakta ve önce tefekküre sonra da bu vesileyle şükre davet etmekte. Bir misal olarak Nahl Sûresi’nde buyurulur:

“Gökten suyu indiren O –celle celâlühû-’dür. Ondan;

* Hem size içecek vardır,

* Hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler.

(Allah); su sayesinde sizin için;

* Ekinler,

*  Zeytinler,

*  Hurmalar,

*  Üzümler ve

*  Diğer meyvelerin hepsinden bitirir.

İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.

O –celle celâlühû-; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allâh’ın emri ile hareket ederler.

 Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.

 Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır.

* İçinden taze et (balık) yemeniz ve;

* Takacağınız (inci, mercan gibi) bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur.

* Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun.

(Bütün bunlar) O’nun lutfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.”(en-Nahl, 10-14)

Rabbimiz bizden tefekkür etmemizi arzu ediyor. Bizim için yarattığı bu âleme; boş, nâdan ve alık bir şekilde bakmamızı istemiyor. Dâimâ bakışımızın ibret, sükûtumuzun tefekkür, lisânımızın şükür ve ef‘âlimizin tâzim li-emrillâh, vicdânî duygularda derinleşerek şefkat alâ halkillâh çerçevesinde Hakk’a ibâdet, halka hizmet olmasını ferman ediyor.

Bu dünya, insan için yaratıldı. Ağaçlar bizim için, mahlûkat bizim için, hayvanlar bizim için yaratıldı. Güneş, ay ve sayısız yıldızlar bizim için. Bütün semâvat bizim için. Demek ki bunlar karşısında müteşekkir, medyûn ve rakîk bir kalp taşımak zarûrî…

Bize bir bardak su verene, bir çiçek uzatana teşekkür ederken; canımızı, îmânımızı, rızkımızı, her şeyimizi lutfeden Rabbimiz’e şükretmemek olur mu?

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2014, Ay: Ağustos Sayı: 114

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.