Şükründen Âciz Olduğumuz Nimetler
Aklı başında bir insana; “Ver gözlerini, al İstanbulʼu!” deseler, kim verir? “Ver sıhhatini, al Dünyaʼyı!” deseler, kim değişir? Akl-ı selîm sahibi hiç kimse bunu kabul etmez. Zira bunun, kendisi için ezâ ve cefâ dolu bir mahkûmiyetten farksız olacağını bilir.
Bunun içindir ki cihan pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleyman:
Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…
demiştir. O hâlde sıhhat ve âfiyet gibi üzerimizde tecellî eden sayısız nîmetleri lâyıkıyla tefekkür edebilirsek; bu cihana sadece bunların şükrünü îfâ etmek için geldiğimizi düşünecek kadar, minnettarlık hisleriyle dolmamız îcâb eder.
GÖNÜL GÖZÜNÜ AÇMAK
Fakat kalplerin bu hikmet manzaralarını temâşâ edebilmesi için, mânen seviye kazanması zarûrîdir. Sahip olduğu cihan sultanlığına rağmen, gerçek saâdetin ancak yüksek keyfiyetli bir gönülle mümkün olacağını idrâk eden Yavuz Sultan Selîm Han:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş.
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.
demiştir. Böylece, gönül gözünü açarak ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini kendisine temâşâ ettirecek bir velînin irşâdını, şanlı zaferlerle dolu saltanatından üstün görmüştür.
ŞÜKRÜNDEN ÂCİZ OLDUĞUMUZ NİMETLER
Hak dostlarından Mehmed Emin Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:
“…Her bir nefeste iki nîmet vardır (birincisi, nefesi alabilmek; ikincisi de aldığı nefesi verebilmek). Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Her saat bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere, yirmi dört saatte kırk sekiz bin şükür gerekir.
Bir insan bütün işlerini bırakıp; «şükür, şükür» diyerek Allah Teâlâ’ya devamlı hamd ve şükretse, yine de şükrün hakkını veremez. Mâlûm oldu ki, Allah Teâlâ’ya şükrün binde birini bile edâ edemez.”
Bunlar, üzerimizde tecellî eden maddî nîmetlere karşı şükür borcumuzla alâkalı misaller. Fakat şükründen âciz olduğumuz en muazzam nîmetlerin başında ise; hiçbir sermayemiz bulunmadığı hâlde yoktan var edilmiş olmak, varlıklar içinde yılan-çıyan, kurt-kuş, toprak-yaprak değil de eşref-i mahlûkât olan “insan” kılınmak, insanlar içinde ehl-i îman, ehl-i îmân içinde 124 bin küsur peygamberin imâmı ve sertâcı olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ümmetinden olmak, kıyâmete kadar devam edecek ilâhî mûcize Kur’ân-ı Kerîmʼe muhâtap kılınmak gelir.
Sadece bu nîmetler için bile Rabbimiz’e şükür secdesine kapanıp bir ömür başımızı kaldırmasak, yine de az, yine de noksan, yine de “hiç” hükmünde…
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2015 – Ağustos, Sayı: 354, Sayfa: 032