Sultan 2. Beyazıt Kimdir?

Sultan 2. Beyazıt kimdir? Ahlâk, fazîlet ve adâlet dolu idâresiyle halkının gönlünde taht kuran Sultan 2. Beyazıt’ın hayatı.

Sultan Bayezid-i Velî adıyla da biinen, Sultan 2. Beyazıt Osmanlı İmparatorluğu’nun sekizinci padişahıdır.

KISACA 2. BEYAZIT KİMDİR?

Sultan İkinci Beyazıt, 3 Aralık 1448’de, Dimetoka’da doğdu. Babası Fatih Sultan Mehmet, annesi Mükrime Hatun adında bir Türk kızıdır. Uzun boylu, geniş göğüslü ve kuvvetli bir vücuda sahipti. Yüzü yuvarlak ve gözleri elâydı. Cesur ve atılgandı.

Aynı zamanda çok hâlim-selim, dindar, hoşgörülü bir padişahtı. Babası Fatih Sultan Mehmet ilme ilgi duyduğu için, oğlu Şehzade Beyazıt’e iyi bir eğitim verdi. Ona devrin en meşhur âlimlerinden ders okutturdu, bütün İslâm ilimlerini en iyi şekilde öğrenmesini sağladı.

Sultan İkinci Beyazıt, yedi yaşında iken, Hadim Ali Paşa nezaretinde Amasya valiliğine tayin edildi. Amasya, Selçuklular devrinden beri önemli bir ilim ve kültür merkeziydi. Padişah olacak şehzadelerin yetişmesi için, bu vilayette bütün imkânlar vardı.

Sultan İkinci Beyazıt, dindar bir kimse olduğu için kendisine Bayezid-i Velî denildi. Sultan İkinci Beyazıt, şairleri saraya toplar, onlarla sohbet ederdi. Merhametli bir padişah olan Sultan İkinci Beyazıt, sık sık fakirlere sadaka dağıtırdı.

Arapça ve Farsça’yı gayet iyi biliyordu. Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini de öğrendi. İslâm ilimlerinin yanı sıra, matematik ve felsefe tahsili de yaptı. 24 Nisan 1512’de padişahlıktan ayrılmak zorunda kalan Sultan İkinci Beyazıt, bir ay kadar daha yaşadı ve 26 Mayıs 1512’de vefat etti.

Erkek çocukları: Mahmut, Ahmet, Sehinsah, Yavuz Sultan Selim, Mehmet, Korkut, Abdullah, Âlimsah

Kız çocukları: Aynisah, Gevher, Mülük Sultan, Hatice Sultan, Selçuk ve Hüma Hatun.

2. SULTAN BEYAZIT’IN HAYATI (1481 - 1512)

"Sultan 2. Beyazıt, (1448-1512) yılları arasında hüküm süren sekizinci Osmanlı Sultanıdır. Babası Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) annesi Sitti Mükrime Hatun ya da Emîne Gülbahar Valide Hatun’dur.

Küçük yaştan itibaren büyük bir ihtimamla yetiştirilmiş, henüz yedi yaşında iken Hadım Ali Paşa’nın nezâretinde Amasya vâliliğine tâyin edilmiştir. Böylece üstün bir devlet adamı olarak yetiştirilmesi sağlanmıştır. Bâyezîd Han, üstün bir devlet adamı olduğu gibi, aynı zamanda san’atkâr bir mizaç ve şahsiyyete de sahipti. Bestekâr, şâir ve hattât olarak da temâyüz etmiştir.

Bâyezîd-i Velî

O, Osmanlı sultanlarının en âlimlerinden biridir. Zîrâ şehzâdeliğinde, sadece fennî ilimleri tahsîl etmekle iktifâ etmemiş, mânen de büyük zâtların üstün terbiyeleriyle yetişip olgunlaşmıştır. Ebu’s-Suûd Efendi’nin babası Muhyiddîn-i İskilibî gibi devrin birçok evliyâsının teveccühlerini kazanmış, onların tasarruf, himmet ve duâlarını almıştı. Birçok hayır müessesesi kurarak, asıl tahtını, ahlâk, fazîlet ve adâlet dolu idâresiyle halkının gönlüne kurmuştu. Bu yüzden kendisine “velî” sıfatı verilerek “Bâyezîd-i Velî” diye anılagelmiştir.

Sultan Cem Vakası

Bâyezîd-i Velî, 1481 yılında pâdişâh olduktan sonra, saltanatının ilk 14 yılını kardeşi Cem Sultan ile uğraşmakla geçirdi. Bu durum da, Hıristiyanlık âlemine karşı belli ölçüde âtıl davranmasını îcâb ettirdi. Cem Sultan, Beyazıt Han’a:

“–Ülkemizi ikiye bölelim, yarısında sen hükümdar ol, yarısında ben olayım!.” diye teklif etti. Bâyezîd-i Velî ise:

“Kardeşim, vatan ümmetin malıdır. Devlet gücünü kaybeder. Neticede güçsüz beyliklere döneriz. Bu büyük bir vebâl olur. Gövdem ikiye bölünür, ümmet toprağı bölünmez!.” diyerek bu teklifi reddetti.

Sırf bu tavır bile, Bâyezîd-i Velî’nin dirâyeti, ileri görüşlülüğü kadar, O’nun ne derece İslâm dâvâsının istikbâli endîşeleriyle dolu idealist bir şahsiyyet olduğunu göstermektedir.

Yaptığı teklîfe red cevabı alan Cem Sultan, -birçok büyük meziyetlerine rağmen- idârî mes’elelerdeki dirâyetsizliği sebebiyle ağabeyi II. Beyazıt Han ile neticesiz kalan uzun mücâdelelere girişti. Ağabeyinin hikmet dolu nasîhatlerine ve mâkûl teklîflerine râzı olmadı.

Bundan sonra Cem Sultan, şövalyelerin üstâd-ı âzamı Pierre d’Aubusson’un nâzik bir dille dâvetine aldanarak Rodos’a gitti. Karşılıklı imzâlanan anlaşmaya göre Cem, istediği zaman adadan ayrılabilecekti. Lâkin Rodos şövalyeleri, sözlerinde durmadılar ve O’na bir nevî esir muâmelesi yaptılar.

Cem Sultan’ın bu sûretle Rodos şövalyelerine sığınması, kendisinin ve ümmetin bağrına saplanan bir hançer gibi büyük bir hatâ ve tâlihsizlik oldu. Batı fütûhâtına engel teşkil etti. Hattâ, Roma’nın fethine zemin hazırlayacak olan Otranto Kalesi elden çıktı.

 “Değil Osmanlı Saltanatını, Bütün Dünyayı Verseniz Dinimi Değiştirmem”

Cem Sultan’ı nazikçe elde eden şövalyeler, bir müddet sonra onu köle satar gibi belli bir meblağ karşılığında Papalığa devrettiler. Papalık da, Cem’i haçlı seferlerinde kullanmak hevesine kapıldı. Beyazıt Han ise, bu takdirde Hıristiyanlarla mücâdeleye girişeceği tehdidi ile tehlikeyi güç belâ atlatabildi. Bu uğurda, Papalığa devlet hazînesinden yüklü paralar ödemek mecbûriyetinde kaldı.

Bu durumda, Cem’i kullanmak sûreti ile Osmanlılar’a karşı bir haçlı seferi açamayacağını anlayan Papa İnnocent-VIII, O’na Hıristiyanlık teklifinde bulundu.

Bu teklif, Cem Sultan’a çok ağır geldi. Mahzûn oldu. Papa’ya:

“–Değil Osmanlı saltanatını, bütün dünyâyı verseniz dînimi değiştirmem!..” dedi.

Zîrâ ne olursa olsun Cem Sultan, dînini her şeyin üzerinde tutmaktaydı. Allâh ve Resûlü’ne olan muhabbeti sonsuzdu. Onun hac ibâdetini yaptıktan sonra yazdığı şu beyti bu hakîkati açıkça ifâde eder:

Kâbetullâh’a varup bir kez tavâf eylediğin,

Bin Karaman, Bin Acem, bin memleket-i Osmân’dur..

“Ey gönül! (Sultan olamadım diye üzülme!) Senin Allâh’ın beyti olan Kâbe’ye varıp bir kez tavâf etmen, bin Karaman, bin Acem ve bin Osmanlı memleketine bedeldir...”

Sultan Cem’in Duası

Diğer yandan haçlılar tarafından İslâmiyet aleyhine kullanılmak istendiğini anladığı zaman Cem Sultan’ın Cenâb-ı Hakk’a yaptığı niyâz, ondaki dînî kemâli göstermeye kâfîdir. O, İslâmiyet aleyhinde kullanılma ihtimâlinden bile tir tir titriyor ve Rabbine şöyle yalvarıyordu:

“Yâ Rabb! Kâfirler eğer müslümanlığa zarar vermek için beni âlet etmek istiyorlarsa, bu kulunu daha fazla yaşatma! Rûhumu bir an önce dergâh-ı izzetine al!..”

Onun bu duâsı müstecâb oldu ki otuzaltı yaşında Napoli’de vefât etti. Vefât ederken yanındakilere şu vasıyeti yaptı:

“Benim ölüm haberimi mutlak bir sûrette her tarafa duyurun! Bunu mutlakâ yapın ki, kâfirlerin müslümanlar üzerinde benim vesilemle oynamak istedikleri oyunlar nihâyet bulsun! Bundan sonra ağabeyim Sultan Bâyezîd’e varın. Ricâ eyleyin ki, ne kadar zor olursa olsun benim cesedimi vatana aldırsın.. Kâfir bir memlekette gömülmeyi istemiyorum. Şimdiye kadar ne oldu ise oldu. Sakın bu ricâmı reddetmesin!. Bütün borçlarımı ödesin.. Borçlu olarak huzûr-i ilâhî’ye gitmek istemiyorum. Âilemi, çocuklarımı ve bana hizmet edenleri afvetsin. Hallerine göre memnûn etsin..”

Ağabeyi Beyazıt Han da bu vasıyeti yerine getirdi.

2. Beyazıt Camisi

Cem’in vefâtından sonra Sultan Beyazıt Han, hâricî siyâsetini daha hür bir zemîne oturtmak imkânına kavuştu. Ayrıca, ülke içerisinde de büyük bir îmâr hamlesine girişti. İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine oturtulan o muhteşem Beyazıt Câmisi’ni, mîmâr Kemâleddîn’e inşâ ettirdi. Bu câmînin temeli, 1501 senesinde atılmış, külliyesi ile beraber beş senede tamamlanmıştır.

Evliyâ Çelebi, Seyâhatnâme’sinde Bâyezîd Câmîi hakkında pek çok mâlûmât kaydeder. Şöyle ki:

“Mîmârbaşı, kıble husûsunda tereddüd edince, Sultan Beyazıt Han:

«–Şu anda ayağıma bas!.» der.

Mîmârbaşı, ayağını basınca, Kâbe-i Muazzama’yı karşısında görür. Sultan Bâyezîd-i Velî’nin ayaklarına kapanır. Böylece kıblenin istikâmetini belirlemiş olur.”

İbâdete bir cum’a günü açılan câmîde, ilk namazı II. Beyazıt Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi de Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:

“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:

«–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.»

Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak:

“–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.

Böylece II. Beyazıt Han, bu târihî zühd ve takvâ sahnesini mecbûren sergilemiş oldu.

2. Beyazıt’ın Hayır İşleri

Bâyezîd-i Velî’nin, vakfiyye, külliye, şifâhâne ve hayrât hizmetlerinin yanında İslâmî ilimlere ve kültüre verdiği ehemmiyet de çok büyüktür. O’nun devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmâr ve ressam Leonardo de Vinci, II. Beyazıt’a mektup yazıp İstanbul’daki câmî ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektub Kubbealtı vezirleri arasında sevinç uyandırmıştı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Beyazıt Han ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi:

“–Şâyet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûb ve rûh îtibârıyle kilise mîmârîsinin mukallidi bir mîmârî hâkim olur, kendi islâmî mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyyet kazanamaz!.”

İşte bu görüş, akıllı, firâsetli ve gönül ehli bir Müslümanın ufkunu ifâde eder. Zîrâ, II. Beyazıt’ın ardından İslâm toprakları nasıl yirmidörtmilyon kilometrekareye ulaştıysa, aynı şekilde İslâm san’atı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sâyesinde İslâm’ın rûhu, hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Süleymâniye ve benzerî âbideler silsilesi vücûd bulmuştur.

2. Beyazıt’ın Takvası

Târihte; ilmi, tâkvâsı, merhameti, vakarı ve hilmi ile meşhûr olan Bâyezîd-i Velî, ulemâ ve evliyâya çok hürmet gösterirdi. O’nun bu istikâmette kullandığı husûsî bir bütçesi vardı. Bununla ilim ve irfân erbâbını eser vermeye teşvîk ederdi. Sultan’ın bu himâyesi, İstanbul’u bir ulemâ meşheri hâline getirdi.

Sultan Fâtih devrinde başlamış olan ilmî çalışmalar, Bâyezîd-i Velî’nin ince anlayış ve zekâsı ile inkişâf etmiş, diğer İslâm memleketlerindeki âlim ve âriflerle de alâkadar olunmuştu.

Herat’ta bulunan Mollâ Câmî Hazretleri ile Buhâra’daki Nakşibendî dergâhının şeyhi ve müridlerine şahsî mülkünden maaş bağlamıştır. Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin oğlu Hâce Abdülhâdî’yi İstanbul’a dâvet etmiş ve çok ikrâmda bulunmuştur.

Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde, Sultan Beyazıt Han’ın zâhirî ve bâtınî büyüklüğünü ifâde ederken:

“Adâlet ve insâfın koruyucusu idi. Dâhiyâne siyâseti neticesinde memleket mâmûr bir hâle gelmişti. Âşikâr kerâmetleri zuhûr etmişti. Vakarlı hâl ve davranışları ile düşmanları hor ve hakîr olmuştu.” demektedir.

Beyazıt, Osmanlı sultanlarının en büyüklerinden biri olduğu halde, değeri lâyıkı ile takdîr edilememiş bir şahsiyyettir!. Bunun sebebi, kardeşi “Cem Sultan”a karşı, O’nun hazîn âkıbeti dolayısıyla duyulan umûmî bir acıma hissidir!

2. BEYAZIT DÖNEMİ OLAYLARI

Bir diğer sebep de, babası Fâtih Sultan Mehmed Han gibi uzun asırlar boyunca nâdiren zuhûr eden devâsâ bir şahsiyyetten sonra hükümdar olmasıdır...

Sultan Cem Vakası ve Şahkulu İsyanı

O’ndan, babasının açtığı fütûhât yolunda yürüyerek “Batı Roma”nın başlanmış olan fethini ikmâl etmesi bekleniyordu. Ancak, başta “Sultan Cem” vak’ası olmak üzere, alevî menşe’li “Şahkulu” isyânı gibi vak’alar, bu umûmî arzuyu gerçekleştirmesine imkân bırakmamıştır. Böyle olmasaydı, O’nun da babası Fâtih Sultan Mehmet Han ve oğlu Yavuz Sultan Selîm Han gibi fütûhâtçı olacağı muhakkaktı.

Kırbova Zaferi

Nitekim bütün bu gayr-i müsâid şartlara rağmen, O’nun zamanında parlak zaferler de kazanılmıştır. Bunlardan biri olan “Abdina” (Kırbova) zaferi, dâsitânî bir muzafferiyettir.

Değerli bir akıncı kumandanı olan şâir Yakup Paşa, Sultan’ın emriyle İstirya içlerine akınlar yapmış geri dönüyordu. Ellerinde birçok ganîmet ve esir bulunmaktaydı. Akıncılar, Kırbova önlerine geldiklerinde büyük bir düşman ordusu ile karşılaştılar. Askerlerinin yorgunluk ve azlıklarına rağmen Yakup Paşa, harbe mecbûr kalarak kendilerinden sayıca kat kat üstün düşman ordusuyla âdetâ bir meydan muhârebesi yaptı ve Allâh’ın yardımıyla şiddetli bir taarruz neticesinde düşmanı tamamen perîşân etti. O gün sekiz bin seçme akıncıyla yaklaşık altı bin düşman askeri öldürülmüş, yirmibeş bin kadarı da esîr alınmıştır.

Akıncıların bu zaferi, târihte ender rastlanan hâdiselerdendir. Zîrâ yaptığı akınlarla yorulmuş olan, aynı zamanda elinde birçok ganîmet ve esîr bulunan küçük bir kuvvetin, kendisiyle kıyas edilemeyecek çapta bir ordu ile muhârebeyi göze alması, kimsenin hayâl bile edemeyeceği kadar yüce, maddî ve mânevî bir yiğitliktir.

Endülüs MÜüslümanlarına Yardım

2. Beyazıt Han devrinde Endülüs müslümanlarına elden gelen yardımın yapılmasından da geri kalınmamıştır. O târihte, henüz bütün Avrupa donanmalarıyla başedebilecek dirâyette bir donanmamız olmadığı halde, yüzbinlerce müslüman, hıristiyanların fecî katliamlarından kurtarılarak, Afrika’ya taşınmış, İspanya sâhilleri şiddetli bombardımanla devamlı tâciz edilerek, Endülüs’ün kaybı felâketine karşı misilleme yapılmıştır.

Çok daha önceden birbirleriyle nefsânî sebepler yüzünden boğuşarak beylikler hâline gelmiş ve aralarındaki kardeş kavgasında defâatle -maalesef- hıristiyanları yardıma çağırmış olan Endülüs müslümanlarına, yapılabilecek başka bir yardım düşünülemezdi. Çünkü onlar, Kur’ân rûhuna zıd olarak bölünüp parçalanmış ve birbirlerine karşı hıristiyanları dost edinmenin hazin bir neticesine dûçâr olmuşlardı. Aşağıdaki hâdise ne kadar ibretlidir:

Son Gırnata hükümdarı Ebû Abdullâh, düşmanlara teslîm ettiği memleketinden annesiyle birlikte uzaklaşırken Padul tepesinde durarak son kez Gırnata’ya bakmış, alevler içinde yanan bu inci gibi İslâm yurdunu ve İslâm san’atının hârikası olan el-Hamrâ sarayını seyrederken gayr-i ihtiyârı iç çekerek hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Onun bu hâli üzerine annesi de, çatık kaşlarla şu târihî cevabı vermişti:

“–Ağla ey gâfil, ağla! Erkekler gibi muhâfaza edemediğin şu mübârek yurdun için şimdi kadınlar gibi ağla!..”

Şu hâdise münâsebetiyle bu târihten sonra o tepe «Arab’ın son âhı» ya da «Arab’ın âh tepesi» mânâsında bir isimle yâd edilir olmuştur.

Bugüne kadar Osmanlı’yı, Endülüs Müslümanlarının felâketine karşı seyirci kalmakla ithâm edenler, ya bu târihî gerçekleri lâyıkıyla takdîr edemeyenler, ya da kasıtlı olan kimselerdir. Çünkü karadan Almanya ve Fransa’yı aşarak İspanya’ya ulaşılamayacağı gibi, denizden de koca İspanya kıt’asına karşı, ancak düşmanı tâciz hareketleri yapılabilirdi ki, Osmanlı bunu yapmıştır.

2. Beyazıt Han’ın bütün İslâm âlemine uzanan eli, Osmanlı lehine büyük bir muhabbete vesîle olmuştur. Bu sebepledir ki vefâtında İslâm dünyâsının birçok yerinde O’nun için «gıyâbî cenâze namazları» kılınmıştır."

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İbret Işıkları, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

SULTAN CEM KİMDİR?

Sultan Cem Kimdir?

OSMANLI PADİŞAHLARI VE HAYATLARI

Osmanlı Padişahları ve Hayatları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.