Sünnete Dair Bugünkü Fâcialar
Günümüzde Sünnet-i Seniyye'ye yönelik facialar neler? Peygamber Efendimizin (s.a.v) sünnetine karşı nasıl tavır takınıldı? Sünneti sahiplenme ve yaşamada günümüzde üzerimize düşen vazifeler neler? İşte cevabı...
Bu kimseler; “Bize Kur’ân yeter!” şeklindeki boş sloganlarla yola çıkmakta, sünneti göz ardı ederek dînin içini boşaltmaya ve yerini bâtıl felsefeler ile indî görüşlerle doldurmaya çalışmaktadırlar.
Müsteşriklerin ve onlara tâbî olan gafillerin, sünnete olan düşmanlıkları; onun, Kur’ân’ı tahriften ve tağyirden muhafaza etmesi sebebiyledir. Kur’ân âyetleri, Sünnet-i Seniyye’nin muhafazasından mahrum bırakılırsa, indî ve keyfî te’villerle hakikatten uzaklaştırılmaya müsait hâle gelir. Peygamberimiz, bu hususta şöyle îkaz buyurmuştur:
“Kim Kur’ân hakkında kendi re’yi yani görüşü ile söz söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın!” (Tirmizî, Tefsîr, 1/2951)
PEYGAMBERİMİZ HADİS VE SÜNNETİ DIŞLAYANLARIN ZUHÛR EDECEĞİNİ, DAHA EVVEL BİLDİRDİ
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; hadis ve sünneti dışlayanların zuhûr edeceğini, daha evvel bildirerek şöyle buyurmuşlardır:
“Şunu iyi biliniz ki bana Kur’ân-ı Kerim ile birlikte (onun bir) benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun; koltuğuna kurulan karnı tok bir adamın; «Siz sadece şu Kur’ân’a sarılın! Onda bulduğunuz helâli helâl, haramı da haram kabul ediniz yeter!» diyeceği (günler) yakındır…” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4604; Ahmed, IV, 131)
Hıristiyanlık da böyle tahrif edilmiştir. Daha önce bir hıristiyan iken İslâm’la şereflenmiş, sonra da bir İslâm âlimi olmuş Abdülehad Dâvûd Efendi, Hıristiyanlıktaki tahrifin amelî tarafını şöyle îzâh eder:
“Eski Hıristiyanlıktaki sünnet kaldırıldı yerine vaftiz geldi, namaz kaldırıldı yerine âyin geldi, oruç kaldırıldı yerine perhiz geldi.”
Daha sonra tesettür terk edilerek yalnızca râhibelere mahsus bırakıldı. Hattâ günümüzde râhibelerin dahî tesettürü kaldırılmaya başlandı.
Böylece Hıristiyanlık, ilâhî bir din olmaktan çıktı. Tahrif oldu, bozuldu. Bir hayat nizâmı olmaktan çıkarılıp bir marka ve bir tabela hâline geldi.
Nitekim tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Abdullah bin Deylemî -rahmetullâhi aleyh- der ki:
“Bana ulaştığına göre dînin yok olup gitmesi, sünnetin terkiyle başlayacaktır. Halatın tel tel çözülüp nihayetinde tamamen kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle elden gidecektir.” (Dârimî, Mukaddime, 16/98)
SAHABENİN SÜNNETE OLAN HASSASİYETİ
Bu hakikatlerden dolayı; sahâbe-i kiram efendilerimiz, Allah Rasûlü’nün öğrettiği her şeyi tatbik ettiler. Onlar;
“Bu, Kur’ân’da niye geçmedi?”
“Bu farz mı, vâcib mi, yapmasak ne olur?” gibi vehim ve suallere hiç dûçâr olmadılar. Allah Rasûlü ile beraber olmanın vecd ve istiğrâkı içinde yaşadılar.
Yani sahâbe-i kiram, âdetâ karda yürüyen bir insanın izini takip edercesine Allah Rasûlü’nün mübârek izlerini aynen takip etti.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayağa kalktığını gördük, biz de kalktık; oturduğunu gördük, biz de oturduk.” (Ahmed, I, 83)
Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- buyurur:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gün Duhâ namazı kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”
Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle der:
“Hazret-i Enes’in bu ifadelerinden sonra ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Bkz. Taberânî, Evsat, II, 68/1276)
Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-;
Rasûlullah Efendimiz’e ittibâ etmekten öyle bir mânevî lezzet duyuyordu ki, Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Yolda giderken Rasûlullâh’ın gittiğini gördüğü yolları takip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hele Efendimiz’in selâmlaşma husûsundaki buyruklarını yerine getirme mevzuunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı hâlde sadece (İslâm kardeşliği yaşamanın hassâsiyeti içinde) müslümanlarla selâmlaşmak için sokağa çıkar, büyük-küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi. (İbn-i Sa‘d, IV, 156; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 349; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğābe, III, 341)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mescid’in bir kapısı hakkında;
“Bu kapıyı kadınlara ayırsak…” buyurmuştu.
Talebesi Nâfi‘ der ki:
“İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- ölünceye kadar o kapıdan hiç girmedi.” (Ebû Dâvûd, Salât 53/571)
Müctehid imamlarımız da, fıkıh ilmini tedvin ederken, Sünnet-i Seniyye’yi, dînin ikinci şer‘î delili olarak istihdâm ettiler.
İmâm-ı Şâfiî’ye bir zât; rivâyet ettiği bir hadis ile amel edip etmediğini sordu. Bunun üzerine İmâm-ı Şâfiî titreyip sarsıldı ve ona;
“–Ey kişi! Rasûlullah’tan hadis nakledip de gereğince hükmetmezsem bu yer beni taşır mı, bu gökyüzü beni altında barındırır mı? Elbette onunla amel ediyorum! O’nun her sünneti, benim için doyumsuz bir lezzettir, başım gözüm üstünedir!” diye cevap verdi. (Beyhakî, Menâkıbu’ş-Şâfiî, I, 475)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş ,Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Kasım, Sayı: 177