Tasavvuf Kelimesinin Kökeni

Ta­sav­vuf ne zaman ortaya çıktı? Ta­sav­vuf kelimesi nereden gelir? Ta­sav­vuf kelimesinin kökeni...

Ta­sav­vuf, as­lın­da dî­nin özü­nü teş­kîl et­me­si ba­kı­mın­dan, Haz­ret-i Âdem -aley­his­se­lâm- ile baş­la­yıp Asr-ı Sa­âde­t’e ka­dar bü­tün pey­gam­ber­le­rin ha­yat­la­rın­da mev­cûd ola­gel­miş­tir. Öy­le ki, her pey­gam­be­rin ha­ya­tın­da ta­sav­vu­fun pek çok düs­tû­ru­nu bu­la­bil­mek müm­kün­dür. Fa­kat ta­sav­vu­fun gü­nü­müz­de­ki mâ­nâ­sıy­la sis­tem­li bir ilim ola­rak ted­vî­ni ve sü­lûk olu­nan bir yol ola­rak or­ta­ya çı­kı­şı ilk ola­rak hic­rî ikin­ci asır­da baş­la­mış­tır.

MEZHEP NEDİR, NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?

Asr-ı Sa­âdet­’te; ke­lâm, îti­kâd ve fık­ha âit mez­hep­ler, he­nüz te­şek­kül et­me­miş­ti. Bu­nun­la bir­lik­te mez­hep­le­rin zu­hû­run­dan ev­vel de îti­ka­dî, fık­hî vs. hü­küm­ler mev­cut­tu ve Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- ta­ra­fın­dan sa­hâ­be­ye tâ­lim ve tat­bîk edi­li­yor­du. An­cak bun­lar, il­mî usûl­ler dâ­hi­lin­de he­nüz ted­vîn edil­me­miş­ti. Bel­li bir sü­re son­ra me­se­lâ “fı­kıh” il­min­de oto­ri­te sa­yı­lan bü­yük âlim­le­rin ic­ti­had­la­rı, ta­le­be­le­ri ta­ra­fın­dan be­nim­se­nip sis­tem­leş­ti­ril­miş ve bu fark­lı usûl­le­re “mez­heb” adı ve­ril­miş­tir. Mez­heb­ler, o bü­yük âlim­le­rin isim­le­ri­ne nis­bet edil­miş­tir. Ha­ne­fî, Şâ­fiî, Mâ­li­kî, Han­be­lî gi­bi... Bu mez­hep­ler, fık­hî ih­ti­yaç­la­rın hal­lin­de bir usûl ve yol ola­rak ge­niş kit­le­ler ta­ra­fın­dan ka­bul gör­müş­tür.

Di­ğer dî­nî ilim­ler­de ol­du­ğu gi­bi ta­sav­vu­fun tel­kîn et­ti­ği zühd ve tak­vâ ha­ya­tı da ay­nı min­val­de Asr-ı Sa­âdet’­te ya­şa­nı­yor­du. Ara­dan za­man geç­tik­çe bu fe­yiz­li ya­şa­yı­şı de­vâm et­ti­ren ve ken­di­le­ri­ne ha­yat tar­zı edi­nen Hak dost­la­rı, hal­kın dün­yâ­ya râm olup gaf­le­te dal­ma­sı­na mâ­nî ol­mak gâ­ye­siy­le, rı­zâ-yı ilâ­hî için on­la­ra na­sî­hat­te bu­lun­muş ve on­la­rı gaf­let­ten uyan­dır­mak için îkaz et­miş­ler­dir. Bu ze­vâ­tın bir çı­ğır aç­mak, bir yol ve ha­yat üs­lû­bu mey­da­na ge­tir­mek gi­bi bir gâ­ye­si de yok­tu. Gâ­ye, İs­lâm’ı özü­ne uy­gun ola­rak gü­zel­ce ya­şa­mak ve ibâ­det­le­ri -Kur’ân ve sün­net­te bil­di­ril­di­ği üze­re- hu­şû ile îfâ ede­bil­mek­ti. An­cak on­la­rın soh­bet ve na­sî­hat­le­rin­den müs­te­fîd ol­mak, hâl­le­rin­den ken­di­le­ri­ne bir his­se al­mak is­te­yen in­san­lar, bu şa­hıs­la­rı ken­di­le­ri­ne mâ­ne­vî bi­rer reh­ber ve üs­tad kabul et­miş­ler­dir. Bu kim­se­ler, on­la­rın na­sî­hat­le­ri­ni, yâ­ni mü­mi­ni rû­hî ol­gun­lu­ğa ve is­ti­kâ­me­te er­di­re­cek nef­si arın­dır­ma ve ter­bi­ye usûl­le­ri­ni me­tod­laş­tı­ra­rak mâ­ne­vî bir di­sip­lin hâ­li­ne ge­tir­miş­ler­dir. Ne­tî­ce­de bu üs­tad­la­rın isim­le­ri­ne nis­bet edi­len ta­rî­kat­ler mey­da­na gel­miş­tir. Kâ­di­riy­ye, Mev­le­viy­ye, Nak­şi­ben­diy­ye vs. gi­bi...

TARİKAT NEDİR, KAÇA AYRILIR?

Her ta­sav­vuf ko­lu­nun Al­lâh’a ulaş­ma, te­fek­kür ve ih­san duy­gu­su­nun ka­za­nıl­ma­sı gi­bi hu­sûs­lar­da tâ­kib et­ti­ği usû­le ta­rî­kat adı ve­ril­miş­tir. Ta­rî­kat­ler, me­tod­la­rı­na gö­re üçe ay­rı­lır:

  1. Ta­rîk-ı Ah­yâr: İbâ­det ve tak­vâ üze­rin­de yo­ğun­la­şan ta­rî­kat­ler­dir.
  2. Ta­rîk-ı Eb­râr: Nef­si, çi­le ve hiz­met ile ter­bi­ye et­me­ye ağır­lık ve­ren ta­rî­kat­ler­dir.
  3. Ta­rîk-ı Şüt­târ: Aşk ve vecd ile he­de­fe vâ­sıl ol­ma­yı gâ­ye edi­nen ta­rî­kat­ler­dir.

Bu ve­sî­ley­le her mü­min, mâ­ne­vî arın­ma ve rû­hî ol­gun­laş­ma için mi­zâ­cı­na uy­gun bir ta­rî­ka­te in­ti­sâb ede­bi­lir. Mi­zaç­lar fark­lı ol­du­ğun­dan, ta­rî­kat­le­rin çe­şit­li­li­ği de ta­bi­îdir.

Ce­nâb-ı Hak âyet-i ke­rî­me­de:

 “Her bi­ri­niz için bir şe­rî­at ve «min­hâc» tâ­yin et­tik.” (el-Mâ­ide, 48) bu­yur­muş­tur.

Bu­ra­da­ki “min­hâc” ke­li­me­si­ne lü­gat­ler­de “mü­nev­ver bir yol” mâ­nâ­sı ve­ril­mek­te­dir. Bu da, Ce­nâb-ı Hakk’a ta­kar­rub (ya­kın­laş­ma) ni­ye­tiy­le sü­lûk olu­na­cak kul­luk yo­lu de­mek­tir. Ta­sav­vuf bü­yük­le­ri de:

“Ce­nâb-ı Hakk’a gi­den yol­lar mah­lû­kâ­tın ne­fes­le­ri ade­din­ce çok­tur.” bu­yur­muş­lar­dır.

Di­ğer ta­raf­tan Kur’ânî hü­küm­ler üçe ay­rı­lır:

1) Îti­kad (inanç esas­la­rı)

2) Fı­kıh

a) İbâ­det

b) Mu­âme­lât

c) Ukû­bat

3) Ah­lâk (Fıkh-ı Kal­bî)

Fıkh-ı kal­bî, iç âle­min ıs­lâh edil­me­si, yâ­ni ah­lâk­tır. Îti­ka­dın ve ame­lî dav­ra­nış­la­rın bâ­tı­nı­nı teş­kîl eder. Amel­ler onun­la se­vi­ye bu­la­rak “amel-i sâ­lih” hâ­li­ne ge­lir. Kur’ân-ı Ke­rîm’de, kal­bin mak­bûl hâl­le­ri­ni bil­di­ren en önem­li va­sıf­lar; tak­vâ, zühd ve ih­san­dır.

  • Tak­va Nedir? 

Tak­vâ: Al­lâh’a kar­şı mes’ûli­yet duy­gu­su için­de, ilâ­hî emir ve ya­sak­la­rı ti­tiz­lik­le uy­gu­la­mak sû­re­tiy­le kal­bin ko­run­ma­sı­dır.

  • Zühd Nedir?

Zühd: Mâ­si­vâ, yâ­ni Al­lâh’tan -cel­le ce­lâ­lü­hû- baş­ka her şe­yin kalb­de ehem­mi­ye­ti­ni kay­bet­me­si­dir.

  • İh­san Nedir?

İh­san: Mü­mi­nin, ken­di­si­ni ilâ­hî mü­şâ­he­de­nin al­tın­da his­se­dip dav­ra­nış­la­rı­nı o min­vâl üze­re de­vâm et­tir­me­si­dir.

Ha­dîs-i şe­rîf­te:

“İh­sân, Al­lâh’ı gö­rü­yor­muş­sun gi­bi ibâ­det et­men­dir. Zî­râ sen onu gör­mü­yor ol­san da O, se­ni mut­la­ka gö­rü­yor.” (Bu­hâ­rî, Îmân, 37; Müs­lim, Îmân, 1) bu­yu­rul­muş­tur. Yâ­ni ih­sân; rû­hun, Al­lâh Te­âlâ’nın mü­şâ­he­de­si­ni, de­vam­lı bir idrâk hâ­li­ne ge­tir­me­si­dir. Kal­bin se­vi­ye kat et­me­si, her an bu duy­gu ve şu­ur için­de bu­lun­mak ve bir öm­rü bu inan­ca gö­re tan­zim et­mek­le müm­kün olur. İş­te bu hâ­lin te­şek­kü­lü ile kalb sâ­fi­ye­te erer. Bu ba­kım­dan ta­sav­vuf, kal­bin sa­fâ­ya er­me­si­nin ifâ­de­si­dir.

Dî­nin gâ­ye­si; gü­zel, in­ce rûh­lu ve iç âle­mi­ni te­miz­le­miş in­san ye­tiş­tir­mek­tir. Bu da, Hakk’a kul­lu­ğu id­râk ile olur. İs­lâm’a gö­re ide­al in­san, Al­lâh ve Ra­sû­lü’nün ah­lâ­kı ile ah­lâk­lan­mış olan­ kim­se­dir. Bu ide­ale va­ra­bil­me­nin yo­lu ise kal­bî eği­tim­den ge­çer.

Kalb cev­he­ri­ni par­lak bir ay­na gi­bi Hakk’ın te­cel­lî­le­ri­ne mâ­kes kıl­mak, ora­da zik­rin me­kân bul­ma­sı ile müm­kün­dür. Kal­bin bu gü­zel hâl ile Hakk’a yö­nel­me­si, îmâ­nın par­lak te­zâ­hür­le­ri­ne ve­sî­le olur.

“Zühd”, “tak­vâ” ve “ih­sân” vâ­sı­ta­la­rıy­la mâ­ne­vî te­rak­kî yo­lu açık tu­tul­ma­yıp, sırf zâ­hi­rî hü­küm­ler­le ye­tin­mek ke­sin ola­rak em­re­dil­sey­di, istîdâd­lı in­san­la­rın Al­lâh’a vâ­sıl ola­bil­me im­kâ­nı el­le­rin­den alın­mış ve in­sa­noğ­lu­nun ni­hâî nok­ta­lar­da­ki is­tî­dâ­dı da gözar­dı edil­miş olur­du. Bu tak­dir­de, her irâ­de ve hük­mün­de hik­met sâ­hi­bi olan Ce­nâb-ı Hakk’ın ilâ­hî tan­zî­mi­ne -hâ­şâ- nok­san­lık izâ­fe edil­miş olur­du.

İfâ­de et­ti­ği­miz gi­bi; ku­lun, Rab­bi­ni her an gö­rü­yor­muş­ça­sı­na ken­di­si­ne çe­ki-dü­zen ve­rip, o min­vâl üze­re ha­ya­tı­nı tan­zîm et­me­si ve ilâ­hî mü­şâ­he­de­nin kalb­de sa­bit­le­şe­rek şu­ur hâ­li­ne gel­me­si­ de­mek olan “ih­sân” bir ba­kı­ma Al­lâh’a ya­kın kul­la­rın rûh mî­râ­cı­dır. Bu açı­dan ih­sân; mânevî, rû­hî, sır­rî ve ilâ­hî ha­kî­kat­tir. Mu­ta­sav­vıf­la­rın he­de­fi de, iş­te bu ha­kî­ka­te ulaş­mak­tır. Bu da, Al­lâh ile ku­ru­lan rû­hî ve de­rû­nî râ­bı­ta­yı ifâ­de eder. Sıh­hat­li bir şe­kil­de bu râ­bı­ta­yı ku­ran ki­şi, Rab­bin ve­lî ku­lu hâ­li­ne ge­lir. Böy­le­ce o, ilâ­hî ah­lâk ile ah­lâk­lan­mış olur.

An­cak bu ha­kî­ka­te ula­şı­la­ma­dı­ğı tak­dîr­de, mak­sû­da vâ­sıl et­me­ye kud­re­ti ol­ma­yan zâ­hir ve tak­lîd ile ik­ti­fâ­ya mah­kûm ka­lı­nır.

Haz­ret-i Pey­gam­ber’in -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- ah­lâ­kı ve ya­şa­mış ol­du­ğu rû­hâ­nî ha­ya­tı, sa­hâ­be, tâ­bi­în ve te­be-i tâ­bi­în ta­ra­fın­dan ör­nek alın­mış, bu ha­ya­tın zâ­hir ve bâ­tın, gö­rü­nen ve gö­rün­me­yen, îzâh edi­len ve edi­le­me­yen ne­tî­ce­le­ri, bir ev­vel­ki ne­sil­den bir son­ra­ki nes­le ak­ta­rıl­mış­tı. An­cak bu şe­kil­de de­vam eden mâ­ne­vî ha­yat, bü­tün üm­me­te şâ­mil olup, hu­sû­sî bir züm­re­ye mah­sus de­ğil­dir.

TASAVVUF KELİMESİNİN MENŞEİ

Te­mel İs­lâ­mî an­la­yış böy­le ol­mak­la be­râ­ber, ta­sav­vu­fa -da­ha zi­yâ­de- hâ­ri­cî bir göz­le ba­kan­lar ve­ya men­fî bir ta­vır al­mış olan­lar, onun men­şei hak­kın­da çe­şit­li id­di­âlar or­ta­ya at­mış­lar­dır.

Sırf ses ben­zer­li­ğin­den ha­re­ket ede­rek bu mu­az­zez fa­âli­ye­tin, Yu­nan­ca “hik­met” de­mek olan “so­fos”tan gel­di­ği­ni id­diâ eden­ler ol­du­ğu gi­bi, ona İs­râ­ilî bir men­şe uy­du­ran­lar­dan, onu Hint mis­ti­siz­mi­ne bağ­la­yan­la­ra ka­dar çe­şit­li yer­siz gö­rüş­ler or­ta­ya atan­lar ol­muş­tur. Bun­lar, ke­li­me ve­ya muh­te­vâ ben­zer­lik­le­ri­ne ağır­lık ve­re­rek or­ta­ya ko­nul­muş yan­lış gö­rüş­ler­dir.

Ha­kî­kat­te ise “ta­sav­vuf” ke­li­me­si­nin han­gi kök­ten gel­di­ği ko­nu­sun­da İs­lâm âlim­le­ri ara­sın­da­ki gö­rüş­ler, onun ta­ma­men İs­lâ­mî kay­nak­lı ol­du­ğu­nu or­ta­ya koy­mak­ta­dır. Bu hu­sus­ta muh­te­lif gö­rüş­ler ara­sın­da; ta­sav­vu­fun, arın­mış­lık ve se­çil­miş­lik an­la­mı­na ge­len; “sa­fâ”, “saf­vet” ve “ıs­tı­fâ” ke­li­me­le­rin­den neş’et et­miş ola­ca­ğı ifâ­de edil­di­ği gi­bi, ona âit üs­lû­bun ilk te­zâ­hür şek­li olan “ehl-i suf­fe” nâ­mıy­la yâd edi­len as­hâb­dan bâ­zı ub­bâd (âbid­ler) ve züh­hâd (zâ­hid­ler)’in giy­dik­le­ri “sûf” de­ni­len yün hır­ka­dan alın­dı­ğı gö­rü­şü ge­nel ka­bul gör­müş­tür.

Di­ğer ta­raf­tan ilim, ir­fan ve mâ­ne­vi­yât tah­sil et­mek mak­sa­dıy­la Mes­cid-i Ne­be­vî’de ikâ­met eden ve ken­di­le­ri­ne “ehl-i suf­fe” de­ni­len bu sa­hâ­be top­lu­lu­ğu, Pey­gam­ber -aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm-’ın teş­vi­kiy­le zühd ve tak­vâ­da te­mâ­yüz et­miş­ler­dir. Hat­tâ Al­lâh’ın Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, as­hâ­bın zen­gin­le­rin­den bu züm­re­nin iâ­şe ve ibâ­te­si hu­sû­sun­da yar­dım­cı ol­ma­la­rı­nı ta­lep et­miş­tir. Bu du­rum; ta­sav­vu­fî dav­ra­nış­la­rın, sün­net-i Ra­sûl­lul­lâh kar­şı­sın­da­ki mev­ki­îni ve onun ne­be­vî bir tas­dî­ke da­yan­mış ol­du­ğu­nu gös­te­ren tâ­ri­hî bir ger­çek­tir.

Haz­ret-i Pey­gam­ber’den -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- son­ra sa­hâ­be nes­li ara­sın­da başgös­te­ren si­yâ­sî ih­ti­lâf­lar kar­şı­sın­da “ehl-i suf­fe”den ha­yat­ta olan­lar hiç­bir ta­ra­fı il­ti­zâm et­me­ye­rek ta­raf­sız kal­mış­lar­dır. Hat­tâ bu ih­ti­lâf­la­rın mü­min­ler ara­sın­da­ki kar­deş­lik duy­gu­la­rı­nı za­afa uğ­rat­ma­sın­dan ib­ret ala­rak zühd ve tak­vâ­da da­ha da ile­ri­ye git­miş­ler­dir. Bu hâl de, neş­ve-i sû­fiy­ye­nin zi­yâ­de­leş­me­si­ne ve­sî­le ol­muş­tur. İh­ti­laf­la­ra ka­rış­ma­yı mâ­nen teh­li­ke­li bu­lan di­ğer bâ­zı sa­hâ­be de, on­la­ra il­ti­hâk et­miş ve böy­le­ce zühd ve tak­vâ yo­lu­nu tu­tan­la­rın sa­yı­sın­da bir ço­ğal­ma gö­rül­müş­tür.

“Sûf” ke­li­me­sin­den “ehl-i suf­fe” ve on­la­rın ri­yâ­zât ve tak­vâ­la­rın­dan “ta­sav­vuf” ve “mu­ta­sav­vıf” ke­li­me­le­ri za­man­la neş’et edip yay­gın­la­şa­rak ta­ri­hin sey­ri için­de mü­es­se­se­leş­miş­tir.

İs­lâm âlim­le­ri, Kur’ân ve sün­ne­te bağ­lı­lı­ğı esas al­dık­la­rın­dan tak­vâ yo­lun­da yü­rü­yen mu­ta­sav­vıf­lar da or­ta­ya koy­duk­la­rı eser­ler­de ta­sav­vu­fî gö­rüş­le­ri ay­nen müc­te­hid­ler gi­bi şer’î ger­çek­ler­le te’yîd ede­gel­miş­ler­dir. An­cak bu yol­da reh­ber­le­rin, yâ­ni me­şâ­yı­hın, zâ­hi­ri haz­met­miş in­san­lar­dan se­çil­me­di­ği bir kı­sım ta­rî­kat­ler­de “neş­ve-i sû­fiy­ye”nin ga­le­be­si se­be­biy­le ba­zı ayak kay­ma­la­rı ol­muş­tur. An­cak ta­rî­kat­ler ara­sın­da şeyh­le­ri umû­mi­yet­le hâ­ce­gân­dan, yâ­ni ilim er­bâ­bı âlim­ler­den, dî­nin zâ­hi­ri­ni de haz­met­miş in­san­lar­dan ge­len­ler, bu ayak sürç­me­le­rin­den ko­ru­na­bil­miş­tir. Ta­sav­vuf tâ­ri­hin­de Ki­tab ve Sün­net muh­te­vâ­sı için­de de­vâm eden Nak­şî­lik ve em­sâl­le­ri­nin şer’î ger­çek­le­re sa­dâ­ka­ti­ni ifâ­de et­mek için mâ­ruf tâ­bi­riy­le:

“Per­ge­lin sâ­bit aya­ğı şe­ri­at­tır.” hük­mü, harc-ı âlem bir düs­tûr ol­muş­tur.

Ni­te­kim Haz­ret-i Mev­lâ­nâ bu­yu­rur:

“Biz per­gel gi­bi­yiz. Sâ­bit aya­ğı­mız şe­ri­at­ta, öte­ki aya­ğı­mız­la yet­miş iki mil­le­ti do­laş­mak­ta­yız.”

“Şe­ri­at bir mu­ma ben­zer, ışık tu­tar, yol gös­te­rir. Mu­mu ele al­mak­la yol aşıl­mış ol­maz. Ama o ele alın­ma­dan da yo­la dü­şü­le­mez. Şe­ri­atin ışı­ğın­da yo­la dü­şüp git­me­ye baş­la­dın mı, iş­te bu gi­di­şin ta­rî­kat­tir.”

Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları

TASAVVUF NASIL ORTAYA ÇIKTI?

TASAVVUF NEDİR? - VİDEO

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Sûfîlerin alâmeti olan hırka giymesini isteyen müridlerine Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhu- şöyle cevap verir: "Hırka veya yamalı elbise giymenin bir işe yaradığına inansam, demirden elbise yaptırıp giyerim. Fakat içimde her an şu sesi duymaktayım: 'İtibar hırkaya değil, hurka'yadır (gönül ateşi).'" Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, bu sözüyle, dervişliğin kalb işi olduğunu, belli kıyafet ve alametleri taşımakla kazanılamayacağını anlatmaktadır. Şu hadis-i şerif de aynı meseleyi izah eder. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: "Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. O sizin kalblerinize ve işlerinize bakar" Kaynak: Derviş Bohçası / Cihat Ceylan (Semerkand Dergisi, Ağustos 2014)

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.