Tasavvuf Ahlakı ve Adabı
Tasavvuf bir hâldir, ancak tadan bilir diyen mutasavvuflar elbette ki ilmi ile amil kalbi ile selim güzide şahsiyetler idi. Tasavvuf'un güzelliği ve kalplere seslenişini her daim duyan, Kur'an ve Sünnet'e tam teslimiyeti hayat prensibi edinmiş her mümin tasavvufun tadına varır. Peygamber Efendimiz'den bugüne tasavvufun güzellikleri...
Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:
“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu mübtelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.
Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının idrâk ve kemâlini yoklamak maksadıyla ona:
“–Ey kişi! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi.
Hasta şöyle cevap verdi:
“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve fuyûzatı içindeyim. Sanki vücudumdaki hastalıklardan haberim bile yok...”
Bütün bu hakîkat, hikmet ve hisseleri hulâsa edecek olursak; dînin fetvâ yönü bir binânın temel direkleri, takvâ yönü ise, o direkler etrafındaki tamamlayıcı kısımlar ile güzellik ve zerâfet unsurlarıdır. Bir taraftan bu iki özelliği birleştiren tasavvuf, bir taraftan da güzel amel ve ahlâk mükemmelliğine ilâve olarak; insanı, hayatı ve kâinâtı açıklamakta, mes’ûliyetlerin daha geniş bir hikmet ile idrâk ve îfâsını sağlamaktadır. Bu îtibarla tasavvuf, muhabbetullâh ve mârifetullâh bahsinde kullara, gönüllerinden mîrâca doğru açılmış mânevî bir pencere mâhiyetindedir.
Tasavvuf, yeri geldikçe de temas ettiğimiz üzere İslâm’ı ihlâs, takvâ, zühd, ihsân, murâkabe, samîmiyet, teslimiyet ve muhabbet ölçüleriyle yaşayabilmekten ibarettir. Onun en mühim mes’elesi de, bu gerçekleri anlatmaktan ziyâde onları hayatımıza imkân ve istîdâdımız nisbetinde yansıtabilmektir. Evvelce sâlih âlimler, yaptıkları her va’z u nasîhat ve anlattıkları her ilâhî güzellik ve ahlâk-ı hamîdeden sonra:
“Söylemek kolay, dinlemek kolay; fakat muktezâsınca amel etmek çok zor!..”, “Allâh, hakkı hak bilip hakka ittibâ, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinâb etmeyi nasib eylesin!” derler ve gönüllerin kemâle ulaşması yolunda telkinde bulunurlardı.
Onun için tasavvufun temel gâyesi; irfân zemzemi, takvâ kevseri ve aşk u muhabbet âb-ı hayâtı ile gönül goncalarını yeşertebilmek ve bir gaflet çölü olan şu dünyâda hüsrâna düşmeden kulları vâsıl-ı ilâllâh eylemektir. Bu gerçeği anlayan ve yaşayanlar, tasavvufu anlamış ve yaşamış olurlar. Tasavvuf büyüklerinin buyurduğu gibi:
“Tasavvuf bir hâldir, ancak tadan bilir!..”
Diğer bir ifâdeyle tasavvuf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 23 yıllık nebevî hayatından hisse alabilmektir.
Hakîkî bir mutasavvıf da ancak Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’yi ibâdet, muâmelât ve ahlâk mükemmelliği ile bizzat yaşayan kimsedir.
Yine tasavvuf, o yüce hayatı özetleyen «Cibril hadîsi»ni (îman ve ihsânın kısaca tarif edildiği hadîs-i şerîf) hayatımıza aksettirmektir.
Yine tasavvuf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve onun şahsında bütün ümmete yüce bir ferman olan «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..» (Hûd, 112) âyetinin muhtevâsına girebilmektir. Ki bu âyet, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarını ağartmıştır.
Câlib-i dikkattir: Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, 23 senelik nebevî hayatında nice çetin muhârebelere iştirak etti; saçı ağarmadı. Günlerce aç kaldı; saçı ağarmadı. Hazret-i Hatice, Hazret-i Hamza gibi nice sevdiklerini ve hâmîlerini yitirdi; saçı ağarmadı. Hattâ yedi evlâdının altısı, bir kısım torunları ve hanımları sağlığındayken vefat etti; yine saçı ağarmadı. Tâ ki: «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..» âyeti indi, bir anda mübârek saçlarında ve sakallarında aklar görülmeye başladı…
Kaynak:Osman Nuri Topbaş, Gönül Bahçesinden SAÂDET DAMLALARI, Erkam Yayınları
YORUMLAR