Tasavvuf Ne Demek?
Tasavvuf nedir, ne anlama gelir? Tasavvuf neye yarar? Hak dostlarının tasavvufun tariflerinden birkaçı.
Tasavvufun, yaşandıkça tadılan ve idrâk edilen bir ilim olması itibâriyle, kelimelerin mahdud imkanları içinde kâmil bir sûrette îzâhı zordur. Bu sebeple Allah dostları, her kesitinden muhtelif ışıklar yansıyan o tasavvuf kristalinin kendilerine bakan vechesini nazar-ı îtibâra alarak farklı farklı târifler yapmışlardır.
Hak dostları ve bu mânevî yolun müntesibleri, istîdat, iktidar ve kalblerinde zuhûr eden hâl tecellîleri nisbetinde mesâfe kat ederler. Bu sebeple rûhânî âlemdeki sünûhâtın, yâni kalbî ilhamların kendilerindeki tecellîsine göre de tasavvufu farklı farklı telâkkî ederler. Ancak tasavvufu târif etmiş olan bu gibi kimselerin hepsi de, kendi zâviyelerinden haklıdırlar. Bizler, bu gibi târiflere bakarak tasavvufun mâhiyeti hakkında ancak umûmî bir fikir sâhibi olabiliriz.
Bu muhtelif târiflerin ortak yönleri itibâriyle tasavvuf; mü’minlerin iç âlemini düzelterek onları mânen tekâmül ettiren, kulu ahlâk-ı hamîdeye erdirerek Hakk’a yaklaştıran ve bu sûretle de mârifetullâh’a ulaştıran bir ilimdir, diyebiliriz.
6 MADDEDE TASAVVUFUN TARİFİ
Hak dostlarının, nâil oldukları rûhânî tecellîlere göre yaptıkları sayısız tasavvuf târiflerinden birkaçı şöyledir:
1. Tasavvuf Güzel Ahlâk ve Edeptir
Güzel ahlâk, îmânı taklîdden kurtararak fikir ve davranışlara istikâmet veren ihsân duygusunu, yâni Cenâb-ı Hakk’ı görüyormuşçasına bir hâlet-i rûhiyeyi kalbde sâbitleyerek, şahsiyetin hâkim ve ayrılmaz bir unsuru hâline getirmek ve bu minvâl üzere yaşamaktır.
Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî:
“Tasavvuf ne şekil, ne de bir ilimdir; o sadece güzel ahlâktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı mücâhede ile, ilim olsaydı öğrenmekle tahsîl edilirdi. Bu sebeple sırf şekil ve ilim, maksada ulaştıramaz. Tasavvuf, Hakk’ın ahlâkına bürünmektir.” buyurarak, onun ahlâk ile kopmaz bağına işaret etmiştir.
Tasavvuf, Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek hayâtında ismen telaffuz edilmemiş olsa da, mâhiyeti ve hakîkati itibâriyle mevcuttu. Güzel ahlâktan maksat, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâk-ı hamîdesi ile ahlâklanmaktır. Onun ahlâkı, Rabbimiz tarafından Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin” (el-Kalem, 4) buyrularak te’yîd ve tekrîm edilmiştir.
Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, kendisine Resûlullâh’ın ahlâkı sorulduğu zaman:
“Onun ahlâkı Kur’ân’dı.” (Müslim, Müsâfirîn, 139) buyurmuştur.
Kul, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanıp onun ahkâmıyla da istikâmetlendiği takdirde âdetâ canlı bir Kur’ân hâline gelir. Kur’ân-ı Kerîm’i, mânâsını tefekkür ile tilâvet etmek ve ahkâmına tâbî olarak yaşamak, güzel ahlâkın zirve noktasıdır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamber olarak gönderildiğinden itibaren kıyamete kadar bütün zaman ve mekânları tenvîre memur olmuştur. Bu itibarla O’nun en cüz’î ve mahrem teferruatına varıncaya kadar bütün davranışları, sağlam bir rivâyetle bizlere intikal etmiş ve bu intikal, kıyâmete kadar teselsül bereketine mazhar kılınmıştır. Siyer-i Nebî incelendiği zaman görülecektir ki, insanlığın kemâli ve güzel ahlâkın zirvesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Zîrâ O:
“Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (İmâm Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-hulk, 8) buyurarak vazîfesini târif etmiş ve bütün insanlık âlemine “üsve-i hasene”, yâni mükemmel bir ahlâk numûnesi olmuştur.
Peygamberimizin Ahlakı
Kur’ân-ı Kerîm’de ahlâk-ı Muhammedî şöyle ifâde edilir:
“Andolsun ki, sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)’ler için Resûlullâh’ta en mükemmel bir örnek (üsve-i hasene) vardır.” (el-Ahzâb, 21)
Yüce Rabbimiz, bir ikrâm olarak, güzel ahlâkı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den itibaren veresetü’l-enbiyâ[1] vâsıtası ile kesintisiz olarak kıyamete kadar devam ettirecektir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Mü’minlerin îman cihetinden en mükemmeli, ahlâken en güzel olanıdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 250) şeklindeki beyânlarıyla, ahlâkın; îmânın meyvesi ve kemâlinin alâmeti olduğuna işaret buyurmuşlardır. Allah dostları da, işte bu Muhammedî ahlâk ile ahlâklanan mâneviyât rehberleridir.
Ebû Muhammed Cerîrî:
“Tasavvuf, güzel ahlâkı benimsemek ve kötü ahlâktan sıyrılmaktır.” derken yine bu hakîkate işaret etmiştir.
Kalbi, güzel ahlâk ile tezyîn edip kötü ahlâktan sakındırmak, ebedî saâdet ve selâmet için mecbûrî olduğu kadar meşakkatli de bir iştir. Nitekim ilk mutasavvıflardan Ebû Hâşim Sûfî:
“Kalpte yer etmiş bir kibri kazımak, dağları iğne ile kazmaktan daha zordur.” buyurmuştur.
Ebû Bekir el-Kettânî ise:
“Tasavvuf ahlâktır. Ahlâk itibâriyle senden üstün olan, safâ, yâni mânevî temizlik bakımından da üstündür.” der.
İnsanlık tarihi, peygamberlerin eşsiz güzellikteki nice ahlâkî davranış tezâhürleriyle doludur. Bunun en güzel misâllerinden birisi şüphesiz Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’dır. O, âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere kendisine açık bir şekilde zulmetmiş olan kardeşlerine:
“...Bugün size başa kakma ve ayıplama yoktur, Allah sizi affetsin! O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) diyerek, affedebilmenin kâbına varılmaz bir misâlini sergilemiştir.
Mutasavvıfın hedefi, kalbini, Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm- gibi dünyâdan sâlim ve ilâhî emirlere itaatkâr, Hazret-i İsmâil -aleyhisselâm- gibi Hakk’a teslim ve ilâhî takdîre râzı, Hazret-i Eyüp -aleyhisselâm- gibi sabırlı kılmaktır. Mü’minin hüznü Hazret-i Dâvut -aleyhisselâm-’ın hüznü, fakirliği ise Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’ın fakr ve istiğnâsı gibi olmalıdır.
Mutasavvıf, Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’ın münâcâtı esnâsındaki şevk ve iştiyakla lebâleb dolu bir gönle ve nihâyet Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ihlâsına, yâni Rabbine karşı olan muhabbet ve samimiyetine sahip olmaya çalışan kimsedir.
Tasavvuf Edepten İbarettir
Ebû Hafs el-Haddâd:
“Tasavvuf, edepten ibârettir.” diyerek onu, güzel ahlâkın en mükemmel bir hülâsası şeklinde târif etmiştir.
Hazret-i Mevlânâ da edeb hakkında şöyle der:
“Efendi! Bilmiş ol ki edeb, insanın bedenindeki ruhtur. Edeb, ricâlullâhın göz ve gönlünün nûrudur. Eğer şeytanın başını ezmek istersen, gözünü aç ve gör; şeytanı kahreden edeptir. İnsanoğlunda edeb bulunmazsa, o gerçekte insan değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir.”
Diğer bir beytinin mânâsı da şöyledir:
“Aklım, kalbime: «Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek: «Îman edepten ibârettir.» dedi.”
Başka bir şâir de, “edeb”i ne güzel nazmetmiştir:
Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan
Giy o tâcı emîn ol her belâdan
Bu itibarla evvelce tekke ve dergâhların yegâne îkaz levhalarından birisi de “ اَدَبْ يَاهُو ” (Edeb yâ Hû!..) idi.[2]
2. Tasavvuf, Nefs Tezkiyesi ve Kalp Tasfiyesidir
İnsanoğlu bu âleme kulluk imtihânı için geldiğinden dolayı, ölüm vaktine kadar nefs denen ve binbir menfîlikleri ihtivâ eden bir illetle müptelâdır. O, velâyetin en üst derecelerine de yükselse, dünyâ, nefs ve şeytan üçlüsünün dâimî bir hîle, vesvese ve tuzaklarıyla her an karşı karşıyadır. Zâten kulluğun kıymeti de bu tehlikeleri bertaraf edip şu fânî âlemin cezbedici aldatmacalarından sıyrılarak takvâya bürünmek ve netîcesinde Hakk’a yönelmekle başlar.
Dolayısıyla insan fıtratında var olan kötülük işleme meyillerini (fücûr) terbiye edip takvâ tohumlarını yeşertmek için nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi zarûrîdir. Bunun için her insan, istîdat ve iktidârı nisbetinde Cenâb-ı Hakk’ı bilmek ve bu bilgiyi irfân hâline getirerek amel-i sâlihlerle Mevlâ’yı tesbih ve tekrîm etmekle mükelleftir. İşte “kulluk” kısaca budur. Bu kulluk keyfiyetinin hedefine varması ise, insanın nefs engelini aşarak ulvî duygularla dolması demek olan nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesine bağlıdır. “Vâsıl-ı ilâllâh”[3] olup “Likâullâh”[4] ile şereflenmek ancak bu sûretle mümkündür.
Aslî cevheri itibâriyle kalb, bu âlemde “nazargâh-ı ilâhî”dir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın nazarlarının tecellî makâmı olmak gibi yüce bir şerefe mazhardır. Ancak nasıl ki bir sarayın “taht”ında sultandan gayrısının oturması mümkün değilse, vücut mülkünün sarayı hükmündeki kalbin de, Allah’tan gayrı her şeyden, yâni nefsânî düşüncelerden, çirkin temâyüllerden ve mâsivâdan arındırılıp temizlenmesi gerekir. Aksi hâlde kalb, ilâhî lutuflara kapanır. Fakat bu, Allah’tan başkasına muhabbet beslenemeyeceği mânâsına gelmez. Gerçi, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edip de kalb-i selîmin zirvelerine ulaşanlar, mâsivâ muhabbetinden âzâde olmuşlardır. Ancak diğer insanlar, derece derece mal, evlâd vs. muhabbetlerini kalblerinden tamâmıyla silmeye muvaffak olamazlar. Esâsen bu nevî muhabbetler, belirli bir sınırı aşmadığı müddetçe meşrûdur.
Kalb tasfiyesinin ehemmiyetini kavramak için kalbin maddî ve mânevî hayattaki mevkiine bakmak kâfîdir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalbin insandaki hayâtî ehemmiyetini şöyle ifâde buyurmuştur:
“...İnsan bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi, kötü olursa bütün beden kötü olur. Dikkat ediniz ki, o kalbdir.” (Buhârî, Îmân, 39)
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir çuvalın dibindeki deliği kapatmadan içini doldurmaya çalışmanın beyhûde bir gayret olduğunu ifâde eder. Bunun gibi amellerin de ancak tasfiye edilmiş bir kalb ile yapıldığı takdirde kişinin saâdetine vesîle olabileceği âşikârdır. Zîrâ ameller niyetlere bağlıdır. Niyet ise, kalbin amellerinden biridir. Bu münâsebetle niyetin tashîhi ve ihlâsla tezyîni şarttır.
Bu keyfiyet ise, ancak erbâbınca icrâ olunacak kalbî eğitim neticesinde elde edilen bir hâldir. Hak dostlarının kalb eğitiminde hedefledikleri nokta, kalbin sürekli Allâh ile beraber olma şuuruna (ihsâna) erişmesi ve böylece “diri kalb” vasfına kavuşmasıdır. Kalbin bu kıvâma ulaşması için mâsivâdan, yâni Allâh’ın dışındaki her şeyden arınmış olması zarûrîdir.
Bu kıvâma ulaşan kalb, ince ve derin hakîkatleri görür hâle gelir. Kalb, kesâfetten kurtulup letâfete büründüğü nisbette de ilâhî esmâ ve esrârın mâkesi olur. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın kalb yoluyla bilinmesi demek olan mârifetullâh hâsıl olur. Bu ise, ilmin irfân hâline gelmesi demektir.
O Gün Ne Mal Fayda Verir Ne de Evlat
Allâh’ın huzûruna ancak selîm kalble, yâni tasfiye edilmiş, bütün mânevî hastalıklardan arındırılıp içi ilâhî muhabbet ile doldurulmuş tertemiz bir gönülle çıkanların kurtulacağını Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:
“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)
Diğer taraftan nefsini temizleyemeyen ve Allâh’ın zikrinden uzak kalarak katılaşan kalblerin ise helâk olacağı yine Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmiştir:
“...Nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)
“...Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)
Bu âyet-i kerîmeler ışığında Ebû Saîd el-Harrâz’ın şu sözü ne kadar mânidardır:
“Kâmil insan; Allâh’ın, kalbini temizleyip nûrla doldurduğu kimsedir.”
3. Tasavvuf, Sulhü Olmayan Mânevî Bir Cenktir
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ne âit olan bu târif, tasavvufun nefse karşı ömür boyunca devam eden bir mücâhede olduğunu ifâde etmektedir. Nefse karşı cihâd, nefsin meşrû olmayan bütün isteklerine mânî olmaktır.
Harpler, muayyen zaman ve mekanlarda yapılır ve biter. Nefse karşı girişilen bu mücâhedenin ise bir ömür boyu inkıtâsız devâm ettirilmesi gerekir. Âyet-i kerîmede:
“...Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!” (el-Hicr, 99) buyrulmuştur.
Cenâb-ı Hak, nefsin hîle ve desîselerine kapı aralayan “gaflet”e karşı dâimî bir teyakkuz hâlinde bulunup bu minvâl üzere kulluğa devâm edilmesini şöyle emretmiştir:
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini zikret! Gâfillerden olma!” (el-A’râf, 205)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bizzat iştirâk ettikleri ve “Gazvetü’l-Usra”, yâni “Zorlu Sefer” adıyla anılan Tebük Gazvesi dönüşünde ifâde buyurdukları:
“Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz.” beyanları, şüphesiz ki bu târifin ilham kaynağıdır. Pek zorlu bir seferden sonra vârid olan bu söz üzerine:
“Bundan daha büyük cihâd olur mu?” diye hayrete düşen ashâbına Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet! şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefs ile mücâhedeye dönüyoruz!” [5] şeklinde mukâbelede bulunmuşlardır.
Asrımız araştırmacılarından R. Garaudy, İslâm’daki bu küçük ve büyük cihâd dengesinin önemini şöyle değerlendirir:
“Tamâmen İslâmî bir mânevî eğitim şekli olan tasavvuf, aslında insanı yaratılış gayesinden uzaklaştırıp nefsine mahkûm eden her türlü arzuya karşı yapılan iç mücâdele demektir. Bunun İslâm ıstılâhındaki adı büyük cihâddır. Müslümanları Allâh yolundan ayırıp kendisine râm eden her türlü iktidar, zenginlik ve yanlış bilgilere karşı, onun birlik ve âhengini sağlamak için çalışmak ise, küçük cihâd olarak adlandırılmıştır. Ferd ve cemiyetin saâdet ve selâmetini sağlayan da, bu iki cihâd arasındaki dengedir.”[6]
4. Tasavvuf İhlastır
Tasavvuf, Allâh’a karşı samîmiyettir. Amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine başka gâyelerin gölgesini düşürmemek, dînî ıstılahta “ihlâs” kelimesiyle ifâde olunur. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından gayrı bütün emelleri kalbden temizlemek, müslümanın memur bulunduğu büyük bir fazîlettir.
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için emredilmiş bulunan amellere bir ortağın karıştırılması, ihlâssızlık veya riyâkârlıktır ki, ind-i ilâhîde o ameller, fâillerine faydasız bir yorgunluktan başka bir şey bırakmaz. Bu da Allah katında amelleri makbul kılan aslî şartlardan en ehemmiyetlisinin “ihlâs” olduğunu gösterir.
İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşma arzusuyla her türlü dünya menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.
İhlas, kulları en büyük hayır olan ilâhî rızâya nâil eyler.
Kulların amellerinden Allah Teâlâ’nın asıl murâdı, onların ancak kendi rızâsına uygun olarak ihlâsla îfâ edilmesidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Ey Rasûlüm!) şüphesiz ki Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de dîni sadece Allâh’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et!..” (ez-Zümer, 2)
“De ki: Ben, dîni Allâh’a has kılarak (ihlâslı bir şekilde) O’na kulluk etmekle emrolundum.” (ez-Zümer, 11)
Huzûr-i ilâhîden kovulan İblis, âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:
“Dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ!..” (el-Hicr, 39-40)
Tasavvuf, her şeyi Allâh’a adamak, nîmet ve izzeti O’ndan bilmek ve benlikten kurtulmaktır. İnsan, hangi hâl ve makamda olursa olsun kendisinde bir varlık ve üstünlük vehmetmemelidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Bedir zaferi münâsebetiyle Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e şöyle buyurmuştur:
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allâh öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, lâkin Allâh attı...” (el-Enfâl, 17)[7]
O hâlde insan, acziyetini ve kulluğunu dâimâ hissetmeli, her türlü nîmet, muzafferiyet ve muvaffakıyetin Allah Teâlâ’dan gelen bir lutuf olduğunu bilmelidir. Aksi hâlde amellerinin ecri azalır veya tamamen kaybolur.
Kıyamet Günü İlk Hesaba Çekilecek Kişi
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, ibâdetlerinde ihlâsı kaybedip, benlik ve hevâlarını öne çıkartan kimselerin âkıbeti hakkında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu haber vermektedir:
“Kıyamet günü hesâbı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allah Teâlâ, ona verdiği nîmetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu îtiraf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Peki bunlara karşı ne yaptın?» buyurur. O kimse:
«–Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim.» diye cevap verir. Cenâb-ı Hak:
«–Yalan söylüyorsun. Sen, ne kahraman adam desinler diye savaştın, o da denildi.» buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır.
Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona da verdiği nîmetleri hatırlatır. O da hatırlar ve îtirâf eder. Ona da:
«–Peki bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar. O ise:
«–İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum.» cevâbını verir. Cenâb-ı Hak:
«–Yalan söylüyorsun. Sen, âlim desinler diye ilim öğrendin, ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur. Sonra emrolunur, o da yüzüstü cehenneme atılır.
(Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah Teâlâ verdiği nîmetleri ona da hatırlatır. O da verilen nîmetleri hatırlar ve îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Peki ya sen bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» buyurur. O şahıs:
«–Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden esirgemedim, sadece Sen’in rızânı kazanmak için verdim, harcadım.» der. Hak Teâlâ:
«–Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını, ne cömert adam desinler diye yaptın. Bu da senin için zâten söylendi.» buyurur. Emrolunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre, 152)
Hazret-i Mevlânâ, ihlâstan mahrum bir şekilde ibâdet eden kimselere şöyle seslenir:
“Ey gâfil! Keşke secde ettiğin zaman yüzünü samîmiyetle Hakk’a çevirebilseydin de «Yücelerin yücesi olan Rabbim, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.» demenin mânâsını lâyıkıyla bilebilseydin, yâni sırf şekil secdesi değil de gönül secdesi yapabilseydin!..”
İhlâssız ibâdetler, fânî ortaklar ve mânevî kirlerle doludur. O hâlde ibâdetleri saflaştırıp ulvîleştirecek olan sır, ihlâstır. İhlâssız yapılan amel, kula hiçbir fayda sağlamaz. Nitekim, dînin îmandan sonra en mühim emri olan namaz ibâdetini bile ihlâs şartına riâyet etmeden îfâ edenler, şu âyet-i kerîmenin dehşetli itâbına mâruz kalmışlardır:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, namazlarını ciddiye almazlar ve gösteriş yaparlar...” (el-Mâûn, 4-6)
Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh- şöyle buyurmaktadır:
“İhlâs, ameli mânevî bulanıklıktan tasfiye etmektir.”
Bir başka Allah dostu ise:
“İhlâsta iddialı olmak, bir nevî ihlâssızlıktır.” der. Zîrâ ihlâs ve takvâda en büyük tehlike, mü’minin kendisini takvâ sâhibi görmesidir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan, az amel bile sana kâfî gelir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341)
“Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)
5. Tasavvuf İstikâmettir
Tasavvufta Kitâb ve Sünnete sımsıkı sarılmanın tam ifâdesi “istikâmet”tir. Cenâb-ı Hak, bu hususta Peygamberine ve O’nun şahsında biz ümmetine âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:
“Ey Habîbim! Beraberindeki tevbe eden (mü’min)’lerle birlikte, emrolunduğun gibi istikâmet üzere olun ve aşırı gitmeyin!..” (Hûd, 112)
Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Beni Hûd Sûresi... ihtiyarlattı.” (Tirmizî, Tefsîr-i Sûre, 56/6) buyurmasına sebep olan bu ilâhî hitab,[8] müfessirlerce şöyle anlaşılmıştır:
“Ey Nebî! Kur’ân ahlâkı ve ahkâmı mûcibince hareket edip bilfiil müşahhas bir istikâmet örneği olman gerekmektedir ki, böylece hakkında hiçbir şüphe ve tereddüde mahal kalmasın! Sen, müşrik ve münâfıkların ileri geri konuşmalarına bakma, onları Allâh’a havâle et! Gerek umûmî, gerek husûsî vazifelerinde tam emrolunduğun gibi hakkıyla istikâmette ol, sırât-ı müstakîmden ayrılma! Sana vahyolunan emrin îfâsı ne kadar ağır olursa olsun, o emrin tebliğ, icrâ ve tatbikinde hiçbir mânîden yılma! Rabbin Sen’in yardımcındır.”[9]
Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anh- bu âyetle ilgili olarak şöyle demiştir:
“Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için bu âyet-i kerîmeden daha şiddetli bir hitâb vâkî olmamıştır.” (Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, II, 9)
Buradaki hitap her ne kadar Nebiyy-i Zîşân Efendimiz’e ise de, O’nu bu kadar meşakkate sokan, sadece şahsıyla alâkalı istikâmet endîşesi değildi. Zîrâ O:
“(Ey Habibim! Sen) sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4) te’yîd-i ilâhîsine mazhardı. O’nu ihtiyarlatacak kadar derinden etkileyen husus, bu emrin mü’minlere de râcî olması sebebiyle onlar hakkında duyduğu endişedir.
Allah’ı Seviyorsanız...
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bi’setinden sonra, Fahr-i Kâinât’ın rehberliği dışındaki hiçbir yol insanı Allâh’a götürmez. Zîrâ Allah Teâlâ, kendi muhabbet ve mağfiretini, Peygambere itaat şartına bağlamıştır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Resûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” (Âl-i İmrân, 31)
“De ki: Allâh’a itaat edin; Peygamber’e de itaat edin... Eğer O’na itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş (hidâyete ermiş) olursunuz.” (en-Nûr, 54)
Zünnûn-i Mısrî -kuddise sirruh- da:
“Ahlâkında, fiil ve hareketlerinde Allah Teâlâ’nın Habîbi’nin Sünnetine uyan kimse, Hakk’a olan sevgisini ispat etmiş olur.” buyurarak bu hakîkati te’yîd eder.
Bayezid-i Bistâmî -kuddise sirruh- ise:
“Havada bağdaş kurup oturabilen birini görürseniz, o şahsın ilâhî emir ve nehiy hudutlarını koruduğunu, sünnete tâbî olduğunu ve Hakk’ın hukûkuna riâyet ettiğini görmedikçe, bunun bir kerâmet olduğuna inanmayınız.” der.
İstikâmet ehlinin yolu olan “sırât-ı müstakîm”e lâyıkıyla sülûk edebilenler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69) buyrulmuştur.
Âyet-i kerîmede de görüldüğü üzere sırât-ı müstakîm (dosdoğru yol), seçkin kimselerin yoludur. İstikâmetin esası da îman ve takvâdır. Bu ikisinin mahalli ise kalbdir. Bu itibarla istikâmet, kalbde bulunan îman ve takvâ ile vücûdun yek-âhenk olmasıdır. Kalbdeki îmân, ihlâs ve îtidal; istikâmeti sağlar ve dâimî kılar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Dil istikâmet üzere olmadıkça kalb, kalb istikamet üzere olmadıkça da îman müstakîm olmaz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 198) buyurmuşlardır.
Kendisinden nasihat isteyen birisine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’a inandım de! Ondan sonra da istikamet üzere dosdoğru ol.” (Müslim, Îmân, 62) buyurarak dîni hülâsâ etmiştir.
En Büyük Keramet
Her hususta istikâmeti muhafaza etmek kadar yüksek bir makam ve onun lâyıkıyla yerine getirilmesi kadar zor olan hiçbir emir yoktur. Zîrâ istikâmet, ibâdette ifrat ve tefrite düşmeden îtidali muhafaza ile Hak yolunda sebat etmek ve emrolunanı, emrolunduğu gibi ve tâkatinin yettiği ölçüde en mükemmel şekilde yapmaktır. İşte bu yüzden en büyük kerâmet, istikâmettir.
Allah dostları istikâmet üzere olmayı şiâr edinmişlerdir. Gerçek istikâmet ise Fahr-i Kâinât’ın nurlu yolundan gitmektir.
Nitekim Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî bu hakîkati ne güzel ifâde etmiştir:
“Bu can tende durdukça, Kur’ân’ın bendesiyim ve Muhammedü’l-Muhtâr’ın yolunun toprağı, ayağının tozuyum. Eğer biri benim sözlerimden, bundan başka bir şey naklederse, naklettiği sözden de, kendisinden de bîzârım.”
“Kim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sofrasından başka bir sofraya giderse, bil ki şeytan onunla bir kaptan yemek yer. Zîrâ, o irfan sofrasından başka bir sofra seçen kişinin boğazını kemik yırtar ve deler.”
6. Tasavvuf, Rızâ ve Teslîmiyettir
Teslîmiyet; boyun eğmek, itaat etmek, teslim olmak ve itirazsız kabul etmek demektir. İslâm kelimesi de aynı köktendir. Tasavvuf, kulun, ilâhî istikâmet üzere yaşayabilmesi ve her nefeste Rabbine daha ziyâde yaklaşabilmesi için, Hakk’a rızâ ve teslîmiyet duygusunu gönüllere yerleştirir.
Çünkü şu fânî âlemi kuşatan binbir elem, keder ve çilelerin tesiri ve nefsânî aldanışların kesâfeti, ancak Hakk’a rızâ ve teslîmiyet netîcesinde azalmaya başlar. Yâni rızâ ve teslîmiyetin berekâtı ile ıztıraplar âdetâ hissedilmez hâle gelir. Hattâ iptilâlar bile Rabbin bir iltifâtı şeklinde telâkkî olunarak sürûra döner.
Teslîmiyet, kader tecellîlerini engin bir rızâ ile karşılamak, tedbirden sonra mukadderâtı kabullenmek ve tahakkuk edecek netîceye gönül hoşluğu içinde boyun eğmektir. Bu teslîmiyetin en güzel misâli, Allâh’ın emrine imtisâlen ciğerpâresini kurban etmeye götüren İbrahim -aleyhisselâm- ile boynunu ilâhî takdîre seve seve uzatan İsmail -aleyhisselâm-’da tecellî etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, bu iki Peygamberin teslîmiyetini bütün insanlığa misâl olarak göstermiş ve onlar hakkında:
“Her ikisi de Allâh’ın emrine teslim olmuşlardı...” (es-Saffât, 103) buyurmuştur. Onların bu teslîmiyetleri, başlı başına bir ibâdetin rükünlerini teşkil etme şeklindeki ilâhî iltifâta nâil olmuştur. Hac ibâdeti, kıyamete kadar gelecek ümmete, her an teslîmiyeti tebliğ eden bir lisandır.
Emir ve nehiylerde Hakk’a teslim olmak; ilâhî takdire, meşakkat ve imtihanlara sabır ve tevekkülle rızâ göstermek gerekir. Zîrâ kemâlin anahtarı iptilâlardır.
Şakîk-ı Belhî:
“Sıkıntının mükâfâtını bilen, ondan kurtulmaya heves etmez.” buyurmuştur. Bu nükteye âgâh olan Allah dostları, gam ve sürûra aynı gözle bakmışlar; aşırı sürûr ile aşırı ıztırap gibi nefse tuzak olan uç noktalara sürüklenmeyip rızâ ve teslîmiyet makamında terakkî etmişlerdir.
Teslîmiyetin bir yönü de “aşk” ve “ilâhî muhabbet”tir. Zîrâ sevenler sevdiklerinden gelen her şeyi hoş karşılayarak sevgilerindeki samîmiyeti izhâr ve ispat etme gayreti içinde olurlar.
Ebû Ali Ruzbârî, muhtemelen bu düşünceden hareketle tasavvufu:
“Kovulsa bile, kişinin sevgilinin kapısında diz çöküp sadâkat ve teslîmiyetle beklemesidir.” diye târif etmiştir.
Gönlü aşk ile dolu olan kul, Rabbinden gelen her şeyi, muhabbeti nisbetinde kucaklar. İbrahim -aleyhisselâm-’ın Allâh’a olan teslîmiyet ve aşkının tecellîsi, dünya ateşini bir anda gül bahçesine çevirmişti. Yâkûb -aleyhisselâm-’ın ilâhî takdîr karşısındaki rızâ ve teslîmiyeti, yavrusu Yûsuf’un hasret acısını:
“Bana sabr-ı cemîl düşer.” (Yûsuf, 18) diyerek bastırmaya muvaffak kılmıştı.
Tasavvuf ehli, peygamberlerin yolu olan Hakk’a teslîmiyeti, hayatlarının mihveri kılmışlardır. Zîrâ Râbiatü’l-Adeviyye -kuddise sirruhâ-’nın da dediği gibi:
“Seven sevdiğine itaat eder.”
Yâni teslîmiyet, sevgiye dayanan gönüllü bir itaat işidir.
Ashâb-ı kirâm da Peygamberimiz’e olan sevgi, bağlılık ve itaatleri nisbetinde tekâmül etmişlerdir. Sevgi ve teslîmiyet ile itirazsız boyun eğmeleri sâyesinde bütün ümmete numûne yıldızlar olmuşlardır.
TASAVVUF NE DEMEK? - Tasavvuf Nedir?
Tasavvufun târifleriyle ilgili olarak bu anlatılanlardan ilhamla şunları söyleyebiliriz:
Tasavvuf, maddî-mânevî kirlerden arınıp, güzel ahlâk ve vasıfları kazanarak, dîni, özüne uygun bir keyfiyette yaşayabilme gayretidir. Böylece, sırf aklın çözmeye kâfî gelmediği maddî veya mânevî hadiselerdeki sırrî oluşlar ve yüce muammâları kuşatıcı bir görüş olgunluğuna ulaşmaktır. Gönlün, sonsuz rûhânî hazlara duyduğu meclûbiyetin önünde âdetâ bir ayak bağı olan nefs engelini aşabilmeye çalışmaktır. Rûhun hapsedilmiş olduğu bedenin nefsânî temâyüllerini aşarak bütün hâdiselerin özündeki mücerred hakîkatleri, idrâklerin hudûdundaki perdenin de arkasında cereyân eden ibret ve hikmet safhalarını, ârifâne bir üslûb ile temâşâ edebilmeyi sağlayan birtakım hâller ve bilgilerin ilmidir.
TASAVVUF ŞİİRİ
Bu tasavvuf tarifleri mevzuunda neticeyi, Aksaray Olanlar Dergâhı şeyhi İbrahim Efendi’nin meşhur “tasavvuf manzûmesi”ne bırakalım:
Bidâyette tasavvuf sûfî bî-cân olmağa derler
Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler
“Tasavvufun başlangıcı, maddî varlığından sıyrılan ve kendinde bir varlık görmeyen, kısaca irâdesini Hakk’a teslim etmiş bir sûfî olabilmektir. Sonu ise, bütün ilâhî güzellikleri kazanarak gönül tahtının sultânı olmaktır.”
Tarîkatte ibârettir tasavvuf mahv-ı sûretten
Hakîkatte sarây-ı sırda mihmân olmağa derler
“Tarîkatte tasavvuf; sûretin mahvından ibârettir. Yâni beşerî zaaflardan kurtulmaktır. Hakîkatte ise, ilâhî sır sarayının misafiri olmaktır.”
Bu âb u kil libâsından tasavvuf ârî olmaktır
Tasavvuf cism-i sâfî nûr-i Yezdân olmağa derler
“Tasavvuf, toprak ve sudan ibaret fânî elbiselerden/kafeslerden kurtulmaktır. Böylece tertemiz bir varlık olarak Allah Teâlâ’nın nûru hâline gelebilmektir.”
Tasavvuf lem’ayı envâr-ı mutlaktan uyarmaktır
Tasavvuf âteş-i aşk ile sûzân olmağa derler.
“Tasavvuf, (gönül mumunun) ışığını, ilâhî nurlarla tutuşturmaktır. Çünkü tasavvuf, aşk ateşi ile tutuşmaya derler.”
Tasavvufta şerâit nâme-i hestîyi dürmektir
Tasavvuf ehl-i şer’ u ehl-i îman olmağa derler
“Tasavvufta esas olan, varlık kitabını dürmek, benlikten sıyrılmaktır. Asıl tasavvuf, şeriat ehli ve hakîkî îman sahibi olmaktır.”
Tasavvuf ârif olmaktır hakîmen âdetullâha
Tasavvuf cümle ehl-i derde dermân olmağa derler
“Tasavvuf, ilâhî sır, tecellî ve irâdenin hikmetlerini bilmektir; ârifliktir. Yine tasavvuf, bütün dert sahiplerine derman olmaktır.”
Tasavvuf ten tılısmın ism miftâhıyla açmaktır
Tasavvuf bu imâret külli vîrân olmağa derler
“Tasavvuf, bu beden tılsımını isim anahtarı (Allâh ismi) ile çözmektir. Yine tasavvuf, bu fânî imâreti tamamen yok etmektir.”
Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil
Dahî her söz ki söyler âb-ı hayvân olmağa derler
“Bilesin ki tasavvuf, sûfînin sözünü (ve bilgisini) hâle dönüştürmektir. Bu, bir bakıma onun her sözünün bir âb-ı hayât (ölümsüzlük iksiri) olmasıdır.”
Tasavvuf ilm-i ta‘bîrât u te’vîlâtı bilmektir
Tasavvuf cân evinde sırr-ı Sübhân olmağa derler
“Tasavvuf, büyük bir derinlik kazanarak tâbîr ve te’vîl ilimlerine vâkıf olmak ve böylece insan, kâinât, Kur’ân ve Sünnetteki ilâhî sırları idrâk etmektir. Yine tasavvuf, can evinde Allâh’ın bir sırrı olabilmektir.”
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır
Tasavvuf Hakk’ın esrârında hayrân olmağa derler
“Tasavvuf, Hakk’ın azamet, kudret ve güzelliği karşısında büyük bir hayret ve dehşet içinde hem sarhoş hem de uyanık olmaktır. Çünkü tasavvuf, Hakk’ın sonsuz sırlarına hayranlıktır.”
Tasavvuf kalb evinden mâsivallâhı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mü’min arş-ı Rahmân olmağa derler
“Tasavvuf, gönül sarayından Allah’tan başka her şeyi çıkarmaktır. Çünkü tasavvuf, mü’min bir kalbin Allâh’ın arşı olması demektir.”
Tasavvuf her nefeste şarka vü garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olmağa derler
“Tasavvuf, her nefeste doğuya ve batıya erişmek, yâni oralardaki ehl-i îmânı düşünmek, onların sevinç ve kederlerine ortak olmak; ihtiyaç sahiplerine hizmet etmektir. Yine tasavvuf, bütün halkı görüp gözetmeye çalışmaktır.”
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk’ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmağa derler
“Tasavvuf, cihanın bütün zerrelerinde Hakk’ı müşâhede etmektir. Böylece tasavvuf, âlemlere güneş gibi olmaktır.”
Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleymân olmağa derler
“Tasavvuf, yetmiş iki milletin dilini bilmek, yâni herkesin hâlinden anlamaktır. Tasavvuf, akıl âlemine Süleyman olmaktır.”
Tasavvuf urvetü’l-vüskâ yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler
“Tasavvuf, Hakk’ın insana yüklediği ilâhî emânet olan Kur’ân-ı Kerîm ve onun getirdiği mes’ûliyeti canla başla taşımaktır. Tasavvuf, ilâhî mağfireti müjdeleyen âyetlerin mazharı olmaya derler.”
Tasavvuf ism-i âzamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf câmi-i ahkâm-ı Kur’ân olmağa derler
“Tasavvuf, bütün kâinâta «İsm-i a’zam»la tasarruf etmektir. Yine tasavvuf, Kur’ân hükümlerini gönülde cem etmek, yâni canlı bir Kur’ân olabilmektir.”
Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakk’a nâzır olmaktır
Tasavvuf sûfîye her müşkil âsân olmağa derler
“Tasavvuf, her bakışta Cenâb-ı Hakk’a yönelmektir. Yine tasavvuf, sûfîye, bütün zorlukların kolaylaşmasıdır.”
Tasavvuf ilm-i Hakk’a sînesini mahzen etmektir
Tasavvuf sûfî bir katreyken ummân olmağa derler
“Tasavvuf, gönlünü Hakk’ın ilmine mekân etmek, yâni ledünnî ilme sahip olmaktır. Böylece tasavvuf, bir damla hükmünde iken sûfînin engin bir derya hâline gelmesidir.”
Tasavvuf külli yakmaktır vücûdun nâr-ı “lâ” ile
Tasavvuf nûr-i “illâ” ile insân olmağa derler
“Tasavvuf, Hakk’ın varlığı karşısında bütün mevcudâtın «lâ / yok» ateşiyle yanıp kül olmasıdır. Tasavvuf, “illâ” nûruyla, yâni temizlenmiş bir gönülle Allâh’ı tevhîd ederek insan-ı kâmil olmaktır.”
Tasavvuf «kul kefâ billâh» ile dâvet-dürür halkı
Tasavvuf «irciî» lafzıyla mestân olmağa derler
“Tasavvuf, «De ki: Allah sana yeter!» (er-Ra’d, 43) âyetiyle insanları Hak yoluna davet etmektir. Yine tasavvuf, «Rabbine dön!» (el-Fecr, 28) lafzının zevkiyle kendinden geçmektir.”
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmağa derler
“Tasavvuf, her gün ölmeden evvel ölmek sırrını binlerce kez yaşamak ve kalben diri kalmaktır. Bundan sonra tasavvuf, bütün âlemin cismine can olabilmek, yâni diğer gönülleri de ihyâ edebilmektir.”
Tasavvuf zât-ı insan zât-ı Hak’da fâni olmaktır
Tasavvuf kurb-ı «ev ednâ»da pinhân olmağa derler
“Tasavvuf, insanın kendi varlığını, Hakk’ın varlığında yok etmesidir. Böylece tasavvuf, mîrac vuslatında tecellî eden ve âyet-i kerîmede «iki yaydan daha yakın» (en-Necm, 9) şeklinde ifâde buyrulan bir yakınlık içerisinde bile kendini gizleyebilmektir.”
Tasavvuf cânı cânâna verip âzâde olmaktır
Tasavvuf cân-ı cânân cân-ı cânân olmağa derler
“Tasavvuf, canı sevgiliye verip her türlü fânî esaretten kurtulmaktır. Bu bakımdan tasavvuf, sevgilinin canı, evet sevgilinin canı olabilmek, yâni onun tarafından da sevilmektir.”
Tasavvuf bende olmaktır hakîkat hak ey İbrahim
Tasavvuf şer‘-i Ahmed dilde burhân olmağa derler
“Ey İbrahim! Tasavvuf, aslında Allah Teâlâ’ya kul-köle olmaktır. Bunun için tasavvuf, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunu ve düsturlarını gönülde bir delil (rehber) eylemektir.”
Dipnotlar:
[1] Veresetü’l-Enbiyâ: Peygamberlere, husûsiyle Âhirzaman Nebîsi Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e zâhiren ve bâtınen; ilim, amel ve ahlâk bakımından vâris olmuş hakîkî âlimlerdir. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Hakîkî âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvud, İlim, 1) buyrulmuştur. [2] Bu ifâde, edebe riâyete çağıran bir îkaz olduğu gibi, aynı zamanda “Yâ ilâhî! Edeb lutfeyle!” mânâsında bir niyazdır. [3] Vâsıl-ı ilâllâh: Dünyâda kalben Yüce Allâh’a ulaşmak. [4] Likâullâh: Âhirette Rabbimizin cemâline kavuşmak. [5] Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73. [6] Bkz. R. Garaudy, İslâm’ın Vaad Ettikleri, s. 47. [7] Allah Rasûlü savaş esnâsında küffar ordusunun üzerine yerden bir avuç toprak alıp saçmış ve o toprak Allâh’ın izniyle kâfirlerin gözlerini bürüyerek onları şaşkın hâle getirmişti. Âyet-i kerîme bu hâdisenin ardından nüzûl etmiştir. [8] Bkz. Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 107. [9] Bkz. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, IV, 2829-2830.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları