Tasavvuf Çağımıza Ne Söyler?
Tasavvuf çağımıza ne söyler? Günümüz toplumunda meydana gelen problemlere Tasavvuf ne gibi çözüm yolları sunuyor? Tasavvuf'un çağımıza iki teklifi Doç. Dr. M. Lütfi Arslan yazdı...
Zamanımızı “hakikat sonrası-post-truth” şeklinde isimlendiriyorlar. Dünün modern insanı “Düşünüyorum, o halde varım” diyordu, bugünün post-modern insanı “Zannediyorum, o halde haklıyım” diyor. Gerçeğin değil, algının önemli olduğu bu çağda, kişi, ne olduğundan daha ziyade nasıl göründüğü ile kıymetlendiriliyor. İzlediği, işittiği ve algıladığı ile yetinmeyen insan, ilahi olana da yüz çevirdiği için haz ve keyif arayışı ile yetinir hale geldi. Kendisini merkeze koyup da varlıklar hiyerarşisini alt üst ettiğinden bu yana insan artık hakikatin bir cüzü değil, kendisi olduğunu düşünüyor. Bunun vahiy nokta-i nazarından anlamı açıktır: Yerini idrak edip kabullendiğinde melekleri geçebilecekken tam tersini yapıp kendini inkâr etmekle bütün yaratılmışlardan daha sefil bir derekeye düşmüştür.
İnsanın düştüğü sefil dereke, kendi hakikatini inkârdır. Fıtratı Allah’ı aramakta, o ise kendisini putlaştırmaktadır. Bu, en büyük hasmı Şeytan’a karşı, kıyamete kadar sürecek mücadelesinde bir ricat halidir. Şeytan, Rabbimizden mühlet isterken, dosdoğru yolun üzerinde oturacağını ve insanları, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından gelerek yoldan çıkaracağını söylemişti. Onları saptıracak, boş vehimlere salacak, onlara hayvanların kulaklarını kesmelerini ve Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredecekti. Zamanımız şeytanın bu iddialarının hayata geçtiğini, fısıltısının vahiyden üstün tutulduğunu gösteriyor.
Dost olması gereken Rabbine karşı isyan eden insan kendini gerçekleştirmek adı altında egosunun kulesini yükseltmektedir. Bu kule Firavun’un Haman’a yaptırdığı kulenin bir benzerinden başka bir şey değildir: “Firavun, “Ey Hâmân!” dedi, “Bana yüksek bir kule inşa et; belki bazı yollara, göklerin yollarına ulaşırım da bu sayede Mûsâ’nın ilâhını görebilirim, doğrusu onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum.” İşte böylece, yaptığı çirkin iş Firavun’a güzel göründü ve doğru yolu bulması engellendi. Firavun’un tuzağı hüsrandan başka bir sonuç doğurmadı.” (Mümin, 36-37)
Ego kulesi, tıpkı Firavun’un sapıklığını artıran göz boyamalar gibi insana da aldatıcı bazı yollar açtı. Bilim ve teknolojinin karanlık boyutları gözüne cazip ve ışıltılı göründü. Son yüzyıldaki kıyımlar, cinayetler, savaşlar ve çevre tahribatı aklını başına getirmedi; tam tersi gerçeklikle irtibatını azaltarak Allah’a, dine, mukaddesata sırtını dönerek girdiği yolda yepyeni bir safhaya intikal etti. Bu safha, egonun kulesinin en üst katından, “kendini gerçekleştirme” perdesinden yükselttiği bir insanlık dini hezeyanıdır. Bu yersiz, köksüz ve mesnetsiz cüretin adı teknolojizmdir.
Her sorunu teknolojinin halledebileceğine yönelik inanış olarak tarif edilebilecek teknolojizm, insanın yeni dinidir. Bu dinin putu akıl; ibadeti, yeni teknolojiler karşısında duyulan heyecan ve istiğrak; ahireti sanal ve artırılmış gerçekliğin dünyasıdır. Oyun içinde oyun olan bu yeni gerçeklik sahte bir cennettir. İnternet bu dinin şeriatıdır. Gerçeğin yerine sanalını teklif eden, her yerden erişilen, her şeyi izleyen ve kaydeden, tercih, tutum ve ihtiyaçları bilen ve hatta öngören bu sistem modern insanın mana(sız) evrenidir. Bu evren içinde yapay zekâ küllî iradenin, teknolojik alet, edevat ve özellikle robotlar meleklerin, teknolojiyi geliştiren dâhiler peygamberlerin, her şeyin içinde olduğu ve her şeyi bulup çıkaran arama motoru gibi aletler de ilahi kitabın yerini almıştır. Dünya sanal bir sahne, insan bu sahnenin hem yönetmeni, hem başrol oyuncusu ve hem de seyircisidir. Eliyle yazdığı senaryodaki rolünü oynamakta, performansı ile mest olmakta, sonra dönüp çılgınlar gibi kendisini alkışlamaktadır.
Açıktır ki bu bir esarettir. İnsan kendisi ile savaşmakta, kendi hakikatini yok saymakta ve kendisi ile beraber küreyi bir yok oluşa doğru sürüklemektedir. Fıtratında var olan inanma ihtiyacını teknolojizmin köksüz ve fakat cazibedar tesellisinde tatmin etmeye çalışmakta, fıtrî arayışını saptıran tek hasmı Şeytan’ın telkin ve vesveselerini zannına mesnet kılmaktadır. Bu esaretten kurtuluşun çaresi ne olabilir?
İslam, her zaman ve zeminde insanlığın bütün sorunlarının tek çözüm kaynağıdır. Tasavvuf, İslam’ı güzel yaşama çabasının bir yöntemi olarak bu noktada çok mühim bir potansiyele sahiptir. O potansiyel, içimizdeki düşmanı alt edecek bir arınmaya talip olmak ve bu arınmanın müşahhas bir örneğini esas almak şeklinde başlıca iki teklifte bulunur. İhtiyaçları ve hastalıklarına bakıldığında çağımız insanına lazım olanın, tasavvufun sunduğu bu teklifler olduğunu düşünüyoruz.
Tasavvufun çağımıza birinci teklifi “Lâilâhe illallah”tır. “Allah’tan başka ilah yoktur”, tevhidin ifadesidir. Tevhid, çağın muhtaç olduğu nizamdır. Dışımızdaki ve içimizdeki putları temizlemeden tevhidi tesis edemeyiz. Tasavvuf bize, içimizdeki putları ortadan kaldırmanın tevhide giden ilk adım olduğunu öğretir. En büyük put, nefsimizdir. Zihnimizde ve kalbimizde yonttuğumuz, hepsi nefis denen büyük putun etrafında toplanmış nice putlar vardır. Şirk, bunların varlığı, fısıltısı ve müdahalesidir. Kalbin hastalıklarının sebebi de bunlardır. Egoyu tatmin, bu putları semirtmek ve kalplerini kanatan dikenleri sulamaktır. Putlar ortadan kalkmadan kalp dirilemez. Kalp dirilmeden de tevhidin hakikatine erilemez.
Tevhid putları reddederek başlar. Put; umudun, korkunun ve sevginin hasredildiği, Allah dışındaki her şeydir. Bilgi, statü, makam, vehim, anane, teknoloji, her şey put olabilir. Ego bütün putların varlık sebebidir. Tasavvuf bu puttan arınmanın yolunu gösterir. Yolda ilk adım nefy, yani yok saymadır. “Lâ” dedik mi içimize ve dışımıza dair heva, heves, tasavvur, zan, şüphe, yanlış bilgi, kanaat ve düşünce ne varsa hepsinden beri olduğumuzu söylemiş oluruz. Nefy geldi mi ispat kendiliğinden bir güneş gibi doğar, çünkü Hak zaten hep aşikârdır, hiç zail olmaz, batıl da kaim olmaz. Tasavvuf, reddetme ve Allah’tan başka kimseyi ilah kabul etmeme cihadının ana yöntemidir. “Lâilâhe illallah”, kendini put edinen çağın insanına putunu kırma çağrısıdır. Bizim nasıl yaşayacağımızı ego değil, Allah tayin eder.
Tasavvufun çağa ikinci teklifi “Muhammed’ür Rasûlullah”tır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem insanların efendisidir. O’na uymadan kurtuluşa ermenin imkânı yoktur. O en güzel insan, hakikatin adresidir. Fıtratındaki hakikat açlığını köreltmeyen ve dolayısıyla arayıp bulmak isteyen herkesin dönüp dolaşıp varacağı yer insanların efendisinin huzurudur. Tasavvuf, O’nun insanlığı kurtuluşa erdirmek için getirdiği hakikati doğru ve güzel yaşama gayretidir. Gayretin müşahhas örneği yine Efendimiz’in bizzat kendisidir. O, en güzel ahlakın kemaline ulaşmış ve bu yüzden Hak övgüsüne mazhar olmuştur. Hayatın nasıl yaşanması gerektiğini, O’nun en ince noktasına kadar tespit edilmiş, tertemiz ve billur hayatı öğretir.
Tasavvuf mektebinin öğrencileri olan mutasavvıfların tek gayesi, Muhammedî ahlâk ile ahlâklanmaktır. Seyr-i sülûk denen eğitim süreci; eli, gözü, ayağı, zihni ve kalbi Şeriat-ı Garrâ-i Ahmediye’nin güzel gördüğünü güzel, kerih gördüğünü kerih görecek bir kıvama eriştirmek içindir. O En Güzel İnsan, bu kıvama erişmenin yolunu bize, ferdiyet sırrını bularak açmıştır. Ferdiyet sırrı, biricik olmanın ve bu hayatta kendine ait mana ile donanmanın şifresidir. Hepimiz artı bir olarak yaratıldık. Sadece kendimize ait bir mana var. O manayı ancak kendimiz bulacak, o mana ile yolumuzu açacak ve nihayet o mana ile Hak’kın bize vaat ettiği esenlik yurduna layık olacağız. Peygamber Efendimiz önce tevhid yolunu açan, sonra da bu geniş ve dosdoğru yolda kendine ait hakikati bulan, işte tam da bu yüzden hepimize umut olan insandır. Canımız Efendimiz hepimizin, bütün insanlığın umududur, çünkü biriciklikten kaynaklanan özel gayelerimizi O’nun hayatına ve haline bakarak bulacağız.
Tasavvuf, maiyet ile elde edilen Muhammedî hâlin izinde bir okuldur. Yöntem; sohbet eksenli birliktelikte, nefsi arındırma amaçlı tezkiye ve tasfiyededir. Sahabe efendilerimiz, Rasûlullah Efendimizden hâl ilmini almış ve bu yüzden insanlığın zirvesine çıkmış bahtiyarlardır. Allah’ın kendilerinden razı olduğu, kendileri de Allah’tan razı bu güzel insanların Kur’ân’da geçen en önemli vasıflarından bir tanesinin, “O’nunla beraber olanlar” şeklinde ifade edilmesi ne kadar manidardır. Maiyet, hâlin temininde en mühim şarttır. Dosdoğru olmanın devamlılığı, doğrularla beraber olmaya bağlıdır: “Ey iman edenler, Allah’tan hakkıyla korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe 119)
Tasavvufun söylediği İslam’ın söylediğinden başkası değildir. O söz, iki dünyada kurtuluşun adresi Muhammedî hakikatin sözüdür. “Lâilâhe illallah “Muhammed’ür rasûlullah” diyen kurtulmuştur. Bu çağrı, içimizdeki ve dışımızdaki putları yıkmayı ve bu şekilde arınmayı gerektirir. Bunun için, hakikat, merhamet ve muhabbetin her zaman ve zemindeki adresi Rasûlullah Efendimiz’in örnekliği şarttır. Kendisini merkeze koyarak aldanışın en büyüğünü yaşayan çağın insanına tasavvuf Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hâli ile hallenmeyi teklif eder. Bu teklifin öncelikle hâl ile yapılabileceği ve zorun zoru bu işten de evvelemirde tasavvuf okulunun öğrencilerinin mesul olduğu izahtan varestedir.
Kaynak: Altınoluk Dergisi, M. Lütfi Arslan