Tasavvuf Ehli Kimdir?
Gerçek manada tasavvuf ne demektir? Tasavvuf ehli kimdir? Tasavvufu tam manasıyla anlayıp gerçek manada yaşamak isteyen biri için tavsiyeler...
“Tasavvuf, şerîati kemâle erdirmektir.” buyurmuştur. Yani tasavvuf, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde güzel bir kul, kâmil bir insan olma gayretidir. Keşif-kerâmet, mânevî yolda karşılaşılabilen Allah vergisi bir hâdisedir. Fakat kendisine keşif-kerâmet verilen kimsenin dahî, son nefeste îmanla gidebilme hususunda bir garantisi yoktur.
O KİMSE, GERÇEK MÂNÂDA TASAVVUF EHLİ OLAMAZ
Hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifadeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.
Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli olduğunu zannetmesi, ancak gafletinin bir göstergesidir.
Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği şekilde hareket etmek; “Canım, bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam…” gibi ifadelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendisine yaptığı en büyük zulümdür, mâneviyâtını sakatlamasıdır.
BİR KİMSENİN KILDIĞI NAMAZA, TUTTUĞU ORUCA BAKMAYINIZ
Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri, hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb eder:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;
- Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
- Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
- Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyeti gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.”[1]
TASAVVUF, ŞERÎATİ KEMÂLE ERDİRMEKTİR
Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi mânâsızdır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri;
“Tasavvuf, şerîati kemâle erdirmektir.” buyurmuştur. Yani tasavvuf, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde güzel bir kul, kâmil bir insan olma gayretidir.
Tasavvuf; keşif-kerâmete ermek için çıkılan bir yolculuk değildir:
Keşif-kerâmet, mânevî yolda karşılaşılabilen Allah vergisi bir hâdisedir. Fakat kendisine keşif-kerâmet verilen kimsenin dahî, son nefeste îmanla gidebilme hususunda bir garantisi yoktur.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Bel’am bin Bâurâ’yı bildiriyor. Onun da keşfi vardı, kerâmeti vardı, ism-i âzam’a mazhardı. Fakat dünyaya dalıp bir nefsinin hevâsına meyletti; helâk olup gitti. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede onun hakkında, şaşkınlaşmış bir kelp misâlini veriyor.[2]
Kârun da önceleri Allâh’ın sâlih bir kuluydu. Zühd ve takvâ hayatı vardı. Fakat o da nefsine meyletti. Cenâb-ı Hak ona varlık verdi, yani varlıktan imtihan etti, fakat o, bunun ilâhî bir imtihan olduğunu düşünmeyip yolunu kaybetti. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı tavır koydu. Güvendiği, dayandığı servetiyle beraber, Cenâb-ı Hak onu yerin dibine gömdü.
Demek ki keşif-kerâmet, bir insanın son nefesinin ne olacağını göstermez. Onun için tasavvuf;
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) şeklindeki ilâhî tâlimâta riâyet yoludur.
Tasavvuf yolunun büyükleri de;
“Asıl kerâmet, istikâmettir.” buyurmuşlardır.
Kerâmetler, rüyâlar ve birtakım fevkalâde hâller, tasavvuf yolunda var olabilecek hususlardır, lâkin aslâ gâye değildir.
Tasavvuf; her şeyden önce, hayatı Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde tanzim edebilme gayretidir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Hutbesiʼnde şöyle buyurmuştur:
“…Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitâbı Kur’ân ve O’nun Peygamber’inin Sünnetiʼdir…” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
İşte gerçek tasavvuf da, bu iki mukaddes emânete lâyıkıyla riâyet edebilmekten ibârettir. Kurʼân ve Sünnetʼte bahsi geçen, ihlâs, takvâ, zühd, huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; buna mukâbil, riyâ, ucup, kibir, gıybet, haset gibi nefsânî marazların nasıl bertaraf edileceğini öğreten bir eğitim yoludur.
Onun için tasavvuf, keşif ve kerâmete erme eğitimi değildir; Allâh’a kul olma eğitimidir.
Zaten keşif ve kerâmetlere ermek, mânevî ilerlemenin ölçüsü de değildir. Nitekim pek çok rivâyette[3] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın da, fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir mâlumat yoktur. Onun en büyük kerâmeti; Allah Rasûlüʼne olan eşsiz muhabbet ve sadâkatiyle müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir. Kur’ânî ifadesiyle “ikinin ikincisi”[4] olmasıdır.
Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemiş, gurur ve şöhrete sebep olabilen bu tip kerâmetleri ifşâ etmekten titizlikle sakınmışlardır. Hattâ bu korku ve endişe içinde, kerâmetin ifşâsına “hayz-ı ricâl” demişlerdir. Bütün gayretlerini de, gerçek kerâmet olan; Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşamak üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri diyor ki:
“Bir kişiyi (postunun üzerinde) havada uçarken görseniz, o da eğer Kitap ve Sünnetʼe uymuyorsa, (ona îtibar etmeyin, zira) bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.”
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de şöyle dediği nakledilir:
“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye karşı içimden şöyle dedim:
«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Sen ise, otuz yıldan beri Mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (kendimde bir varlık ve benlik hissetmeme sebep olacak bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[5]
Hak dostları, böyle fevkalâde hâllerle karşılaştıklarında da bunları gizlemeye gayret etmişler, bunların asıl gaye olan mârifetullah ve kullukta derinleşme hedefinden alıkoyan birer imtihan olmasından çok çekinmişlerdir.
Buna karşılık bazı câhil ve gâfil kimseler;
“Benim şeyhim Mahşer yerinde benim elimden tutar! Beni bırakmaz. Beni Cennet’e götürür(!)” şeklinde birtakım iddialarda bulunabiliyorlar.
Bu nevî ifadeler, şerʼî esaslarla aslâ teʼlif edilemeyecek, mesnedsiz, hezeyana dönüşmüş heyecan taşkınlıklarıdır.
Dipnotlar: [1] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326. [2] Bkz. el-A‘râf, 176. [3] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26. [4] et-Tevbe, 40. [5] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Mart Sayı: 150