Şura Suresinin Tefsiri
Dr. Adem Ergül Bey, Şûrâ sûresinin tefsirini yapıyor.
Şûrâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 53 âyettir. İsmini 38. ayette geçen, “müşavere etmek, danışmak” mânalarına gelen, yapılacak işlere karar vermede ve devlet yönetiminde çok önemli bir yeri olan اَلشُّورٰي (şûrâ) kelimesinden alır. Resmî tertibe göre 42, iniş sırasına göre 62. sûredir.
9. bölümde, 53 âyetten oluşan Şûrâ sûresinin tefsiri:
ŞURA SURESİNİN TEFSİRİ (DİNLE)
Şûrâ Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-9. Ayetler):
Şûrâ Sûresi 2. Kısım Tefsiri (10-14. Ayetler):
Şûrâ Sûresi 3. Kısım Tefsiri (15-19. Ayetler):
Şûrâ Sûresi 4. Kısım Tefsiri (20-26. Ayetler):
Şûrâ Sûresi 5. Kısım Tefsiri (27-35. Ayetler):
Şûrâ Sûresi 6. Kısım Tefsiri (36-37. Ayetler):
Şûrâ Sûresi 7. Kısım Tefsiri (38-43. Ayetler):
Şûrâ Sûresi 8. Kısım Tefsiri (44-50. Ayetler):
Şûrâ Sûresi 9. Kısım Tefsiri (51-53. Ayetler):
ŞURA SURESİ HAKKINDA BİLGİ
Şûrâ Ne Demektir?
Şûrâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 53 âyettir. İsmini 38. ayette geçen, “müşavere etmek, danışmak” mânalarına gelen, yapılacak işlere karar vermede ve devlet yönetiminde çok önemli bir yeri olan اَلشُّورٰي (şûrâ) kelimesinden alır. Resmî tertibe göre 42, iniş sırasına göre 62. sûredir.
Şûrâ Sûresi Konusu
Vahiy, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile başlayan bir hâdise değildir. Allah Teâlâ ilk insandan başlayarak Resûlullah (s.a.s.)’e kadar pek çok peygambere vayhetmiştir. Peygamberlere vahyedilen dinin temel esasları aynıdır. O da tek olan Allah’a kulluk etmek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, âhirette yeniden dirilip hayatın hesabının verileceğini unutmamak, emrolunduğu gibi dosdoğru olup nefsânî arzulara uymamak, dinde ayrılığa düşmemektir. Aynı şekilde Kur’an’ın iniş gâyesi de başta indiği toplum olan Mekke halkını, sonra da peyderpey bütün dünyayı kuşatacak şekilde etraftaki toplumları uyarmaktır. Resûlullah (s.a.s.), yirmi üç senelik tebliğ hayatında, yakından başlayıp dalga dalga yayılan bir tebliğ siyâsetiyle, bunu gerçekleştirmiş ve âyette ifadesini bulduğu şekilde Kur’an’ın mesajının cihanşumûl olduğunu göstermiştir. Önceden olduğu gibi bugün ve yarın, dünya durdukça ilâhî vahye tâbi olanlar ebedî mükâfat yurdu olan cennete girecekleri gibi, ona yüz çevirenler, dünyada kısa bir müddet geçinip gitseler de öte dünyada kaybedenlerden olacak, cehennemi dolduracaklardır. Kâinatta sergilenen ilâhî kudret delilleri Allah Teâlâ’nın bunu yapmaya kadir olduğunu göstermektedir. Sûrede Kur’an’ın yetiştirmeği hedeflediği fert ve toplumun temel husûsiyetleri beyân edilerek, onların haramlar ve haksızlıklar karşısındaki sert ve kararlı duruşları, Allah’a kulluk noktasındaki ciddiyet ve coşku halleri, şahıslarına yapılan kusurları affetmedeki sınırsız müsamaha ve bağışlama meziyetleri ve devlet yönetiminde müşâvere esasına ağırlık vermeleri örnek birer davranış olarak sunulur. Kullar arasında maddî rızıkları ve en mühim dünya nimetlerinden olan çocuk nimetini dilediği gibi taksim eden Cenab-ı Hak, vahiy ve peygamberlik nimetini de öyle taksim etmiş, nübüvveti için seçtiği kullarla üç yolla konuşmuş ve en son Hz. Muhammed (s.a.s.)’i seçerek, daha önce hiç bilmediği “kitab”ın ve “iman”ın ne olduğunu ona öğretmiş ve onun vasıtasıyla da âhir zaman ümmetini irşad etmiştir.
Şûrâ Sûresi Nuzül Sebebi
Mushaftaki sıralamada kırk ikinci, iniş sırasına göre altmış ikinci sûredir. Mekke döneminde, Zuhruf sûresinden önce ve Fussılet sûresinden sonra nâzil olmuştur. 23-24, 23-26, 27 ve 39-41. âyetlerinin Medine’de indiğine dair rivayetler de bulunmaktadır (İbn Atıyye, V, 25; İbn Âşûr, XXV, 23-24). Fakat üslûp ve içerikleri bu âyetlerin de Mekke döneminde indiği izlenimini vermektedir (bu konuda ve ilgili rivayetlerin taşıdığı zaaflar hakkında bk. Derveze, V, 159, 175-178, 182-183, 187-189).
ŞURA SURESİ TEFSİRİ
- Hâ. Mîm.
- Ayn. Sîn. Kãf.
- Rasûlüm! O kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah, sana da senden öncekilere de işte böyle vahyediyor.
- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Gerçek mânada yüce ve büyük olan yalnız O’dur.
Önceki peygamberlere de, son olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de vahyeden Allah Teâlâ’dır. Vahiy gerçeğinin, Cenâb-ı Hakk’ın “Azîz: karşı gelinemez bir kudret ve kuvvet sahibi” ve “Hakîm: yaptığı her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan” isimleriyle çok yakın irtibatı vardır. Yani O, birine vahyetmek istediği zaman hiç kimse bunu engelleme imkânına sahip olmadığı gibi, vahyedilen tâlimatların tebliğini, yayılmasını ve insanlığa tesirini de hiç kimse engelleyemeyecektir. Bu, dâvasında başarılı olacağı yönünde Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e bir müjde, Kur’an karşısında mağlup olacaklarına dair müşriklere de bir uyarıdır. Hem vahiyle gelen dinî tâlimatlar, insanları boşuna uğraştırmak ve yormak için değil, kesinlikle onların dünya ve âhiret faydasınadır. Çünkü Hakîm olan Allah, boş ve hikmetsiz bir iş yapmaktan pak ve yücedir.
Öyle ki:
- Allah’ın yüceliğinden, gökler neredeyse yukarıdan aşağı çatlayıp paramparça olacak! Melekler de Rablerini her türlü övgülerle yücelterek tesbih ediyor ve yeryüzünde bulunanlar için bağışlanma diliyorlar. İyi bilin ki Allah, çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.
Göklerin üst taraflarından neredeyse paramparça olmalarını gerektiren sebepler şunlar olabilir:
› Yüce Allah’ın azamet ve kudretinin dehşetinden,
› Allah Teâlâ tarafından kendilerine verilen vazifenin ağırlığından,
› Oralarda sayısız denecek kadar çok meleklerin, gök cisimlerinin, akıl erdirilemez yazgıların ve ilâhî sırların bulunması sebebiyle,
› Yeryüzünde insanların günah işlemeleri, Allah’a ortak koşmaları ve özellikle O’na çocuk isnat etmeleri sebebiyle.
Nitekim bununla alakalı olarak Meryem suresinde şöyle buyrulur:
“Neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye! Halbuki çocuk edinmek asla Rahmân’ın şânına yakışmaz!” (Meryem 19/90-92)
İnsanlar, Allah’ı şânına lâyık bir şekilde tanıyıp kulluk edemezken, melekler O’nu överek tesbih eder, O’nu her türlü ortaktan ve noksan sıfatlardan pak ve uzak tutarlar. Müşriklerin, bu kadar sınırsız kudret ve azamet sahibi Allah’a karşı cür’et ve cesaretlerinden dolayı hayret eder, o hayretin tesiriyle tesbih ve zikre sarılırlar. Nitekim Hz. Ali şöyle der: “Onların tesbihleri, müşriklerin Allah’ın gazabına maruz kalacak şekilde neler yaptıklarını görüp, hayret etmelerinden dolayıdır.” İbn Abbas (r.a.) da: “Onların tesbihleri Yüce Allah’ın şâhit oldukları azameti karşısında zilletle boyun eğmeleridir” der. (Kurtubî, el-Câmi‘, XVI, 4)
Meleklerin bağışlanma talebinde bulundukları “yeryüzündeki kimseler” mü’minlerdir. Nitekim Mü’min sûresinde geçen şu âyet-i kerîmeler bunu açıklar:
“Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler, Rablerini överek tesbih eder, O’na inanır ve mü’minlerin bağışlanmaları için şöyle dua ederler: «Rabbimiz! Senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edip sana yönelen ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları kızgın alevli cehennem azabından koru!»” (Mü’min 40/7)
Hakîkat böyleyken:
- Allah’tan başka dostlar edinip böylece O’na şirk koşanlara gelince, Allah onları dâimâ gözetleyip kontrol etmekte ve her yaptıklarını kaydettirmektedir. Yoksa sen onların doğru yola gelmesinden sorumlu bir vekîl değilsin.
Kur’ân-ı Kerîmde اَلْوَلِيُّ (velî) kelimesi hâmî, koruyucu, idareci, ilâh, dost, yardımcı gibi anlamlarda kullanılır. Buna göre:
› Bir şahıs, başkasının koyduğu kanunlara ve hükümlere uyarsa onu veli edinmiş sayılır. (bk. Nisâ 4/119)
› Bir şahıs, birinin yol gösterdiğine inanıp, öbür yolların yanlışlığını düşünürse onu veli edinmiştir. (bk. Bakara 2/257; İsrâ 17/97)
› Bir kimse, yaptığı günahları görmezden gelerek, bir başkasının âhirette kendisini kurtaracağına inanırsa onu veli edinmiş olur. (bk. En‘âm 6/51; Ankebût 29/22)
› Bir şahsın, kendisine mal ve evlat vereceğine ve diğer ihtiyaçlarını gidereceğine inanırsa onu veli edinmiştir. (bk. Hud 11/20; Ra‘d 13/16)
Burada “velîler” ifadesi, sayılan bu dört mânayı da içine alacak şekilde kullanılmış ve böyle davranan insanların şirke düştüğüne işaret edilmiştir. İşte Kur’an, insanları böyle şirk tuzaklarından kurtarmak için inmiştir:
- Şehirlerin anası Mekke halkı ile onun çevresindekileri uyarman ve geleceğinde şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetinden sakındırman için sana böylece Arapça bir Kur’an vahyediyoruz. O gün geldiğinde insanlardan bir kısmı cennette, bir kısmı ise çılgın alevli cehennemde olacaktır.
- Allah dileseydi insanları doğru yol üzere bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine kavuşturur. Zâlimlere gelince, onlar için ne işlerini üzerine alacak bir kouyucu vardır, ne de bir yardımcı.
- Gerçek bu iken, Allah’tan başka işlerini havale edecekleri dostlar mı ediniyorlar? Oysa işlerin kendine havale edileceği gerçek dost, asıl koruyucu yalnızca Allah’tır. Ölüleri diriltecek olan da O’dur. O’nun her şeye gücü yeter.
اُمّ الْقُرٰى (Ümmü’l-Kurâ), Mekke’dir. Mekke, insan hayatının buradan başlayıp yayılması, içerisinde yeryüzünün ilk mâbedi olan Kâbe’nin bulunması, orada Makâm-ı İbrâhim, Hacer-i Esved gibi ilâhî nişânelerin bulunması gibi sebeplerle şerefli kılınmış ve bu yüzden ona “Şehirlerin Anası” rütbesi verilmiştir. “Çevresi”nden maksat ise tüm dünyadır. Kur’an ilk olarak Mekke halkını sonra da zaman, zemin ve imkânlar elverdikçe dalga dalga tüm dünya halklarını uyarmak için Arapça indirilmiş cihanşumûl bir kitaptır. Arapça bilenler onu, orijinal diliyle okuyup anlayacak ve gereğince amel edeceklerdir. Arapça bilmeyenlere de onun mâna ve mesajları anlayacakları dille tebliğ edilecektir. Zaten realitede de durum böyle gerçekleşmiştir. Şunu belirtelim ki, Kur’an’ın Allah kelâmı oluşunda hiçbir şüphe bulunmamakla beraber, herkesin ona inanma gibi bir mecbûriyeti de yoktur. Allah Teâlâ’nın küllî iradesi böyle tecelli etmiştir. Bu yüzden insanlar ya kendi tercih ve ihtiyarlarıyla Kur’an’a inanıp Allah’ın rahmetine ereceklerdir. Ya da onu inkâr edip cehenneme gireceklerdir. Fakat doğrusu, her şeye kadir olup ölüleri de diriltecek olan hakiki Velî’nin Allah olduğunu bilip sadece o “Gerçek Dost”a kulluk yapmaktır. Her türlü problemimizin çözümünde O’nun hükmüne baş vurup boyun eğmektir:
- Rasûlüm! De ki: “Hangi konuda anlaşmazlığa düşerseniz düşün, o konuda nihâî hükmü verecek olan Allah’tır. Rabbim olan Allah işte budur. Ben yalnızca O’na güvenip dayandım ve bütün gönlümle yalnızca O’na yönelirim.”
- O, gökleri ve yeri daha önce bir benzeri olmaksızın yoktan yaratandır. O size kendi cinsinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Sizi ve hayvanları bu düzen içinde üretip çoğaltmaktadır. O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle görendir.
- Göklerin ve yerin anahtarları O’na aittir. O, dilediğine rızkı bol verir, dilediğine ise kısar ve ölçülü verir. Şüphesiz O, her şeyi hakkiyle bilmektedir.
Hakîki velî Allah olduğu gibi, bunun tabii bir gereği olarak, insanların anlaşmazlığa düştüğü her konuda en doğru ve adil hükmü verecek olan da yine Allah’tır. Bu sadece âhirette kullar arasında nihâî hükmü vermesi anlamında değil, dünyada da itikat, ahlâk ve muâmelât başta olmak üzere hayatın her alanıyla ilgili olarak neyin haram neyin helâl, neyin iyi neyin kötü, kimin haklı kimin haksız olduğunu belirleme yetkisi de yalnız Allah’a aittir. Kur’an’ın bu husustaki temel kâidesi budur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“…Eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir meseleyi hemen Allah’a ve Peygamber’e arzedin. Böyle yapmanız, hem hakkınızda daha hayırlıdır, hem de netice itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ 4/59)
“Allah ve Rasûlü bir meselede kesin ve bağlayıcı bir hüküm verdiği zaman, mü’min erkek veya mü’min kadının, kendileriyle alakalı o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur.” (Ahzâb 33/36)
“Rabbinizden size indirilen Kur’an’a uyun; Allah’tan başkasını dost ve yardımcı edinip de onların ardından gitmeyin.” (A‘râf 7/3)
Gökleri ve yeri daha önce herhangi bir örneği olmaksızın yoktan yaratan; insanları ve hayvanları erkek ve dişi olarak çift çift yaratıp belli bir düzen dâhilinde onlara üreme ve çoğalma imkânı veren; göklerin ve yerin hazinelerini ve bu hazinelerin anahtarlarını tek başına kudret elinde bulunduran; dilediğine rızkı bol verirken dilediğine daraltan ve bu hususlarda kimsenin kendisine müdâhale hakkı olmayan Allah, şüphesiz ki dilediği hükmü koyup kullarını ona itaate çağırmaya tek yetkili varlıktır. Zat, isim, sıfat ve fiilleri itibariyle O’nun benzeri hiçbir varlık olmadığı gibi, “benzeri” şöyle dursun bunun da ötesinde “benzeri gibi” hiçbir varlık yoktur. O, yaratıklara benzemekten sınırsız yücedir, uzaktır. İşte bütün yönleriyle insanların hayatlarını düzenlemek üzere İslâm şeriatini gönderen de O Yüce Allah’tır:
- Allah, din olarak Nûh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrâhim’e, Mûsâ’ya, İsa’ya emrettiğimizi sizin ferdî ve içtimâî hayatınız için de mutlaka uyulması gereken, değişmez ve değiştirilemez bir şeriat, bir hukuk düzeni kıldı. Onun da aslı şudur: “Dinî doğru anlayıp hükümlerini en güzel şekilde uygulayın ve bu hususta ayrılığa düşmeyin!” Ancak senin dâvet ettiğin esaslar, müşriklere çok ağır gelmektedir. Oysa Allah dilediği kullarını bu mükemmel dini hem yaşamak hem de tebliğ etmek için seçer ve kendisine gönülden yönelenleri doğru yola iletir.
Bütün peygamberlere emredilen din İslâm’dır. Çünkü Hak katında tek makbul din odur. Burada özellikle beş peygamberin ismi zikredilir. Bunlar; Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Nitekim Ahzab sûresi 7. âyette de diğer peygamberler isimleri tafsil edilmeksizin bir bütün halinde zikredilmişken bu beş peygamberin isimleri açıkça belirtilmiştir. Çünkü bunlar, Allah Teâlâ’nın müstakil şeriatler indirdiği “ulu’l-azm” peygamberlerdir. İnsanlık tarihinin mühim dönüm noktalarında vazife yapmışlar ve çok büyük bir mücadele vermişlerdir.
Bu peygamberlere vahyedilen dinin, أَصُولُ الدّ۪ينِ (usûlu’d-dîn) dediğimiz temel esasları aynıdır. Tevhid, iman, ahlâk ve -ayrıntılarda farklılık olsa da- ibâdet esasları bu nevidendir. فُرُوعُ الدّ۪ينِ (furu‘u’d-dîn) dediğimiz muamelât esaslarına gelince, peygamberin gönderildiği zaman ve toplumun şartlarına göre bir kısım esaslar belirlenmiş; bir peygamberden diğer peygambere bir kısım değişiklikler olabilmiştir. Mesela Hz. Âdem zamanında, o dönemin taşıdığı hususi şartlar gereği bir erkeğin aynı batından olmamak şartıyla kendi kız kardeşi ile evlenmesi caizdi. Hz. Nûh zamanında bu uygulamaya son verilmiştir. Zulüm ve haksızlıkları sebebiyle yahudilere bazı mübah şeyler haram kılınmıştı. (bk. Nisâ 4/160-161) Hz. İsa bunların bir kısmını tekrar helâl kıldı. (bk. Âl-i İmran 3/50) Resûlullah (s.a.s.)’e gelen şeriat de önceki dönemlerde var olan bir kısım zor hükümleri kaldırmış, zamanın şartları ve insanların maslahatlarına göre yeni bir takım hükümler koymuştur. (bk. A‘râf 7/157) Ancak bu tür farklılıklar, dinin uygulanması istenen temel esasları noktasından bakıldığında, ne büyük bir yekün, ne de büyük bir anlam ifade eder. Bu sebeple âyet-i kerîmede her çağda bütün insanlara: “Dinin ikâmesi ve onda ayrılığa düşülmemesi” emredilir.
“Dinin ikâmesi”; hak dini kabul ettikten sonra itikat, ahlâk, ibâdet ve muâmelât bakımından dinin tam olarak uygulanması ve her işin dinî esaslara göre tanzim edilmesidir. “Dinde ayrılığa düşmemek” ise, dinin emir ve yasaklarına ehemmiyet vermek ve bu hususta farklı yorumlarla bölünüp parçalanmamaktır. Dini esasları, oradaki farz, haram, vacip, müstehap veya mekruh hükümleri şahsi telakkilerle farklı şekillerde tevil edip önem sırasını değiştirmemek, hepsini yerli yerince kabullenip uygulamaya çalışmaktır. İşte bütün bunlar, putperestlik örf ve adetlerine alışmış müşriklere ağır gelmekte ve bunları kabulde zorlanmaktadırlar. Fakat Allah Teâlâ, dilediği kullarını dinini öğrenme, anlama, yaşama ve tebliğ etme vazifesi için seçecektir. Şirki bırakıp tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde kendine yönelenleri doğru yola eriştirecektir.
Gerçek böyle olmakla birlikte:
- Geçmiş ümmetler ancak kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık ve ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden belirli bir vakte kadar azabın ertelenmesine dâir önceden verilmiş bir karar olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm çoktan verilmiş ve işleri bitirilmiş olurdu. Onlardan sonra kitaba mirasçı olanlar ise hâlâ kitap hakkında derin bir şüphe içindedirler.
Dinin özünde bir ayrılık olmamasına rağmen insanlar bu konuda ayrılığa düşmüşler; çeşitli mezhep ve fırkalara ayrılmışlardır. Bunun sebebi, kitabın, peygamberin veya gerekli ilâhî tâlimatların bulunmaması değildir. Bilakis onlar Allah’tan vahiy ve ilim geldikten sonra şahsî çıkarlar, çekememezlik ve ihtiras yüzünden parçalanmışlardır. Dolayısıyla bunun sorumluluğu Allah’a değil kendilerine aittir. Çünkü Allah Teâlâ’nın açıkça bildirdiği şeriatten saparak çeşitli mezhep ve fırkalar kurmuşlardır. Bunlara, Allah’ın emrine karşı geldiklerinden dolayı hak ettikleri cezanın hemen verilmeyip büyük nispette kıyamet gününe ertelenmesi, Cenâb-ı Hakk’ın bu konuda verdiği bir karardan dolayıdır. “Kitaba mirasçı olanlar”, yani peygamberlerden sonra gelip, onların bıraktıkları ilâhî kitap elerinde bulunanlar, onu hakkiyle okuyup tatbik etmedikleri gibi, üstelik onun hakkında derin bir şüphe içine düşmüşlerdir. Yahudi ve hıristiyanlar bunun en açık bir örneği olduğu gibi, aynı tehlike Resûlullah (s.a.s.)’in bize emanet ettiği Kur’ân-ı Kerîm ve ona vâris olanlar için de geçerlidir. Halbuki Kur’an, hakkında şüphe dilecek bir kitap değil, öğrenilip tatbik edilecek ebedi hidâyet rehberidir.
Nitekim gelen âyet-i kerîme Kur’an’ın getirdiği temel esasları beyân etmektedir:
- Bunun için Rasûlüm, sen insanları tevhide dâvet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzularına uyma. De ki: “Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara inandım. Bana, sizin aranızda adâletle davranmam emredildi. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize sizin yaptıklarınız sizedir. Aramızda tartışılacak hiçbir şey yoktur. Nasıl olsa Allah hepimizi bir araya toplayacak ve aramızda hükmünü verecektir. Çünkü herkesin nihâî dönüşü O’nadır.”
Bu esasları şöyle hülasa edebiliriz:
İnsanları tevhide davet etmek,
Allah nasıl emrediyorsa o şekilde dosdoğru olmak, istikamet üzere kulluğa devam etmek,
Allah’ın emir ve yasakları yanında başkalarının arzu ve isteklerine tabi olmamak,
Allah’ın indirdiği tüm ilâhî kitaplara, Kur’an’ın ihtiva ettiği bütün âyetlere aynı derecede inanmak,
Âdil olmak, insanlar arasında adâletle muamele etmek,
Allah’ın rubûbiyetini tanıyıp O’nun râzı olacağı ameller yapmak ve işin farkında olmayan cahillerle tartışmamak. Çünkü mahşer günü Allah herkesi huzurunda toplayacak ve haklı ile haksızı birbirinden ayıracaktır.
Bu âyet-i kerîme, bir bakıma şu âyet-i kerîmenin bir tefsiri mâhiyetindedir:
“De ki: «Ey Ehl-i kitap! Sizinle aramızda ortak olan bir söze, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.» Eğer yüz çevirirlerse: «Şâhit olun ki, biz elbette müslümanlarız» deyin.” (Âl-i İmrân 3/64)
Çünkü, Allah hakkında ileri geri konuşup O’nun dinine karşı mücâdele edenleri pek şiddetli bir azap beklemektedir:
- İlâhî dâvet dürüst ve faziletli insanlar tarafından kabul görüp iman nûru kalplere yerleştikten sonra hâlâ Allah’ın dini hakkında tartışmaya kalkışanların itirazları ve sözde delilleri Rableri yanında geçersizdir. Onların üzerine bir gazap çökmüştür ve onlar için pek şiddetli bir azap vardır.
Allah Teâlâ gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplar vasıtasıyla ilâhî davetini insanlara ulaştırmış ve pek çok kesimden dürüst ve faziletli insanlar onu kabul etmişlerdir. Allah’ın varlığını ve birliğini idrak ederek O’na gönülden kul olmuşlardır. Bu durum, ilâhî davetin kabul edilebilir ve tutulabilir bir hakikat olduğunu gösteren açık bir delildir. Buna rağmen Allah hakkında veya O’nun dini hakkında itiraza kalkışacak olanların mazeretleri ve sözde delilleri Rableri yanında boşa çıkacaktır. Onların hiçbir itirazı kabul edilmeyecek, delilleri geçersiz sayılacaktır. Çünkü ne naklî, ne aklî, ne nazarî ne de amelî hiçbir tutamakları yoktur. Delil ancak eğriliğe ve eğri olanlara karşı ileri sürülür. İlmî ve amelî bakımdan haklılığı ve güzelliği ortada olan hak ve istikâmet karşısında yapılan münâkaşa sırf bir azgınlık ve haksızlık ilanından ibaret kalır. Bu sebeple böyle bilerek azgınlık ve haksızlık yolunu tutanlar gazab-ı ilâhîye uğrayacak ve şiddetli bir azapla cezalandırılacaklardır.
Zira:
- Allah, gerçekleri ortaya koymak için kitabı indirmiş ve insanlar arasında doğrulukla hükmedilmesi için adâlet kanunlarını bildirmiştir. Ne biliyorsun, belki de kıyâmetin vakti yakındır!
اَلْكِتَابُ (kitap)tan maksat, peygamberlere gelen ilâhî kitaplar ve vahyedilen diğer bilgilerdir. Hususiyle de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Allah Teâlâ onu doğru bilgileri ve gerçek hükümleri bildirmek üzere indirmiştir. اَلْم۪يزَانُ (mizân) ise “adâlet ve ölçü” demektir. Bu sayede dünyada insanlar arası alış verişlerde eşyalar tartıldığı ve ölçüldüğü gibi, âhirette de ameller bu ölçüye göre âdil bir şekilde tartılacak, gerçek hüküm ortaya çıkacak ve ona göre karşılık verilecektir. Buna göre hayatın dengesini en güzel şekilde kurmayı öğreten “Kur’an” ile “mizân” arasında, diğer taraftan dünya ile âhiret arasında tam bir irtibat olduğu; âhiretteki hayatın dünyada yapılan amellere göre düzenleneceği; o halde dünya hayatının Kur’an ölçülerine göre yaşanmasının ehemmiyeti ortaya çıkmaktadır. Zaten “Ne biliyorsun, belki de kıyâmetin vakti yakındır!” (Şûrâ 42/17) ikazı buna işaret etmektedir. Fakat bu ilâhî ikazlar, ancak iman edenler için bir mâna ifade eder. Onlar Allah’ın haber verdiği şekilde kıyâmetin mutlaka kopacağını bildiklerinden ondan çok korkar, amelleri tartılırken mizanlarının hafif gelmesinden titrer ve güzel amellerini artırarak daha fazla sevaba nâil olmak için gayret gösterirler. İman etmeyenlerin böyle bir derdi yoktur. İnanmamaları sebebiyle, kıyamet kopmuş ya da kopmamış onlar için fark eden bir şey yoktur. Hatta hâl ve kalleriyle bir an önce kopmasını da ister dururlar. Öyle derin bir şüphe, sapıklık, şaşkınlık ve gaflet içindedirler. Bununla birlikte:
- Kıyâmete inanmayanlar onun bir an önce gelmesini istiyorlar. İman edenler ise ondan korkuyor ve onun gerçek olup mutlaka geleceğini biliyorlar. Dikkat edin, kıyâmet hakkında tartışıp onu inkâr edenler, elbette derin bir sapıklık ve aldanış içindeler.
اَلْكِتَابُ (kitap)tan maksat, peygamberlere gelen ilâhî kitaplar ve vahyedilen diğer bilgilerdir. Hususiyle de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Allah Teâlâ onu doğru bilgileri ve gerçek hükümleri bildirmek üzere indirmiştir. اَلْم۪يزَانُ (mizân) ise “adâlet ve ölçü” demektir. Bu sayede dünyada insanlar arası alış verişlerde eşyalar tartıldığı ve ölçüldüğü gibi, âhirette de ameller bu ölçüye göre âdil bir şekilde tartılacak, gerçek hüküm ortaya çıkacak ve ona göre karşılık verilecektir. Buna göre hayatın dengesini en güzel şekilde kurmayı öğreten “Kur’an” ile “mizân” arasında, diğer taraftan dünya ile âhiret arasında tam bir irtibat olduğu; âhiretteki hayatın dünyada yapılan amellere göre düzenleneceği; o halde dünya hayatının Kur’an ölçülerine göre yaşanmasının ehemmiyeti ortaya çıkmaktadır. Zaten “Ne biliyorsun, belki de kıyâmetin vakti yakındır!” (Şûrâ 42/17) ikazı buna işaret etmektedir. Fakat bu ilâhî ikazlar, ancak iman edenler için bir mâna ifade eder. Onlar Allah’ın haber verdiği şekilde kıyâmetin mutlaka kopacağını bildiklerinden ondan çok korkar, amelleri tartılırken mizanlarının hafif gelmesinden titrer ve güzel amellerini artırarak daha fazla sevaba nâil olmak için gayret gösterirler. İman etmeyenlerin böyle bir derdi yoktur. İnanmamaları sebebiyle, kıyamet kopmuş ya da kopmamış onlar için fark eden bir şey yoktur. Hatta hâl ve kalleriyle bir an önce kopmasını da ister dururlar. Öyle derin bir şüphe, sapıklık, şaşkınlık ve gaflet içindedirler. Bununla birlikte:
- Allah kullarına karşı çok lutufkârdır. Dilediğini istediği şekilde rızıklandırır. Çünkü O çok kuvvetlidir, kudreti dâimâ üstün gelendir.
Yüce Rabbimizin اَللَّط۪يفُ (Latîf) ismi şu mânalara gelir:
› Kullarına karşı çok şefkatli ve merhametlidir, çok lutufkârdır.
› Kullarının en küçük ihtiyaçlarını bile öyle dikkat-i nazara alır ki, kendileri bile ihtiyaçlarının nasıl karşılandığının farkına varmazlar. Buradaki “kullar”dan maksat tüm insanlıktır. Allah’ın lütfu tüm dünyaya şamildir.
› Kullarının güzel hallerini yayan, kötü hallerini örtendir.
› Azı kabul eden, buna karşı pek çok ihsanda bulunan, kalbi kırık olanın kalbini onaran, zor şeyleri kolaylaştırandır.
O, dilediğine rızık verir, dilediğini mahrum bırakır. Bunun da nice hikmetleri vardır. Bu taksimat Allah’ın karşı gelinmez kuvvet ve kudretine dayanmaktadır. Kimsenin bunu değiştirmeye gücü yetmez. O halde kullar için O’nun hâkimiyet, tasarruf ve tâlimatlarına teslimiyet göstermeleri kendi faydalarına olacaktır.
Çünkü:
- Kim âhiret kazancını isterse onun kazancını artırırız. Kim de âhireti bırakıp sadece dünya kazancını isterse ona da ondan bir parça veririz; fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.
اَلْحَرْثُ (hars), toprağı sürmek, tohum ekmek demektir. Çiftçiye de اَلْحَارِثُ (hâris) denir. Ekilen tarlaya ve ekimden elde edilen mahsule de “hars” denir. Kelimenin asıl mânası budur. Bundan hareketle bir benzetme yapılarak, neticesini ileride görmek üzere yapılan çalışmalara ve onların sonuçlarına da “hars” denilmiştir. Dolayısıyla âyette “hars” kelimesi amellerin ürünü, sevabı anlamınadır. Demek ki dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak, neticede bir şeyler elde etmek üzere yapılan bir ekim işidir. İşte kim iman ve sâlih amelleriyle âhiret ürününü isterse Allah ona âhiret sevabı verir; onun yaptığı işleri kat kat ödüllendirir. Fakat yaptığı işlerde, âhireti hesaba katmayıp, sadece dünya kazancını ve refahını isteyen kimseye de dünyada geçici bir karşılık verilse de âhirette herhangi bir mükâfat verilmez. (bk. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VIII, 186-187)
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Kim sadece şu peşin ve geçici dünya zevkini isteyip onun ardına düşerse, biz dilediğimiz kimseye takdir ettiğimiz miktarda o zevki tattırır, sonra da cehennemi ona mekân kılarız. O da kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak Cehenneme girer. Kim de âhiret hayatını ister ve bir mümin olarak bütün gücüyle onu kazanmaya çalışırsa, işte bunların çalışmaları Hak katında kabul görüp güzel karşılık bulur.” (İsrâ 17/18-19)
Resûlullah (s.a.s.), insanları fânî şeylerden uzaklaştırıp Allah’a kulluğa yönlendiren bir hadis-i kudsîyi şöyle nakleder: “Yüce Allah buyuruyor ki: «Ey Âdem oğlu! Kendini ibâdetime ver ki gönlünü zenginlikle doldurayım, ihtiyacını gidereyim. Böyle yapmazsan seni faydasız işlerle oyalarım, ihtiyacını da gidermem.” (Tirmizî, Kıyâme 30; İbn Mâce, Zühd 2)
Şunu untmayın ki, din ve şeriat koyma yetkisi sadece Allah Teâlâ’nın hakkıdır. O’nun dışında hiç kimsenin din koyma, haram ve helâl tâyin etme yetkisi yoktur:
- Yoksa onların Allah’a koştukları ortaklar var da, bunlar Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine din diye kabul ettirmek istiyorlar, öyle mi? Şâyet Allah’ın azabı ertelemeye dâir sözü olmasaydı aralarında çoktan hüküm verilir, işleri bitirilirdi. Hiç şüphesiz zâlimleri, can yakıcı bir azap beklemektedir.
Bu sûrenin 13. âyetinde de temas edildiği üzere Cenâb-ı Hak, din ve şeriat belirleme yetkisini bütünüyle elinde tutmakla, kendisinden başka din belirleyici, şeriat vaz edici ve kanun koyucu birilerini arayanları azabına uğramakla tehdit etmektedir. İzin vermediği şeyleri meşrû kılmak için din uydurmaya kalkışmanın dünya kazancı adına yapılan fenalıkların başında sayılacağını hatırlatmaktadır. Beşerî hayatın tanziminde istedikleri gibi kanun koyma yetkisini ellerinde bulunduran ve Allah’ın izin vermediği şeyleri din diye yutturmaya çalışan sahte tanrıların, Kur’an ifadesiyle tağûtların ve bunları Allah’a ortak koşanların nasıl bir feci sona doğru yaklaştıklarını ihtar etmektedir. Mesela bu sözde tanrılar Allah’a şirk koşmak, ilâhî kanunlar dışında çeşitli hükümlere uymak, âhireti inkâr etmek; faiz, zina, içki, örtünme gibi açıkça haram kılınmış günahları helâl kılmak, zulüm, verdiği sözü çiğnemek gibi Allah’ın izin vermediği birtakım şeyleri meşrû kılabilmekte, diledikleri gibi din yapabilmektedirler. Bu haddini bilmezlerin cezaları imtihan gereği hemen verilmese de, öte dünyada mutlaka hesapları görülecek, yaptıklarına pişman olacaklardır. Bu sebeple olayın âhiret boyutunda olup biteceklere ışık tutmak üzere buyruluyor ki:
- Kıyâmet günü zâlimlerin, dünyada işledikleri günahlardan ötürü korkup titrediklerini görürsün. Oysa çâre yok, korktukları azap mutlaka başlarına gelecektir. İman edip sâlih ameller işleyenler ise nimet ve güzelliklerle dolu cennet bahçelerinde olacaktır. Rableri katında onlara diledikleri her şey verilecektir. Gerçek büyük başarı ve kazanç işte budur.
- İşte Allah, iman edip sâlih ameller işleyen kullarına bu başarı ve kazancı müjdelemektedir. Rasûlüm! De ki: “Tebliğime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Sizden tek isteğim, akrabaya saygı ve sevgi gösterip insanlar arasındaki kardeşlik ve dostluk ilişkilerini gözetmenizdir.” Unutmayın ki, kim güzel bir iş yaparsa, onu daha güzel işler yapmaya yönlendirir, yaptığı güzelliklerin sevabını da fazlasıyla veririz. Muhakkak ki Allah, çok bağışlayandır, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol bol verendir.
- Yoksa senin hakkında: “O, Allah adına yalan uyduruyor” mu diyorlar. Allah dilese senin kalbini de mühürler. Allah, gönderdiği Kur’an âyetleri ve kâinatta uyguladığı kanunlarla bâtılı yok eder ve gerçeği ortaya çıkarıp zafere ulaştırır. Doğrusu O, göğüslerde saklı tutulan bütün gizlilikleri hakkiyle bilmektedir.
Burada mahşer meydanından manzaralar yer alır. Dünyada Allah’a, Allah’ın dinine karşı gelen o zalimlerin perişan halleri gözler önüne serilir: İşledikleri günahları görüyorlar ve bu yüzden uğrayacakları azaptan dolayı korkuyor, tir tir titriyorlar. Halbuki burada korkmaları kendilerine bir fayda sağlamayacak, günahlarının cezası tepelerine çökecektir. Bundan kurtuluşları mümkün değildir. Böyle feci bir âkıbete düşmeyi kim ister? Bu acı tablonun tam karşısına dünyada Allah’ın dinine göre yaşayan mü’minlerin yüzleri güldüren ve kalpleri sevindiren manzarası konur. Onlar cennetlere yerleşecek ve istedikleri her türlü nimetle perverde olacaklardır. Akıllı insan da Allah’ın bu müjdesine layık olmak için çalışır.
- âyette yer verildiği üzere Resûlullah (s.a.s.)’in tebliğine karşı talep ettiği “akraba sevgisi”nden şunlar kastedilmiş olabilir:
› Bundan maksat Allah’a yakınlıktır. “Ben sizden Allah’a yaklaştıracak güzel amelleri sevmenizi ve yapmanızı istiyorum.”
Nitekim şu âyet-i kerîmede de bu mâna beyân edilir:
“Tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben sadece Rabbine giden yolu tutmak isteyenlere yol gösteriyorum.” (Furkân 25/57)
› “Bu tebliğimle sadece Allah’a yaklaşmayı ve O’nun rızâsını kazanmayı istiyorum.” Nitekim her peygamberin tekrar ettiği: “Ey kavmim! Ben tebliğime karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece Allah’a aittir” (bk. Şuarâ 26/109, 127, 145, 164, 180) sözleri bunu ifade eder.
› “Ben sizden sizinle benim aramda bulunan akrabalığı sevmenizi, hiç olmasa bu sebeple tebliğime karşı çıkmamanızı ve davetimi kabul edip bana destek vermenizi istiyorum.” Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) akrabalarına şöyle demiştir: “Ey Kureyş! Hiç olmazsa aramızdaki akrabalık bağını gözetin.” (Buhârî, Tefsir 42/1; Tirmizî, Tefsir 42/1)
› Bu ifadede iman edip Allah yolunda kardeş olan mü’minlerin birbirlerini sevmeleri gerektiği mânası da vardır. Onlar başta Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve onun temiz ailesi olmak üzere derecesine göre bütün mü’minleri severler.
Peygamberin kalbini mühürlemek de dâhil olmak üzere her şeye gücü yeten Allah, onu mühürlemeyip ona Kur’an’ı tebliğ imkânı verdiğine göre, indirdiği bu Kur’an’ın âyetleriyle bâtılı ortadan kaldıracak ve gerçeği ortaya çıkarıp zafere eriştirecektir. Allah’ın muradı budur. O halde müşrik ve münkirlerin bir an evvel yanlış gidişatlarını terk ederek tevbeye yönelmeleri faydalarına olacaktır. Bu istikamette gönüllerinin ta derinlerinde meydana gelecek en küçük bir kıpırtı bile Allah’a gizli kalmayacak, onları hidâyete doğru sevk edecektir.
Çünkü:
- Allah, kullarının tevbesini kabul eder, günahları affeder ve yaptıklarınızı bilir.
- O, iman edip sâlih ameller yapanların dualarına cevap verir. Hatta lutf u keremiyle onlara mükâfatlarını daha da artıracaktır. Kâfirlere gelince, onları cehennemde pek şiddetli bir azap beklemektedir.
Allah’ın af ve mağfiretine erebilmek için günahlara hemen tevbe etmek gerekir. Tevbenin üç şartı vardır:
❂ Günahtan tamamen vazgeçmek,
❂ Yaptığına pişman olmak,
❂ Bir daha ona dönmemek. Eğer kişi kul hakkına tecavüz etmiş ise, hak sahibinin hakkını ödemek ve onun rızâsını almak.
Yapılan kötülükleri iyiliklerle telafi etmeye çalışmak da tevbenin gereğidir. Fakat telafi etmesi mümkün değilse, tevbe eden kişi Allah’tan af diler ve imkânları ölçüsünde iyilik yaparak önceden işlediği suçları temizlemeye çalışır. Kulun neyi hangi niyetle yaptığını çok iyi bilen Allah, onun günahlarını affedecek; iman edip sâlih ameller işleyenlerin dua ve ibâdetlerini kabul edecek ve onlara lütfundan kat kat mükâfat verecektir. Böylece Rabbimiz tüm insanları tevbe, iman ve sâlih amele yönlendirmekte; kâfirler için pek şiddetli bir azap olduğunu haber vererek de tüm insanları küfürden uzaklaştırmayı murat etmektedir.
Dünyalık rızkın taksiminde gözetilen hikmetlere gelince:
- Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, elbette yeryüzünde taşkınlık ederlerdi. Bu sebeple O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarının bütün hallerini çok iyi bilmekte ve onları hakkiyle görmektedir.
- İnsanlar umutlarını büsbütün kaybetmişken yağmuru indiren ve rahmetini yayan da O’dur. O her türlü övgüye lâyık olan gerçek dost ve gözeticidir.
Sahâbe-i kirâmdan Habbab b. Eret (r.a.) diyor ki: “Bu âyet bizim hakkımızda nâzil oldu. Çünkü biz Kurayza, Nadîr ve Kaynuka oğullarının mallarına baktık ve o malların bizim olmasını arzuladık.” Demek ki bu 27. âyet rızıklarının daha bol ve geniş olmasını temenni eden ehl-i suffa hakkında inmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 147) Âyetlerin Mekke’de indiğini dikkate aldığımızda, böyle durumlar karşısında Efendimiz (s.a.s.)’in bu âyetleri yeniden okuduğu söylenebilir. Zira âyetlerin müşriklerin mallarına gıpta eden Mekke’deki fakir müslümanlar hakkında inmiş olması da tabiidir.
Burada dikkat çekilen nokta, bol miktarda verilen rızık ve maddi imkânların daha ziyade insanların azgınlaşmasına sebep olduğu gerçeğidir. İnsanlar genellikle bol buldukça haddi aşarlar ve isyan ederler. İmkân buldukça bir mevkiden sonra bir diğerini, bir binekten sonra ötekini, bir evden sonra başkasını, bir elbiseden sonra bir başka elbiseyi isterler. İnsanın aşırı arzu ve isteklerine gem vurmak mümkün olmaz; nefsânî haz ve isteklerin sonu gelmez. Resûlullah (s.a.s.)’in:
“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur” (Buhârî, Rikak 10; Müslim, Zekât 116-119) beyânı insandaki bu ihtirâsı ne güzel misallendirir.
Muhteris, dünyadan şu üç hasret ve pişmanlıkla ayrılır:
- Topladıklarına doyamaması,
- Umduklarına nâil olamaması,
- Gönlünün, irfân ve mâneviyattan mahrûm kalması. Çünkü ihtiraslı insanın gönlünü saran tamahkârlık, orada ilâhî aşk ve ihlâsa en ufak bir yer bırakmaz. Ne hüsrandır ki, böyle kimselerin ömürleri mal istiflemenin hamallığı ile geçer. Hayatları bir “körebe” oyununa döner ve hazîn bir son ile nihâyet bulur.
Şöyle bir izah da yapılabilir: Eğer Allah akıl, zeka, istidat, mal ve servet bakımından herkesi eşit kılsaydı hiç kimse diğerine boyun eğmez, hiç kimse bir başkasına söz dinletemez, böylece hayatın tabii gerekleri yerine getirilemez olur, sanatlar ve meslekler işlemez hâle gelirdi. Halbuki âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“…Oysa dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırıyor ve bir kısmının diğerine iş gördürmesi için akıl, kabiliyet, zenginlik gibi yönlerden kimini kimine derecelerle üstün kılıyoruz…” (Zuhruf 43/32)
Bu sebeple kullarının durumlarını çok iyi bilen ve gören Allah, rızkı onlara dilediği ölçüde vermektedir. Bu ölçüyü bizim beşeri aklımızla idrak etmemiz mümkün gözükmemektedir. Bu sebeple kul, helâl yoldan kazanç sağlamaya gayret göstermeli, haramdan uzak durmalı, mala karşı aşırı hırs ve tamahtan kendini kurtarmalı ve eldeki nimetlerin de kıymetini en iyi şekilde bilip şükrünü ifaya çalışmalıdır. İnsanlar tüm umutlarını kaybetmişken yağmuru tekrar yağdıran Allah, zor durumda kalıp da kendinden yardım isteyen kulunun imdadına yetişecek ve ona yardım edecektir. Çünkü O Velî’dir; kullarının bütün işlerini üstlenip yerine getirir. Hakiki dost ve yardımcı O’dur. Bu sebepledir ki O, her türlü övgüye layıktır. O’nu daha iyi tanımak isterseniz bilin ki:
- Gökleri, yeri ve bunların içinde çoğaltıp yaydığı bütün canlı varlıkları yaratması, O’nun varlığını ve kudretini gösteren delillerden biridir. Allah’ın, dilediği anda hepsini huzurunda toplamaya da gücü yeter.
Âyetin açık ifadesine göre yerde olduğu gibi göklerde de canlılar vardır. Müfessir Mücâhid de bu kanaati taşımaktadır. Burada maksadın gökte uçuşan kuşlar olduğunu söylemişlerse de, âyeti böyle yorumlamak için zaruret yoktur. (bk. Elmalılı, Hak Dini, V, 4242-4243) Gökleri, yeri ve bunlar içindeki bildiğimiz ve bilmediğimiz bunca canlı varlıkları yaratan Allah, şüphesiz ki hepsini veya istediğini yeniden diriltip mahşerde toplamaya niçin kadir olmasın ki?
O halde ey insanlar dinleyin:
- Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzündendir. Bununla beraber Allah, o günah ve kusurların pek çoğunu da affediyor.
- Siz yeryüzünde Allah’ın kudret ve tasarrufundan kaçıp kurtulamazsınız. Allah’tan başka kendinize ne bir dost bulabilirsiniz, ne de bir yardımcı.
Burada hitap edilenler, günahkârlardır. Günahları, kusur ve ihmalleri sebebiyle dünya hayatında bir kısım musîbet ve felaketlere maruz kaldıkları haber verilmektedir. Pek çok hata ve kusurlarını da Allah affetmektedir. Eğer Rabbimiz, her bir günah, zulüm ve haksızlığın cezasını anında verecek olsaydı, dünyada yürüyen bir tane bile canlı varlık kalmazdı. (bk. Fâtır 35/45) Bununla birlikte günahı olmayan mü’minlerin başlarına da musibetlerin geldiği bir gerçektir. Bunun bir sebebi, gösterecekleri sabır sayesinde manevî derecelerinin artırılmasıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara 2/155)
Bu bakımdan mü’minlere gelen musibetler ve sıkıntılar onlar için keffarettir. Allah’ın dinini tebliğ, yaşama ve yaşatma yolunda çalışan kimsenin çektiği sıkıntılar ise, onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmayıp, aynı zamanda Allah katında derecesinin de yükselmesine vesiledir. Dolayısıyla böyle kâmil mü’minlerin, hastalık, imkânsızlık, baskı ve benzeri çektikleri çilelerle günahlarının cezalarını ödediklerini düşünmek doğru değildir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in bu âyetle ilgili yaptığı şu açıklama konuyu çok güzel bir şekilde izah etmektedir:
“Kim dünyada bir günah işleyip de bunun cezasına uğrarsa, Allah adâleti gereği onu âhirette ikinci defa cezalandırmayacaktır. Kim bir günah ileyip de Allah onu örter ve bağışlarsa, Allah kereminden ötürü, bağışlamış olduğu bu günahı âhirette tekrar cezalandırmayacaktır.” (İbn Mâce, Hudûd 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 99, 159)
Bununla birlikte, günah işledikleri ve buna devam ettikleri halde başlarına bir musibet gelmeyen gafiller, Allah’ın kendilerini unuttuğunu, Allah’ı aciz bırakacaklarını ve O’nun kudret elinden kurtulacaklarını sanmasınlar. Bu mümkün değildir. Zira Allah, istediği zaman istediğini yapacak kudrete sahiptir. Bunun misali şudur:
- Denizlerde dağlar gibi akıp giden gemiler de O’nun varlığını ve kudretini gösteren delillerinden biridir.
- Allah dilerse rüzgârı durdurur da yelkenli gemiler denizin üzerinde öylece hareketsiz kalıverir. Elbette bunda, çok sabreden ve hep şükreden kimseler için dersler ve ibretler vardır.
- Yahut insanların işledikleri günahlar yüzünden o gemileri batırıp yok edebilir. Fakat böyle yapmıyor, bir kısmını derhal cezalandırsa da birçoklarını bağışlıyor.
- Evet, böyle yapıyoruz ki, âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşup tartışanlar, azabımızdan kaçıp sığınacak bir yerlerinin olmadığını bilsinler!
Dağlar gibi gemileri denizlerde akıtıp götüren Allah Teâlâ, istediğinde onları hareket ettiren rüzgârı veya motorlu gemilerse onları hareket ettiren muharrik kuvveti durdurur ve gemiler denizin ortasında suyun üzerinde öylece hareketsiz kalakalır. Onları hareket ettirmeye kimsenin gücü yetmez. Yahut istese fırtına göndererek içindekilerin işledikleri günahları sebebiyle veya oraya yükledikleri mallarıyla birlikte o gemileri batırır, parçalar. Böyle yapmasını da kimse engelleyemez. Nitekim bunun örnekleri dünyamızda sık sık yaşanmaktadır. Hele uçak kazaları bu hususta daha açık bir misaldir. Hâsılı bunlardan ders ve ibret alarak Allah’a karşı gelmekten ve O’nun âyetleriyle savaşmaktan vazgeçip O’na teslim olmanın zarureti ortaya çıkmaktadır. Fakat bunu başarabilmek için insanın çok sabreden ve çok şükreden bir ahlâkî kemâle erişmesi; İslâm toplumunun şu yüce meziyetlerle donanması lazımdır:
- Size verilen her şey ancak dünya hayatının gelip geçici menfaatidir. Allah katındaki nimetler ise inanıp yalnızca Rablerine güvenip dayananlar için her bakımdan daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Bu ve devam eden âyetlerde mü’minlerin fert ve toplum olarak kuşanmaları gereken mühim hususiyetleri ve mümtaz vasıfları beyân edilir: Manevî başarı ve kurtuluşun ilk şartı olarak “iman”dır. İmanın peşinden “Allah’a tevekkül” gelmektedir. Tevekkül, İslâmî mânada Allah’a güvenmek, O’nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanmak ve alınması gereken tedbirleri almaktır. Dolayısıyla tevekkül; müslümanın, yapacağı işlerde tüm zahiri sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü bunlara bağlamayıp sadece Allah’a dayanmasıdır. Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terk edip, “Allah’ın dediği olur”, diyerek kenara çekilmek değildir. Nitekim Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.), devesini salıvererek Allah’a güvendiğini söyleyen bir bedeviye “Onu bağla da öyle tevekkül et” buyurur. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyamet 60) İşte sözü edilen müslümanların, güçleri nispetinde sorumluluklarını yerine getirerek Rablerine tevekkül halinde oldukları görülür.
Bu âyetle ilgili Şakîk-i Belhî şu tespitini nakleder:
“Yirmi yıl Kur’ân-ı Kerîm üzerine çalıştım; dünyayı âhiretten ancak öyle ayırd edebildim. Daha ziyade şu iki cümle üzerinde durdum:
- «Size verilen her şey ancak dünya hayatının gelip geçici menfaatidir.» (Şûrâ 42/36)
- «Size verilen şeyler, dünya hayatının geçici nimeti ve süsüdür.»” (Kasas 28/60)
İkinci olarak o mü’minler günahlardan uzak dururlar:
- Onlar, büyük günahlardan ve zinâ, fuhuş gibi hayâsız çirkin işlerden kaçınırlar. Kızdıkları zaman öfkelerini yutup kusurları bağışlarlar.
Âyette günahla ilgili olarak özellikle اَلْكَبَائِرُ (kebâir) ve اَلْفَوَاحِشُ (fevâhiş) kelimeleri kullanılmaktadır. Kısaca “kebâir”, üzerine tehdit gerçekleşen veya haddi yani şer’î cezayı gerektiren yahut Kur’an ve sünnette açıkça yasaklanmış olan günahlardır. “Fevâhiş” ise onların içinde özellikle zina, livata, fuhşiyat gibi çirkinliği açık ve aşırı olan günahlardır. (Elmalılı, Hak Dini, V, 4247-4248) Büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan kalbi arındırmak, temiz davranışlar sergilemek gerçek imanın sonuçlarından biridir. Bir insan büyük günahlar ve kötülüklerden kaçınmaz ve onlara yönelirse kalpteki iman berraklığını ve saflığını koruyamaz.
Ayette şöyle bir incelik yer almaktadır: Yüce Allah, insanın zayıf ve dirençsiz olduğunu bildiğinden, kendi katındaki mükâfatı hak etmenin sınırını “büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan kaçınmak” şeklinde belirtmekte, küçük günahları ve hataları bunun dışında tutmaktadır. Rahmetiyle küçük günahları daha kolay bağışlayacağına işaret etmektedir. Bu sebeple yüce Allah’tan hayâ etmek gerekir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bu müsamahası insanı mahcup etmekte, O’nun bağışlama lütfu, onurlu kalplerde utanma duygusunu uyandırmaktadır.
Mü’minler, normal zamanlarda insanları rahatlıkla bağışladıkları gibi, bunun ötesinde kızdıkları zamanda bile bağışlarlar. Ne zaman öfkelenirlerse suçu örterler, kusuru affederler. Kızgınlık hâlinde kusur ve günah bağışlayabilmek nadir insanların başarabileceği yüksek bir ahlâktır. Bu sebeple kızgınlık halinde kusur örtmek, kızgınlığı yutmak gibi büyük özellik ancak böyle seçkin mü’minlerin karakter özelliğidir. Onlar, “öfkelerini yutar ve insanların kusurlarını affederler.” (Âl-i İmran 3/134) övgüsüne layık kimselerdir. Yüce Allah öfkenin, insanın öz yaratılışından kaynaklanan bir tepki olduğunu ve bunun büsbütün kötülük olmadığını bildiğinden, ayette öfkelenmek özü itibariyle yasaklanmamakta ve bir hata olarak nitelendirilmemektedir. Tam tersine insanın yaratılışının bir parçası olduğu kabul edilmektedir. Böylece insan, fıtratı ile dinin emri arasında şaşkın duruma düşmekten, duygu ve davranış olarak çelişik görünümler sergilemekten kurtarılmaktadır. Zira Allah için, dini için, hak ve adâlet için öfkelenmek, yerinde bir davranıştır ve gereklidir. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerîm, insanı aynı zamanda öfkesini yenmeye, bağışlamaya, affetmeye yöneltmekte ve bu vasıfları imanın önemli meyvelerinden biri olarak takdim etmektedir.
Anlatıldığına göre, manevî hal sahibi sâlih zatlardan biri bir pehlivan görmüştü. Pehlivan kızmış, ağzı köpürmüş, bir şeye canı sıkılmıştı. “Buna ne olmuş böyle?” diye sordu. Orada olanlardan biri şu cevabı verdi:
“- Filanca kişi ona hakaret etmiş ve hakkında kötü sözler söylemiş.” O sâlih zat dedi ki:
“- Bu alçak herif bin batman taşı kaldırıyor da bir sözü kaldıramıyor mu?” (Sâdî Şirâzî, Gülistan, s. 93)
Dolayısıyla mü’minin tahammüllü olması ve hoşuna gitmeyen söz ve durumlar karşısında öfkesini kontrol etmesini bilmesi beklenir. Nitekim her konuda bize örnek olan Peygamber Efendimiz, hiçbir zaman kendi şahsı için kızmamış, sadece Allah için kızmış, Allah için kızınca da bundan bir pişmanlık duymamıştır.
Bahsi geçen mü’minlerin övgüye layık diğer vasıfları da şöyle sıralanmaktadır:
- Onlar Rablerinin çağrısına uyarlar ve namazı dosdoğru kılarlar. Aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da Allah yolunda harcarlar.
Onlar, Rablerinin her türlü davetine koşarak gelirler. O’nun her emrini yerine getirmeye çalışırlar. اَلإسْتِجَابَةُ (isticâbet), davete kulak vermek ve gereğine uymak demektir. Allah’a icâbet, O’nun peygamberine icâbettir. Çünkü peygamber, Allah adına tebliğ yapan ve insanları İslâm’a çağıran kimsedir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XVV, 111) Dolayısıyla onlar peygambere inanmak ve itaat etmek suretiyle Allah’a itaat ederler. Onlar, Rableri ile aralarına giren tüm engelleri ortadan kaldırırlar. Kişi ile Rabbi arasında en büyük engel, insanın bizzat kendisi, ihtirasları, nefsin bitmez arzu ve istekleridir. İnsan bu engellerden kurtuldukça Rabbine giden yol açılır. Bu durumda Rabbinin davetine kolaylıkla icâbet eder. İşte bahsedilen mü’minler, kendileriyle Rableri arasındaki engelleri aşmış ve Allah’ın emrine kolayca icâbet edecek derecede kalbî kıvama ermiş kimselerdir. Onlar namazlarını en güzel şekilde kılarlar. Namazsız mü’min olmaz ve namazsız kurtuluş da olmaz. Çünkü namaz İslâm’ın temel esaslarından ikincisidir. Namaz Allah’ın davetine icâbet etmenin ilk belirtisidir. Kul ile Rabbi arasındaki en kuvvetli bağdır.
Yine o mü’minler, her türlü işlerini istişare ile yaparlar. İstişare, herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurmak demektir. İstişare kelimesinde lügat olarak “arı kovanından bal almak” mânası da vardır. Dolayısıyla çeşitli görüşlere müracaat etmek suretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmaya çalışmak, arının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan almak gibidir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1213) Bu sebeple Kur’an-ı Kerîm istişarenin ehemmiyetine dikkat çekmek üzere:
“Karara bağlanacak işlerde onlarla istişâre et!” (Âl-i İmrân 3/159)
“Aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler” (Şûrâ 42/38) buyurur.
Peygamber Efendimiz, müslümanları istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir’de Ebû Sufyân’ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar’la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek savaşlarında, Hudeybiye’de, Tâif seferinde, ifk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashâbıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Resûlullah’tan daha çok ashâbıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir.[1] Sahâbe-i kirâm da istişareye çok önem vermişlerdir. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, ashâbtan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 350-352)
İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli olursa olsun, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerîm’de işaret ettiği ve yapanlarını övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Peygamberimiz (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.
Şâir Zarîfî der ki:
“Meşveretsiz kim ki bir iş işleye
Şol nedâmet parmağın çok dişleye.”
Şu bilinmelidir ki, istişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.
Yine o mü’minler, nefislerinin cimriliğini aşarak Allah yolunda harcarlar. Zira Allah’ın dinine davet için maddi harcamalarda bulunmak zaruridir. Bunu yapabilmek için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk sevgisini yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek lüzumu vardır. Toplum hayatının devamı ve gelişmesi için de insanların birbirlerine yardımcı olmalarının, iyilik ve ihsanda nulunmalarının önemi büyüktür.
Son olarak o mü’minler:
[1] Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi. Bu sırada ashâb-ı kirâmdan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize “Yâ Resulullah! Burayı, Allah’ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu. bir görüş, bir savaş taktiği midir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.s.) “Hayır; bu bir görüş ve bir savaş taktiğidir” dedi. Bunun üzerine sahâbi “O halde yâ Resûlullah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) “Sen güzel bir fikre işaret ettin” buyurdu ve o sahâbînin dediği şekilde hareket etti. (İbn Hişam, Siret, II, 259-260; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 15)
- Bir haksızlığa ve saldırıya uğradıkları zaman birlikte yardımlaşarak kendilerini savunurlar.
Mü’minler, haklarına saldırı olduğu zaman yine birbirleriyle yardımlaşır ve öçlerini alırlar. Haklarını savunur, haksızlığa boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler. Aşırı gitmeyerek adâletle öçlerini alırlar. Bunun için başka bir milletin himayesine sığınmazlar, kendi toplum ve milletlerinin bağımsızlığı, izzet ve yardımı, birliği ile zalim ve azgının hakkından gelirler. Gerek Allah hakkı gerek kul hakkı olsun mutlak hakkın korunması, gerek dıştan ve gerek içten genel ve özel olarak yapılan saldırının savuşturulması ve cezanın verilmesi toplumun görevidir. İçten olanlarda mahkemelerin adâletini temin, dıştan olanda da siyasi tedbirlerle bu yardımın yapılması ve yapılabilmesi bir toplumun yüksekliğini ve yaşama hakkını gösteren en yüce faziletlerdendir.
Şunu belirtmek gerekir ki mü’minler, imanın bir gereği olarak görevleri yerine getirirken İslâm’ın üzerinde özenle durduğu şu ölçüleri dikkate almakla sorumludurlar:
- Fakat aşırı gitmek yasaktır. Çünkü kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır. Bununla beraber kim affeder ve böylece düşmanlığı sona erdirip barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zâlimleri hiç sevmez.
- Haksızlığa uğradıktan sonra kendilerini savunanlara gelince, böyleleri için bir kınama ve cezalandırma söz konusu olamaz.
- Kınama ve cezalandırma, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere tecavüz ve saldırıda bulunanlar için geçerlidir. İşte onları can yakıcı bir azap beklemektedir.
- Bununla beraber bir insan dişini sıkar, sabreder ve kendisine haksızlıkta bulunanı bağışlarsa, şüphesiz bu, nefse hâkimiyet, azim ve kararlılık gerektiren büyük bir fazilettir.
Kur’an ölçüsüne göre kötülüğün karşılığı ancak onun dengi bir cezadır. Bu düstur, ceza kanunlarına esas alınması gereken genel bir kanun hükmündedir. Azgınlık zulüm ve kötülük olduğu gibi kötülüğü engellemek için ceza vermenin de olumlu ve güzel bir iş olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bunun güzel olması iki şarta bağlıdır. Birincisi; suça ceza olabilmesi için onun gibi bir kötülük yani suçlunun hoşuna gitmeyecek bir fiil olmalıdır. Yoksa o bir ceza değil, suça ve zulme teşvik olur. İkincisi; ceza suçun dengi ve ona eşit olmalıdır, yoksa adâlet olmaz. Bu sebeple azgınlığa karşı öç alınırken haddini aşıp da tecavüz etmek yasaktır. Bununla birlikte şahsına yapılan haksızlıkları affedip o kişi ile arasındaki düşmanlık halini düzelten kişiye Allah, çok büyük mükâfatlar ihsan edecektir. Burada “kim bağışlarsa” diye bağışlamanın müfred sigası ile getirilmesi, bunun ammenin hakkı olan meselelerde değil, şahsî haklarda cereyan edeceğine dair bir uyarı gibidir. Ancak bir kimse, suçu affetmeyip, uğradığı haksızlıktan dolayı öcünü alırsa, bu onun tabii hakkı olup bu gibiler aleyhine bir yol tutulamaz. Bundan ötürü kınanmazlar ve cezalandırılmazlar. Kınama ve cezalandırma, doğrudan doğruya zulmeden veya karşılık vermede ileri giden, cezada haddi aşanlara ve yeryüzünde haksızlıkla azgınlık yapanlara, kibirlenip azgınlık edenleredir. Ama yine de her halükarda olabildiği kadar sabır ve bağışlama yolunu tutabilmek, fert ve toplumun ıslahı, terakkisi, toplumda düşmanlıkların ortadan kaldırılması, barış ve huzurun daha kısa sürede temini açından çok mühimdir. Ancak bunu başarabilmek yani haksızlıklar karşısında, hususiyle şahsımıza yönelik işlenen suçlar karşısında sabır, af ve bağışlama yolunu tutabilmek, büyük bir azim, kararlılık ve ahlâkî olgunluk gerektirir. Böyle davranabilmek elbette çok değerli ve ancak azimet sahibi yüksek seciyeli kimselerin başarabileceği bir iştir.
Bir taraftan toplumun ıslahı için af ve bağışlamayı teşvik eden Kur’an, bir taraftan da bile bile yanlış yolu tutanları ikaz ve tehditten geri durmaz:
- Allah kimi şaşırtır ve saptırırsa, artık onu koruyup doğru yola iletecek bir dostu olmaz. Böyle zâlimlerin, azapla karşılaştıklarında: “Eyvâh! Dünyaya geri dönmenin bir yolu yok mu acaba?” diye feryat ettiklerini göreceksin.
- Onların zillet içerisinde boyunları bükük, yürekleri tir tir o ateşin karşısına çıkarıldıklarını ve göz ucuyla etraflarına ürkek ürkek bakındıklarını göreceksin. İman edenler bu manzara karşısında diyecekler ki: “En büyük ziyâna uğrayanlar, kıyâmet günü hem kendilerini hem de âilelerini böyle hüsrâna sürükleyenlerdir.” Şunu bilin ki zâlimler, devamlı ve sonu gelmez bir azabın içinde olacaklardır.
- Allah’tan başka onlara yardım edecek bir dostları yoktur. Allah bir kimseyi saptırdı mı, artık onun için hiçbir kurtuluş yolu bulunmaz.
Kâfirler, dünyada tevbe edip küfürden dönme imkânları varken, dönmüyorlar. Oysa hesap günü cehennem azabını gördükleri zaman, ondan kurtulmak için dönüp iman edenlerden olmak isteyecekler fakat o zaman da dönme imkânı kalmayacaktır. O halde ne yapılması lazımsa, fırsat geçmeden hemen şimdi yapılmalıdır. Burada o gururlu, kibirli, müslümanlara tepeden bakan, kendini beğenmiş kâfirlerin gururlarının kırıldığı, onurlarının yerle bir edildiği, zillet, aşağılık ve perişanlığın en alt derekesinde oldukları bir manzara gösterilir: Orada cehenneme sunuldukça sunulurlar. Dünyadaki kibirleri kırılır, hakaret altında ezilirler. Yaşadıkları zilletten dolayı kısık gözlerle veya gözlerinin feri kaçmış bir halde bakarlar. Çok korktuklarından yahut içinde bulundukları kötü durumdan dolayı düzgün bakamaz, kaçamak bakışlar yaparlar. Çektikleri acı ve ıstıraptan ötürü gözlerini iyice açamazlar. Gerçekten de insan, korkunç bir şeyle karşılaştığında, korkudan hemen gözlerini kapatır. Fakat yine de kendini bakmaktan alamayarak göz ucuyla o şeyin kendisine ne kadar yakın olup olmadığına bakar. Sonra korku ile yeniden gözlerini kapatır. İşte cehenneme sevk edilen insanların o anki halleri böyle tasvir edilmiştir. Bütün bunlar onların içinde bulundukları zillet, mahcubiyet, acı, pişmanlık, perişanlık ve hüsrânın alametleridir.
O hâlde ey insanlar:
- Allah’ın bir daha geri çevirmeyeceği o dehşetli gün gelip çatmadan Rabbinizin çağrısına uyun. Yoksa o gün ne sığınacak bir yeriniz olur, ne de kendinizi gizlemeye ve günahlarınızı inkâr etmeye bir yol.
- Eğer yüz çevirirlerse, şunu bil ki, biz seni onların yaptıklarından sorumlu bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğ etmektir. Doğrusu biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, onunla sevinir, şımarır. Fakat kendi elleriyle işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir kötülük gelince, o zaman insan, gerçekten tam bir nankör kesilir.
Cenab-ı Hak, âhiretin dehşetli manzaralarını gözler önüne sererek tüm insanları davetine uymaya çağırıyor. Çünkü ebedi azaptan kurtuluş için bu zaruridir. O gün geldiğinde insan Allah’ın hükmünden ve vereceği cezadan kaçacak en küçük bir delik bile bulamayacaktır.
Âyetin “O gün sizin için inkâr etme de yoktur” kısmına şu mânalar verilebilir:
› Sizler yaptığınız kötülükleri reddedemeyeceksiniz.
› Kimlik değiştirmek sûretiyle ortadan kaybolamayacaksınız.
› Kendinizi karşısında bulduğunuz şeye kızamayacak ve itiraz edemeyeceksiniz.
› Sizin bu durumdan kendinizi kurtarma imkânı yoktur.
O halde herkes şimdiden başının çaresine bakmalı, ebedî hayatını kurtarmanın çarelerini aramalıdır. Zira peygamberin vazifesi sadece dini gerçekleri açık ve anlaşılır bir dille tebliğdir. Kabul edip etmemek insanların tercihine kalmıştır. Dolayısıyla davetten yüz çevirenler için aşırı üzülmeye gerek yoktur. Ancak insan pek çok zafiyet ve mânevî hastalıklarla malüldür. Menfaatine düşkünlüğü ve nankörlüğü bu zafiyetlerin başında yer alır. Peygamberlerin ve mürşitlerin, bu zafiyetini dikkate alarak onu terbiye etmeye çalışmaları gerekir.
Allah Teâlâ’nın kudretinin açıkça tezahür ettiği alanlardan biri de çocuk meselesidir:
- Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocuklar bağışlar, dilediğine erkek çocuklar bahşeder.
- Yahut erkekli, kızlı, ikisinden de verir. Dilediğini de kısır bırakır. Şüphesiz O, her şeyi hakkiyle bilen, her şeye gücü yetendir.
İnsanların kendilerine göre bir takım arzuları olabilir. Kimi erkek çocuk, kimi kız çocuk isteyebilir. Müşrikler de olduğu gibi kız çocuklarını istemeyen, hatta onları doğumundan önce veya sonra imha etmek isteyenler çıkabilir. Fakat Cenab-ı Hakk’ın emri ve iradesi bunların fevkindedir. Göklerin ve yerin mutlak hâkimiyetini elinde bulunduran Allah, bu konuda da herkesten bağımsız olarak istediği gibi tasarrufta bulunur. Âyetlerin de sarahatle beyân buyurduğu gibi:
› O dilediğini yaratır.
› Dilediğine sadece kız çocukları verir.
› Dilediğine sadece erkek çocukları verir.
› Dilediğine hem erkek hem kız çocukları birlikte verir.
› Dilediğini de kısır yapar.
Dolayısıyla insanların çocuk meselesini, şahsi bir durum olarak telakki etmeleri ve değişik durumlar itibariyle övünmeleri ya da üzülmeleri doğru bir davranış değildir. Çocuğu olmayanlar da, tıbben meşrû yollara tevessül ettikleri halde netice alamıyorlarsa, Allah’ın takdirine razı olmalıdırlar. Çünkü hem dünya hem de âhireti dikkate aldığımızda bizim için neyin hayırlı, neyin şer olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara 2/216)
O halde kula düşen, Allah’ın takdirine boyun eğmek, verdiklerine şükretmek, vermediklerine itiraz etmemek ve kendine terettüp eden kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalışmaktır. İşte Allah’ın peygamberlere vahyedip onlara kitaplar göndermesinin esas hedefi, insanlara yapacakları kulluğu öğretmek, böylece dünyada mutluluğun, âhirette de ebedi kurtuluşun yolunu göstermektir:
- Allah bir insanla ya vahiyle veya perde arkasından konuşur. Yahut ona kendi izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir. Doğrusu O, çok yücedir, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Allah Te’âlâ kullarına üç yolla hitap eder, onlarla konuşur:
Birincisi; vahiy. Vahy, Allah’ın istediği bilgiyi, doğrudan doğruya, gayet gizli ve hızlı bir işaret halinde kalbe bırakıp ilham etmesidir. Bu ise, sözün ruhânî bir şekilde vasıtasız olarak insanın içine doğması ve alınması halinde tezahür eder. Bu tür vahiy, hem peygamberler hem de insanlardan bazıları için söz konusudur. Peygamberlere uykuda gelen vahiy buna örnektir. Kendine bu tarz bir vahiy gelen peygamber uyandığı zaman kalbinde doğruluğu kesin bir bilgi bulur ve onun vahy eseri olduğuna yakînî bir şekilde inanır. Peygamberlerin dışındakilere yapılan bu şekil vahy ise ilham anlamındadır. Nitekim Hz. Mûsâ’nın annesine (bk. Tâhâ 20/38-39; Kasas 28/7) ve Hz. İsa’nın havarilerine (Mâide 5/111) bu tarzda vahyolunduğu belirtilir.
İkincisi; Allah’ın peygamberine perde arkasından hitap etmesidir. Bunda da vahiy meleği Cebrâil’in aracılığı söz konusu değildir. Allah Teâlâ bazı cisimlerde ve kulaklarda söz yaratıp işittirir. Bu söz doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki işitme gücüne söylenir ki perde arkasından olması bu yönüyledir. Ayrıca bu tarz bir iletişimde sözü dinleyen konuşanı göremez. Sadece kendisine yakın bir yerden harikulâde bir şekilde hitap eden gizli bir varlık olduğunu anlar. Allah Te’âlâ’nın Hz. Mûsâ’ya Tur dağında bir ağaçta yarattığı sesle hitap etmesi (bk. Tâhâ 20/11-23; Kasas 28/30-35) bu neviden bir konuşmadır.
Üçüncüsü; vasıtalı vahiydir. Bu tür vahiyde Allah Te’âlâ vahyini bildirmek üzere Cebrâil’i aracı olarak gönderir. Kur’ân-ı Kerîm’in Peygamberimiz (s.a.s.)’e vahyi umumiyetle bu üçüncü yolla olmuştur. Bu tür vahy de iki şekilde gerçekleşir. Birincisi, vahiy meleğinin melekiyetten sıyrılıp beşeriyete inmesi iledir. Nitekim vahiy meleği bazan insan suretinde gelerek Resûlullah (s.a.s.)’in mübârek elini tutmuş (bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 9), hanımlarının yanında, onlara görünmeden Peygamberimiz (s.a.s.) ile konuşmuş (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150), bazan de Dihyetü’l-Kelbî suretinde gelerek yine Efendimiz ile konuşmuştur. (Buhârî, Fedâilü’l-Kuran 1) İkincisi ise Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in beşeriyetten melekiyete geçmesi ile gerçekleşmiştir ki vahyin en zor olanı da budur ve Kur’an vahiyleri daha çok bu yolla gelmiştir.
O Kur’an ki:
- İşte biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu Kur’an’ı vahyettik. Yoksa daha önce sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Biz Kur’an’ı bir nûr kıldık ki, onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola ulaştıralım. Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın.
- O Allah’ın yoluna ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O’nundur. İyi bilin ki, neticede bütün işler Allah’a döner ve nihâî hükmü O verir.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir ismi “ruh”tur. Bedenler ruh ile dirilip hayata kavuştuğu gibi, insanlar da dini hayatlarını Kur’ân ile diriltirler. Ölü kalpler ancak onunla hayat bulur. O, ruhların hayat vesilesidir. Gerçekten de Kur’ân, insanları küfür, şirk ve cehalet ölümünden kurtarıp iman, hidâyet ve ilim ile hakiki bir hayata ulaştıran en büyük vesiledir.
Bunun izahı şöyle yapılabilir:
Beden kesif ve karanlık bir yapıya sahiptir. Ona ruh girdiğinde canlanır, latîf ve nûrânî olur. Böylece o nûrun tesiri beş duyuda da görülür. Aslında ruh da karanlık ve cehâletle malüldür. Kendisine akıl verildiğinde aydınlanır ve nurlanır. Aynı şekilde akıl da tam nûrânî, arınmış, saf ve aydın değildir. O, Allah’ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, ruhlar ve maddeler âlemini, dünya ve âhiret âlemini tanıdığı nispette mükemmelleşir. Bu ilâhî bilgiler ise vahiy ile, özellikle Kur’ân nûru ile mükemmelleşmiş ve saflaşmıştır. Bu izah, mârifetullah ve Rabbânî keşiflerin ancak Kur’ân nûru ile kemâle erdiğini gösterir. İşte bu noktada, hakiki ruhun vahiy ve Kur’ân olduğu ortaya çıkar. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 175)
Kur’ân-ı Kerîm’in bir ismi de “nûr”dur. O, aynen ışık gibi insanların yollarını aydınlatmakta, iman ve hidâyete erişmelerine vesile olmaktadır. Resûlullah (s.a.s.) de Kur’an’ı tebliğ ederek insanlığa dosdoğru yol olan Allah’ın yolunu göstermekle vazifelendirilmiştir. Ancak Kur’an’ın ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in hidâyeti, sadece doğru yolu göstermek ve onu beyân etmektir. İnsanı, onun şahsi irade ve tercihini de dikkate alarak, o yola eriştirecek olan ise şüphesiz ki Cenâb-ı Hak’tır. Çünkü Allah Teâlâ Peygamberimiz (s.a.s.)’e hitâben: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas 28/56) buyurmaktadır.
Kaynak: kuranvemeali.com