Tasavvuf Dönemleri ve Temsilcileri

Tasavvuf tarihi süreçte kaç döneme ayrılmıştır? Tasavvufi düşüncenin oluşum dönemleri hangileridir? Başlangıçtan günümüze tasavvuf dönemleri ve tasavvufi dönemlerin temsilcileri.

Geçmişten günümüze, tasavvufun geçirdiği merhaleler ve temsilcileri.

Tasavvuf başlangıçtan günümüze, farklı nitelikler taşıyan çeşitli dönemlerden geçirmiştir. Tasavvuf tarihçilerinin benimsediği en yaygın yaklaşıma göre tasavvuf zühd dönemi, sistematik tasavvuf dönemi, felsefî tasavvuf dönemi ve tarikatlar dönemi olmak üzere başlıca dört dönemde incelenebilir.

TASAVVUFİ DÖNEMLER

1. Zühd Dönemi

Hicretin ilk iki yüzyılında (M. VII ve VIII) kişinin iç dünyasındaki derinlik ve zenginlik için genelde zühd, rikâk-rekâik, takvâ, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid, âbid (kulluk eden), nâsik (boyun eğen), kâri’-kurrâ (okuyan, kendini ibadete veren) gibi adlar veriliyordu. Bunlar dünya hayatından çok, ahiret için hazırlık yapan kimselerdi. Tasavvuf da kalp temizliğini, güzel ahlakı ve ruh olgunluğunu esas alarak, dünyadan çok ahirete yönelmeyi, nefsini eğitmiş daha nitelikli mü’minler meydana getirmeyi hedefler.

Hz. Peygamber döneminde çeşitli eğilimlere sahip olan sahabiler vardı. İlimle uğraşmak, dini tebliğ etmek, savaşmayı öne almak, yönetici olmak gibi ilgi alanları yanında, bazı sahabiler ibadete ve takvaya daha fazla önem veriyordu. Başta ilk dört halife, aşere-i mübeşşere olmak üzere, Osman İbn Maz’ûn, Musab İbn Umeyr, Ammâr İbn Yâsir, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebu’d-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah İbn Ömer ve Abdullah İbn Amr, sahabenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde zühd ve takvaya yönelen mü’minler bunları örnek almışlardı. Bir bakıma tasavvuf zincirinin ilk halkasını da bunlar oluşturmuştur.

Zühd döneminin sahabeden sonraki başlıca temsilcileri şunlardır: Veysel Karanî (ö.37/657), Hasan Basrî (ö. 110/728), Cafer Sâdık (ö. 148/769), İbrahim İbn Edhem (ö. 161/777), Süfyan Servî (ö. 161/777), Şakîk Belhî (ö.164/780), Dâvud Taî (ö. 165/781), Abdullah İbn Mübarek (ö. 181/797), Râbiatü’l-Adeviyye (ö. 185/801) ve Fudayl İbn İyaz (ö. 187/802).

2. Sistematik Tasavvuf Dönemi

Hicretin III. (M. IX) yüzyılından başlayarak tasavvuf sistemleşme sürecine girdi. Bu dönemde bir yandan tasavvufun ilke, kural ve yöntemleri belirlenirken, diğer yandan da doğu ve batı kültürlerinin etkilerini taşıyan kurumlar geliştirildi. Allah’a doğru mânen ilerlemeyi ifade eden tasavvufun durakları (makam), ilahî durumlar (haller) tespit edildi. Sonunda fena (beşerî niteliklerin ilâhî niteliklere dönüşmesi) ilkesine ulaşıldı. Bunu peygamberlik anlayışına yakın bir velilik anlayışı izledi. Sistemleşen tasavvuf anlayışına göre peygamberler Allah’tan yalnız bir melek aracılığı bilgi alabilirken, veliler doğrudan ve aracısız olarak bilgi (ilham) alıyordu. Gerçek bilgi (ma’rifet), Allah’tan doğrudan alınan bilgiden oluşandı. Evren varlığını ve işleyişini ricâlü’l-gayb denilen bir veliler yönetimine borçluydu. Allah bütün isim ve sıfatlarıyla velide (insan-ı kâmil) tecelli ediyor ve O’nun ağzından konuşuyordu.[1]

Tasavvufun bu sistemleşen döneminde yetişen ve katkısı bulunan başlıca mutasavvıflar şunlardır: Bayezid-i Bestamî (ö. 261/874), Hâkim Tirmizî (ö. 285/898), Hallac-ı Mansur (ö. 309/921), Şihabüddîn Suhreverdî (ö. 587/1190), Ferîdüddîn Attâr (ö. 620/1220), Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (ö. 672/1273), Sadreddin Konevî (ö. 673/1274), Kemaleddîn Kâşânî (ö.730/1330), Abdullah Bosnevî (ö. 1054/1644).

Tasavvufun kazandığı bu yeni şekil içinde kimi görüşler, fakihler tarafından eleştirilmiştir. Buna karşılık yeni tasavvuf anlayışı gelişimini sürdürmüş, Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö.637/1239) ile birlikte “varlığın birliği (vahdet-i vücûd)” öğretisini de bünyesine almıştır. İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ve Fusûsu’l-Hikem adlı eserlerinde Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i vücûd eksenli açıklamasını yaptı. Felsefeden ve kelâmdan aldığı bazı delillerle düşüncelerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahreddîn Irakî, Abdülkerîm Cîlî, İbn Fâriz, Azîz Nesefî, Abdürrezzâk Kâşânî ve Câmî gibi sûfîler bu yolda onu izleyerek vahdet-i vücûd anlayışını sonraki nesillere aktardılar.

3. Felsefî Tasavvuf Dönemi

Tasavvuf vahdet-i vücûd felsefesi ile sonuçlanan gelişimini sürdürürken, ilk anlayışa yöneltilen eleştiriler karşısında, İslâm’ın genel ilkeleriyle çelişmeyecek bir yol izleme ihtiyacı duyuldu. Burada daha önce geliştirilen kuramı, karşıt kuramla dengeleme (fena karşısında beka gibi), ya da geliştirilen kuramı İslâm kuralları açısından yeniden yorumlama yoluna gidildi. Akıl ve düşünceye olabildiğince önem verildi. Vahdet-i vücûd görüşünün karşısına vahdet-i şühûd (görülenlerin birliği) öğretisi çıkarıldı.

Bu yeni anlayışın temsilcisi sayılan başlıca mutasavvıflar şunlardır: Cüneyd Bağdadî (ö. 297/909), Haris Muhasibî (ö. 243/857), Serrâc (ö. 378/988), Ebû Tâlib Mekkî (ö. 386/996), Kelabazî (ö. 380/990), Kuşeyrî (ö. 465/1072), Gazalî (ö. 505/1111), İmam Rabbânî (ö. 1034/1625). Bunların kaleme aldığı eserlerle, sûfilîğin esasları yazılı hale getirildi. Irak ve Hindistan yöresinde gelişen bu tasavvufî gelişme devam ederken, aynı dönemde Horasan yöresinde “melâmet” ve “fütüvvet” gibi iki önemli tasavvufî ekol daha ortaya çıkmıştı. Horasan bölgesinde Hamdûn el-Kassâr (ö. 271/884) melâmet adı altında, mânevî hayatın farklı bir yorumunu ortaya koymuştu. Ebû Hafs, Ahmed İbn Hadreveyh ve Şâh Şucâ-i Kirmânî gibi Horasan’lı dindarlar ise fütüvvet ve mürüvvet üzerinde duruyorlardı. Melâmet ehli, ihlâs ve riya konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok gençlerin dinî eğitimi üzerinde duruyordu.

4. Tarîkatlar Dönemi

Daha önceki dönemde iki farklı doğrultuda sistemleşen tasavvuf, VI. (M. XII) yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurumlaşma ve örgütlenme sürecine girdi. Tasavvufun kimi kural ve yöntemlerini kimi farklılıklarla yeniden belirleyen mutasavvıflar kendi adlarıyla tarikatlar kurdular. Böylece tasavvufun halk arasında daha hızlı biçimde yayılmasını sağladılar. Bunlar varlıklarını tüm İslâm dünyasında günümüze kadar sürdürdüler. Tarikat kurucusu başlıca mutasavvıflar şunlardır: Abdulkadir Geylanî (ö. 562/,1166 Kâdiriye), Ahmed Yesevî (ö. 562/,1166 Yeseviye), Ahmed Rifâî (ö. 578/,1183 Rıfâiye), Necmeddin Kübrâ (ö. 618/,1221 Kübreviye), Sühreverdî (632/,1235 Sühreverdiye), Ebu’l-Hasen eş-Şâzelî (ö. 632/1273), Şâzeliye), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/,1273 Mevleviye), Bahaeddin Nakşibend (ö. 791/,1388 Nakşibendiye), Sirâceddin Ömer (ö. 800/,1397 Halvetiye), Hacı Bayram Velî (ö. 833/,1429 Bayramiye).

Bu tarikatler şeyhlerin mürid ve halifeleri aracılığıyla Fas’tan Endonezya’ya, Somali’den Kazan’a kadar bütün İslâm ülkelerine yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde ise Mevlevîliğin yanı sıra, Anadolu’da Hacı Bektaşî Velî’ye (ö. 670/1271) nisbet edilen Bektaşîlik, Hacı Bayram Velî’ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramîlik ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye (ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetîlik gibi tarikatler oluştu. Bundan başka Ahî Evren diye bilinen Şeyh Nasîruddîn (ö. 660/1262) Kırşehir’de ahîlik teşkilâtını kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu’da bir çok şehirde örgütlendi. Anadolu 1071’de fethedildikten sonra Irak, Suriye ve Horasan yörelerinden gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslâmiyet’in Anadolu’da ve Balkanlar’da yayılmasında etkili oldular.[2]

Sûfîlik ve sûfî cemaatler ortaya çıkınca, bunlar faaliyet için yer ve binalara ihtiyaç duydular. İlk dönemlerde cami, mescid, ev, işyeri gibi mekânlar sûfîlerin buluşma, sohbet ve müzakere yerleri idi. Fakat örgütler genişleyip büyüyünce yeni yer ve binalara ihtiyaç duyuldu. Herevî’nin Tabakâtü’s-Sûfiyyesinde belirttiği gibi ilk tasavvufî kurum Suriye’de Remle’de Hankah adıyla kuruldu. Zamanla hızlı bir artış gösterdi. Çeşitli dönem ve yörelerde bu kurumlara ribat, tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi. Bunlar tasavvufî eğitim yanında, çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle kırsal kesimlerde medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve gariplerin barındıkları önemli sosyal kurumlar haline geldiler. Tekkelere yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının yaptıkları bağışlar, bunların görevlerini etkin biçimde sürdürmelerini sağladı. Ayrıca tekkeler başta şiir, edebiyat ve musikî olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği kültür merkezleri halini aldı.

Dipnotlar:

[1]. Ahmet Özalp, “Tasavvuf” mad., Şamil İslâm Ansik., Şamil Yayınevi, İstanbul.

[2]. Heyet, İlmihal, I, 59.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

10 MADDEDE TASAVVUF NEDİR?

10 Maddede Tasavvuf Nedir?

TASAVVUFİ DÜŞÜNCENİN İLKELERİ

Tasavvufi Düşüncenin İlkeleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.