Sünnetin Bağlayıcılığı Gerçek mi?
Sünnetin bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber’e uymayı, verdiği hükme razı olmayı, onun hükmü karşısında mü’mint lere seçim hakkı tanınmadığını belirleyen âyetler, sünnetin müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı rolünü ortaya koymaktadır. Sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir.
Hz. Peygamber’in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı bir gerçektir. Hz. Peygamber;
Risâlet (peygamberlik), iftâ (müftilik), kaza (hâkimlik), imamet (devlet başkanlığı) vasıflarından biri ile tasarrufta bulunur.
Risâlet yani peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu sünnet, genelde âyetleri özelliklerine göre açıklama (tefsir), belli bir şarta bağlama (takyid), muayyen fertlere özel kılma (tahsis), helâl ve haramı açıklama, akâid ve ahkâmı beyân etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, ilâhî ahkâmın bir beyân ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyamete kadar devam edecek olan bir teşri anlamındadır. Zira Hz. Peygamber bu tebliğ ve beyân tasart rufunda bir tebliğci ve nakilci durumundadır. Allah katından kendisine bildirilen gerçekleri nakil ve beyân etmektedir. Hz. Peygamber’in bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır.
İftâ, Allah Teâlâ’nın hükmünü delillerden çıkararak dinî sorulan cevaplandırmak, ahkâmı Allah adına haber vermek, tebliğ ve izah etmek demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır. Bu yolla ortaya koydukları da ümmeti bağlayıcıdır.
Kaza, iki veya daha fazla kişi arasında cereyan eden anlaşmazlıklar da, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate göre, haklıyı haksızı belirlemek (adalet tevzii) maksadıyla verdiği hükümlerdir. Peygamber burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır (münşî’dir.)
EFENDİMİZİN HAKLIYI BELİRLEME HÜKMÜ
Hz. Peygamber, kendisine getirilen dâvalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle buyurmuştur:
“Dâvanızı bana getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak re’yimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu almasın. Ben ona bir ateş parçası vermiş olurum” (Ahmed İbni Hanbel. Müsned, VI. 307, 320; Buhârî, Ahkâm 20).
Hz. Peygamber’in kaza tasarrufu olarak ortaya koyduğu sünnet, sadece davacı ve dâvâlıyı bağlar. Ancak hüküm verirken takip etti- ği usûl, dikkate aldığı esaslar, kaza ve hukuk usûlünde bize örnek oluşturur.
İmamet (devlet başkanlığı) tasarrufu, ilk üç vasfı ve tasarrufundan farklı ve onlara ilâve bir selâhiyet ve tasarruftur. Bunda bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan peygamberliğin devlet başkanlığını gerektirt mediği de ortadadır. Çünkü bazı peygamberlere hükümdarlık verilmemiş, bazılarına ise verilmiştir. Hem hükümdar hem de peygamber olan Efendit miz’in bu iki vasfıyla ortaya koyduğu tasarruflar birbirinden farklıdır.
Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları hem diğer devlet başkanlarını bağlamaz hem de zamanın devlet başkanı izin vermedikçe, benzeri haklar mü’minler tarafından re’sen elde edilemez. Ganimetlerin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezaların infazı, orduların teşkili ve şevki, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıs veya kuruluşlarca işletilt mesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır. Başkan veya temsilcisi hüküm ve izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icra ve infaz edilmesi caiz değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan değiştirebilir. Meselâ Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz. Ali sevketmiştir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN TASARRUFLARI
Hz. Peygamber’in tasarrufları konusunda en önemli husus, onun tasarrufunun hangi vasfının gereği ve sonucu olduğunu tesbit edebilt mektir. Âlimler, bu noktadaki farklı tesbitleri dolayısıyla bir çok konuda değişik sonuçlara varmışlardır. Meselâ Hz. Peygamber “Bir yeri işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur” (Buhârî, Hars 15) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in bu hadîsti şerîfi iftâ ve tebliğ sıfatıyla ortaya koyduğu kabul edilirse, bir başkasının mülkiyetinde olmayan toprağı işleyip kullat nılır hâle getiren kişi, oraya sahip olabilecektir. Nitekim İmam Şafiî, bu hadisi fetva ve tebliğ tasarrufuna bağlamış. “Çünkü Resûlullah’ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadisleri buna göre yorumlat mak gerekir” demiştir. Böyle olunca da bu hakkı kullanmak hiç kimsenin iznine tâbi olmaz. Herhangi bir kişi toprağı ıslah ederek kendiliğinden ona sahip olabilir.
Hz. Peygamber bu hadisi, devlet başkanı sıfatıyla söylemişse. bu hüküm diğer başkanları bağlamaz, onlar kendi çağ ve ülkelerinde kamu yararını gözeterek devlete ait topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması, sürekli olarak devletin iznine bağt lı bulunur. Ebû Hanîfe bu görüştedir. Çünkü toprak üzerinde onu birine bağışlamak (iktâ) vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir.
İmam Mâlik, bu konuda şehir ve mücavir alan topraklarını birbirint den ayırmış, şehir topraklarını devlet başkanlığı sıfatıyla ilgili görmüştür. Çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaatlarını korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır (Konuya ait geniş bilgi için bk. Karâfi, İhkâm. s. 86t109; İbn Aşûr, Makâsıdu’ş-şerfa, s. 27t40).
Bu misalde de görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu tasarrufların, onun hangi vasfına ait olduğunu tesbit etmek fevkalâde önem arzetmektedir. Zira sünnetin bağlayıcılık çerçevesini ortaya koyabilmek, bu noktanın doğru olarak tesbitiyle alâkalı bulunmaktadır.
Sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği kot nuya ve dayandığı vasfa göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vacip, mendup, müstehab gibi) farklılık göstermesi onun temel niteliğini (bağlayıcılığını) ortadan kaldırmaz, aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir.
Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları