Tarîkat Ehlinin Bütün Adabının Kaynağı
Tarîkat ehlinin bütün âdâbı, Sünnetʼten alınmıştır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin vârisleri olan Hak dostu âlim ve ârifler, mânevî terbiye yolu demek olan tasavvufun gâyesini, “şerîati kâmil mânâda yaşamak” şeklinde târif etmişlerdir.
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
“Tarîkat ehlinin bütün âdâbı, Sünnetʼten alınmıştır. Hâşâ ki bidʼat[1] ola!.. Şerîat ehli, «haram ve helâl, emr-i mârûf ve nehy-i münker dahî nedir?» diye inkâr etmeyeler. Bunun gibi, sûfiyye dahî; «Biz Hakkʼa vâsıl olduk.» diye, şer-ʻi mutahharayı bırakmayalar, ilhâda[2] düşmeyeler. Yerli yerinde, şer-ʻi şerîfe riâyet üzere olalar; hıyânet etmeyeler, çalışalar.”[3]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin vârisleri olan Hak dostu âlim ve ârifler, mânevî terbiye yolu demek olan tasavvufun gâyesini, “şerîati kâmil mânâda yaşamak” şeklinde târif etmişlerdir. Yani tasavvuf, her hâlükârda Kurʼân ve Sünnet ölçüleri üzere, takvâ hassâsiyeti içinde bir kullukta bulunmak ve hiçbir zaman bu istikâmetin dışına taşmamaktır.
SAHİH TASAVVUFUN TARİFİ
Nitekim Hak dostlarının âdeta sözcüsü mevkiinde olan Mevlânâ Hazretleriʼnin şu meşhur ifadeleri, bir nevî “sahih tasavvuf” anlayışının da tarifi mâhiyetindedir:
“Yaşadığım müddetçe ben Kur’ân’ın (gönüllü bir) kölesiyim. Ben, o seçkin/mümtaz peygamber Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer biri, benim sözümden, bu (istikâmetin) dışında en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”
Tasavvuf; Kurʼân ve Sünnet’le kemâle ermek, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaya çalışmaktır. Böylece kalben merhaleler katederek Cenâb-ı Hakkʼın yakınlık ve dostluk iklimine girmeye gayret göstermektir.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” ufkuna taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifadeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun şuur ve idrâki içinde olmaktır.
Tasavvuf; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği, nefsânî ihtirasların dizginlenip rûhânî istîdatların inkişâf ettirildiği, mânevî bir mekteptir.
Hâsılı tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk, vecd ve şevkle yaşama gayretinden ibârettir.
Bu hakîkatlerle tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten almayan ne varsa -ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır. Bir kimsenin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında, şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi beyhûdedir.
Meselâ âile hayatında, iş hayatında, evlâtlarının tahsil hayatında, şerʼî ölçülere dikkat etmeyen kimselerin, kalp âlemlerinde mânevî terakkî beklemeleri de boşunadır. Tasavvuf ehli müʼminler, bilhassa evlâtlarının mânevî terbiyeleriyle yakından alâkadar olup onları zamâne şerlerinden titizlikle muhafaza etmelidirler.
Fakat ne yazık ki günümüzde nice dindar ailenin, evlâtlarını Kurʼân tahsilinden mahrum bıraktıklarına, hattâ mânevî değerlerini ne kadar koruyabileceklerini düşünmeden onları gayr-i müslim ülkelere gönderdiklerine üzülerek şâhit oluyoruz. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onların ebedî istikbâlini tehlikeye atan ebeveynlerin kendilerini dindar zannetmeleri, ancak kendilerini kandırmaları demektir.
APAÇIK BİR GAFLET VE DALÂLET TEZÂHÜRÜDÜR
Yine bu meyanda, tasavvufî neşveye sahip olduklarını iddiâ eden bazı çevrelerin, şerʼî ölçüleri ve kulluk vazifelerini hafife alan bir tavırla söyledikleri;
“‒Mühim olan kalp temizliği. Kalp temiz olduktan sonra amelin olmasa da olur…” şeklindeki ifadeleri, nefsânî tâvizlere kapı aralayan, apaçık bir gaflet ve dalâlet tezâhürüdür.
Zira kalp temizliği yeterli olup sâlih ameller ve takvâ hassâsiyeti gereksiz olsaydı, en temiz kalbe sahip olan peygamberler, evliyâ, asfiyâ, ebrâr, sâlih ve müttakî kulların, ibadet ve tâatte bulunmalarına ve ilâhî emirleri takvâ hassâsiyeti içinde tatbik etmelerine gerek olmazdı. Hâlbuki en çok onlar bu hususta gayret ve titizlik göstermişlerdir.
Meselâ Hazret-i İbrahim -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allah yolunda canıyla, malıyla, evlâdıyla imtihan edilip sarsılmaz tevekkül, teslîmiyet ve itaati neticesinde Hakk’a dostluk iklimine girince, gönlünde muhteşem ufuklar açıldı. İlâhî azamet karşısında müthiş bir hiçlik, yokluk ve acziyet hissiyâtına bürünerek Cenâb-ı Hakkʼa;
وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ
“(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.
Allâhʼın Habîbi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde namaz kılıp istiğfâr etti. Niçin böyle yaptığı sorulunca da:
“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurdu. (İbn-i Hibbân, II, 386)
ÖRNEK BİR KULLUK HAYATI
Yine “Aşere-i Mübeşşere”, yani daha dünyada iken Cennet’le müjdelenen sahâbîlerden hiçbiri; “biz artık kemâle erdik, maksadımıza ulaştık” diyerek ve nâil oldukları nebevî müjdeye güvenerek, kulluk vazifelerini ihmâl etmediler. Aslâ gurur, kibir veya rehâvete kapılmadılar. Aksine, büyük bir kalbî rikkatle ve son nefese kadar sürekli artan bir gayretle, örnek bir kulluk hayatı yaşadılar.
İlim ve irfandaki yüksek pâyesi sebebiyle, yaşadığı asırda kendisine “Güneşler Güneşi” denilen, büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, ebedî âkıbeti hakkında endişe duymuş, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için hüsn-i hâtime duâsında bulunmalarını talep etmiştir.
Hâl böyle iken günümüzde bazı nâdanların; “Âhirette falan zât benim elimden tutar, o beni kurtarır…” diyerek kulluk vazifelerini ihmâl etmeleri, ne dehşetli bir aldanıştır!
Allâhʼın dilediklerine âhirette şefaat salâhiyeti bahşedeceği bir hakîkatse de, bu şefaate nâil olabilmek için samimî bir gayret sergilemek gerektiğini de hatırdan çıkarmamak îcâb eder.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, en yakınlarını dahî bu hususta açıkça îkaz etmiştir. Bir hadîs-i şerîflerinde:
“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbûl ameller işleyiniz! Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” buyurmuştur. (Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14)
Unutmayalım ki, kulluk vazifelerine gösterilen îtinâ, Cenâb-ı Hakkʼa yakınlığın en büyük alâmeti iken, bu hususta gösterilen ihmâl ve gafletler de Allahʼtan uzaklığın en bâriz göstergeleridir.
Bu itibarla müʼmin, elinden gelen bütün gayreti sarf etmesine rağmen, dâimâ kulluğunu noksan, amellerini de bir “hiç” hükmünde görmelidir. Mânen hangi makam ve mevkîde olursa olsun, mücrim bir kulun mahcûbiyeti içinde, Cenâb-ı Hakkʼın af ve merhametine ilticâ etmelidir.
BENİM KALBİM TEMİZ(!)
Günümüzde ise -maalesef- tasavvufî bir görüntüyle arz-ı endâm eden bazı muhitlerde, hem zâhirî amellerin hafife alındığı, hem de helâl-haram hassasiyetinin ihmâl edildiği görülmektedir. Yine; “benim kalbim temiz(!)” gibi, içi boş ifadelerle, kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığına, tesettürde zaaf gösterildiğine, pek çok şerʼî ölçüden tâviz verildiğine şâhid olunmaktadır. Sanki kalp temiz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.
Hak dostlarından Abdülkâdir Geylânî Hazretleriʼnin şu hâtırası, bu hususta ne kadar da müthiş bir ders mâhiyetindedir. Hazret şöyle anlatır:
Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken, nurdan bir ses geldi:
“–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden öyle hoşnudum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim.” dedi.
Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:
“–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.” dedim.
Bunun üzerine şeytan:
“–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.” diyerek uzaklaştı.
Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir fazl u keremi olduğunun idrâki içinde şükürler eyledim.
Bu sözleri dinleyen cemaatten biri sordu:
“–Ey Abdülkâdir! Onun şeytan olduğunu nereden anladın?”
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri cevap verdi:
“–Sana haramları helâl kıldım, demesinden!..”
İşte her mü’min, hayatı boyunca bu firâset ve şuura sahip olmalıdır. Zira bir kul, güzel hâl ve ahlâkı sebebiyle şerʼî ölçülere riâyetten muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muaf tutulurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2022 – Aralık, Sayı: 442
YORUMLAR