Tâ-Hâ Suresi 87. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Tâ-Hâ Suresi 87. ayeti ne anlatıyor? Tâ-Hâ Suresi 87. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Tâ-Hâ Suresi 87. Ayetinin Arapçası:
قَالُوا مَٓا اَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلٰكِنَّا حُمِّلْنَٓا اَوْزَارًا مِنْ ز۪ينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذٰلِكَ اَلْقَى السَّامِرِيُّۙ
Tâ-Hâ Suresi 87. Ayetinin Meali (Anlamı):
Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden bilerek ve isteyerek dönmüş değiliz. Fakat yanımızda Mısırlıların zînet eşyalarından birtakım ağırlıklar vardı. Onları eritmek için ateşe attık; Samirî de kendininkini atıverdi.”
Tâ-Hâ Suresi 87. Ayetinin Tefsiri:
Mûsâ
(a.s.) kavmini bırakıp Tûr’a gelince Allah Teâlâ onları buzağı heykeliyle
imtihan etti. Sâmirî denen kişi onları doğru yoldan saptırmıştı. Rabbiyle
konuşup Tevrat levhalarını alan Hz. Mûsâ, bu gerçek haber üzerine çok öfkeli ve
üzgün bir halde kavminin yanına döndü. Onlara şu hakikatleri hatırlattı:
Allah Teâlâ onlara güzel bir vaatte bulunmuş; içinde hidâyet ve
nûr bulunan Tevrat’ı vereceğini müjdelemişti. Allah ise vaadinden dönmez,
mutlaka onu yerine getirir.
Verilen bu va‘di unutacak kadar aradan uzun bir zaman da geçmiş
değildi. Topu topu bekleyecekleri müddet kırk gündü. Fakat onlar kısa bir
müddet sonra, Samirî’nin ayartmasıyla Hz. Mûsâ’nın verdiği sözden döndüğü sû-i
zannında bulundular.
Yahut da onlar bu günahı Allah’ın gazabının tepelerine inmesi için
bilerek yaptılar ve Tûr’dan dönünceye kadar Hz. Mûsâ’nın tâlimatlarına uyacaklarına
dair verdikleri sözden caydılar.
Hz.
Mûsâ’nın öfke dolu konuşması karşısında kavmi, bunu kendi kudret ve
iradeleriyle yapmadıklarını belirterek suçu, günah işlemelerine sebep olan
Sâmirî’ye atmak istediler. Sâmirî, İsrâiloğullarının Sâmire kabilesine mensup
olup asıl adı Mûsâ idi. İsrâiloğulları kadınlarının Mısır’dan çıkarken, düğüne
veya eğlenceye gidiyormuş bahânesiyle Kıptî komşularından ödünç aldıkları süs
eşyalarını ve kendi elinde bulunan altın, gümüş gibi mücevherâtı ateşe atarak
eritmiş ve bunlardan bir buzağı heykeli yapmıştı. Heykelin içini boş bırakmış
ve rüzgârın esiş istikâmetine doğru yerleştirmişti. Rüzgâr estikçe ondan sığır
sesine benzer bir ses geliyordu. Bunu da bahâne ederek avânesiyle birlikte
halka, onun ilâh olduğunu telkin etmiş, onları Hz. Mûsâ ve Hârûn’un hak
dininden çevirmek istemişti. Hatta Mûsâ (a.s.)’ın ilâhının da bu olduğunu,
fakat onu unutup kendine ilâh aramak için dağlara gittiğini iddia etmişti. Bu
ahmaklar, öyle bir sapıklık ve şaşkınlığın içine düşmüşlerdi ki, konuşamayan,
kendi sözlerine bile bir mukabelede bulunamayan, hiçbir fayda veya zarar
vermeyen cansız bir varlığın ilâh olamayacağını düşünecek halleri bile
kalmamıştı.
Aslında
İsrâiloğulları’nın Kıptîlerden aldıkları o süs eşyalarını kullanmaları
kendilerine haramdı. Bu sebeple o eşyalar için “günahlar” mânasına gelen اَوْزَارًا (evzâren) kelimesini kullanmışlardır.
Çünkü onlara ganimet haram kılınmıştı. Ganimet olarak toplanan malların ve
eşyaların yakılması gerekiyordu. Onlar da bu sebeple günahtan kurtulmak için
yüklendikleri süs eşyalarını yakmak üzere ateşe atmışlardı. Fakat işin dikkat
çeken yönü aslı haram olan bu eşyaların nasıl bir netice ortaya çıkardığıdır.
Neticede bunlar Samirî’nin elinde buzağı heykeline dönüşmüş ve onların hak yolu
bırakıp puta tapmalarına sebep olmuştur. Dolayısıyla kim helâl olmayan yollarla
dünyalık elde etmek isterse, dinî hassâsiyet bakımdan kendini büyük bir
tehlikenin içine atmış olur. Nitekim âyet-i kerîmede: “Nefsinin kötü
arzularını kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Câsiye 45/23)
buyrulmaktadır.
Bu
âyet-i kerîmelerde şu ince mânalara işaret edilmektedir:
›
İsrâiloğulları Kızıl denizi geçtikten sonra putlara tapan bir
kavme rastladılar ve Hz. Mûsâ’dan kendileri için de onlarınki gibi bir put
yapmasını istediler. (bk. A‘râf 7/138)
Bu buzağı sûretinde bir puttu ve gönülleri ona tapmaya meyletti. İşte Sâmirî,
yaptığı buzağı heykelini tam da onların gönüllerinde muhabbeti yerleşmiş olan
sûrette yaptı. Burada şu işaret vardır ki, nefsin gizli arzuları kalpte yer
tuttuğu zaman, temizleme ve arındırma kalemiyle o kir oradan iyice kazınmadığı
sürece fırsatını bulunca sahibini tehlikeye atmasından korkulur.
›
Hz. Mûsâ kavminden kırk günlüğüne ayrıldı, bu kadar az bir süreyi
bile beklemeye tahammül edemeyen kavmi hemen tevhidden vazgeçip buzağıya
taptılar. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in aramızdan ayrıldığı
asırlar oldu. Buna rağmen bu gün biri kalksa onun ümmetinden muvahhid ve
ihlaslı birinin yanında tevhide aykırı bir söz söyleyecek olsa, hemen ona affı
olmayan büyük bir günah işlediğini ve bundan tevbe etmesi gerektiğini söyler.
Buna asla müsamaha göstermez. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 271)
›
Allah bir toplumu bir belâ ile sınamayı murad ettiğinde, onların
akıl sahibi olanlarının başlarından akıllarını alır. Apaçık mûcizeleri
gördükten sonra gözlerini kör eder de, sanki hiçbir şey görmemiş gibi olurlar.
Bu sebepledir ki 89. âyette: “Onun konuşamayan, fayda ve zarar veremeyen bir
buzağı olduğunu görmezler mi?” buyrulur.
›
İlâhî gazap ve azabı celbeden sebeplerden biri de sözünden dönmek
ve ahdini bozmaktır. Dolayısıyla O’nun rahmetine talip olanlar istikâmet ve
sebattan ayrılmamalıdırlar.
›
Dünya malı aldanışın, fesat ve helâkin sebebidir. Görüldüğü üzere
Firavun dünyası yüzünden gurura düştü, aldandı ve helak oldu. Sâmirî de
mücevherlerden böğüren bir buzağı yaptı ve onunla kavmini ifsat etti. Eğer
İsrâiloğulları Mısır’dan çıktıklarında yanlarında o zînetleri götürmeselerdi,
buzağıya tapmaktan kurtulurlardı. Bundan dolayı tevbe etmekle de imtihan
olunmazlardı. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 496-497)
Acaba
Hârûn (a.s.) vazifesini tam yapamadığı için mi bu olanlar oldu:
Tâ-Hâ Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Tâ-Hâ Suresi 87. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...