Tasavvuf Dünyadan El Etek Çekmek Değildir
Tasavvuf ne değildir? Tasavvufu nasıl anlamalı ve yaşamalıyız? Hak dostları tasavvufu nasıl anladı ve yaşadılar?
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Gönlün her an bir yerlere kayıyorsa, yalnız da olsan, bir safâ göremezsin.
Malın, mevkiin, ticaretin, ziraatin olsa da, gönlün Allah ile olduktan sonra, halvette (yani tek başına Allâh’a ibadet için tenhâ bir yere kapanmış) sayılırsın.”
Tasavvuf; dünyadan el etek çekmek değil, dünyevî arzuları kalbe sokmamaktır. Gönül tahtını dâimâ Cenâb-ı Hakk’a tahsis edebilmektir. Her hâlükârda, kalben Allâh ile beraber olabilmektir.
Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri tarafından tespit edilen ve Nakşî tasavvuf terbiyesinde mühim bir yeri bulunan 11 esastan biri, “halvet der encümen” yani “halk içindeyken de Hâlık ile beraberlik” şuurunu muhafaza etmektir. Zâhiren toplum içinde beşerî münâsebetleri sürdürüp günlük işlerle meşgulken de, kalbin Hak Teâlâ ile beraber olmasıdır.
Nakşîlikte içtimâîleşmek, bilhassa cemaatle namazlara ve sohbetlere devam etmek, mühim bir esastır. Bu sebeple, tenhâ bir yerde inzivâ hayatı yaşamak değil, toplum içinde Hak Teâlâ ile beraberlik şuuruyla yaşamak, daha makbûl ve fazîletli görülmüştür.
Şu hâdise ne kadar mânidardır:
Ashâb-ı kirâmdan biri, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve:
“–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den izin almadan bunu aslâ yapmam.” dedi. Sonra arzusunu Efendimiz’e anlattı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Böyle bir şey yapma! Çünkü sizden birinin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir…” buyurdu. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)
Demek ki, Allah yolundaki gayretlerin ve birçok içtimâî ibadetin îfâsı da ancak toplum içinde bulunmakla mümkündür.
Gönüller Allâh ile beraber olduktan sonra, topluma karışıp dünya işleriyle meşguliyetin mânevî hayata hiçbir zararı yoktur. Fakat dünyanın işgâl ettiği bir kalp ile ibadetin dahî mahzuru çoktur.
Meselâ hakkı verilerek edâ edilen bir namaz, müʼminin mîrâcıdır. Fakat huşû dolu rükûlara, vecd içindeki secdelere, yani mîrâc ufkunda kılınan namazlara bugün ne kadar muvaffak olabiliyoruz? Maalesef ruhlar, bu vecd ve istiğrâkın mânevî hazzından ekseriyetle mahrum hâlde. Zira gönüller, dünyevî arzu ve telâşların mezbelesine dönmüş durumda…
Bir tüccar İmâm-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri’ne sorar:
“–Benim de atlarım, kervanlarım var, sizin de. Ancak benimkiler, namaz kılarken beni çok meşgul ediyor, bir türlü onları düşünmekten kendimi alamıyorum. Siz kendinizi nasıl koruyorsunuz?”
İmâm-ı Âzam Hazretleri, şu hikmet dolu cevâbı verir:
“–Ben onları kalbime değil, ahıra bağlıyorum!..”
Demek ki namaza duracağımız zaman, mümkün olduğu kadarıyla gönlümüzü mâsivâdan arındırmaya gayret etmeli, ilâhî huzûra çıktığımızın idrâkiyle tekbîr almalıyız. Çünkü namazda bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, gönlün kıblesi de Cenâb-ı Hak olmalıdır.
Diğer taraftan, kalbi işgâl etmemesi gereken “dünya”nın ne demek olduğunu da doğru anlamak îcâb eder. Zira Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Dünya, Allah’tan gâfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, âile ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”
Dolayısıyla, kalbi Allâh ile olan bir mü’minin, dünya ile meşguliyetinin hiçbir mahzuru yoktur. Hattâ kimseye yük olmamak, muhtaç din kardeşlerine yardımcı olmak ve Allah yolundaki gayretlere daha çok destek verebilmek gibi hâlisâne bir niyetle, helâl yollardan çalışıp kazanmak, son derece fazîletli bir davranıştır. Mahzurlu olan; Cenâb-ı Hakkʼın emirlerini ve kulluk vazifelerini ihmâle götürecek kadar, dünya meşgalesinin esiri olmaktır.
Ârif bir müʼmin, malıyla hayır-hasenat yaparak Cenâb-ı Hakkʼa daha da yakınlaşabilmenin iştiyâkı içinde olur; infâk etmenin rûhuna verdiği lezzetle hayırlarını artırdıkça artırmak ister. Gâfil biri ise, malının tiryâkisi olur; bir gün bırakıp gideceği, âhirette de hesabını vereceği servetini sürekli artırmanın ihtirâsı içinde ömrünü tüketir.
Unutmayalım ki mülk, Allâhʼa aittir. Kul, ancak bir emanetçidir. Bu şuur ve idrâke sahip olan bir kulun, Cenâb-ı Hakʼla kalbî irtibâtı kuvvetlenir. Bunun zıddına, eğer “mülk benim” demeye başlarsa, mânen felâkete sürüklenir.
Kârun da, “Mülk benim!” dedi, “Ben kendi bilgi ve becerimle kazandım!” deyip Allâhʼın emri olan zekâtı vermeyi reddetti. Yani malına olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle Allâhʼa kul olmayı unuttu. Cenâb-ı Hak da onu, servetiyle beraber yerin dibine gömdü.
Velhâsıl, esas dikkat edilmesi gereken husus; dünya metâlarına sahip olup olmamak değil, dünyanın kalbe sahip olmasına müsâade etmemektir. Hiçbir dünyevî menfaat uğruna Hakk’a kulluktan tâviz vermemektir. Varlığın da yokluğun da değiştiremediği, istikâmet ehli bir mü’min olabilmektir.
Nitekim sahâbe efendilerimiz, ülkeleri fethetti, beytüʼl-mâl hazinelerle doldu. Fakat ashâb-ı kirâmın evlerinin geometrisi ve dekoru değişmedi. Yani rüzgâr, ister kıtlık ister bolluk yönünden essin, onların istikâmetini değiştiremedi. Onlar, yine şahsî hayatlarında kifâyet miktarına kanaat edip ihtiyaç fazlasını infâk ederek, esas hayat olan âhirete hazırlık şuuruyla yaşadılar.
Velhâsıl tasavvuf da “bir lokma, bir hırka” anlayışı değildir. Bilâkis, lokma kaygısından ve hırka ihtirâsından kalbi muhafaza etmektir. Allah için çalışıp kazanmak ve bütün nîmetleri Cenâb-ı Hakkʼın yakınlığına vesîle kılmaya gayret etmektir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Aralık, Sayı: 466