Tasavvuf Nedir, Ne Değildir?
Tasavvuf, tarîkat denilince, genellikle makam, mevkî, gavs, kutup, kerâmet, “Filân şeyhe bağlanırsan o seni âhirette kurtarır!” gibi ifadeler üzerinden bir tasavvuf tarifi yapılıyor. Tasavvuf denilince ne anlamak gerekiyor? İşte tasavvufun en doğru tarifi...
Baştan şunu ifade edelim ki, kimi çevrelerce tasavvuf, sanki dîne bir ekleme olarak geliyormuş gibi gösteriliyor. Hâlbuki tasavvuf bir ilâve değil, bilâkis dînin “takvâ” tarafıdır, “zühd” tarafıdır, “ihsan” tarafıdır. Yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben ve yakından tanıyabilme sanatıdır.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsan” gibi muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. “Cibril Hadîsi”nin muhtevâsında yaşamaktır. Bu hadiste Hazret-i Cibrîl, Rasûlullah Efendimiz’e sualler sorar. Üçüncü sualde;
“‒İhsan nedir?” der.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“‒İhsân, Allâh’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi O’na ibadet etmendir. Sen O’nu göremesen de O seni görüyor.” buyurur. (Bkz. Müslim, Îman, 1)
Yani tasavvuf, dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak yaşamaktır. Kalbin bu şuur ve idrâk hâline gelebilmesidir. Tabi bu, kitap okumakla, zihnî bir mesâî ile olmaz. Bu, kalbî mesâînin getireceği bir neticedir.
TASAVVUF NEDİR?
1. Tasavvuf; bir arınma/temizlenme disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.
2. Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
3. Tasavvuf; kötü huyları terk etmek ve güzel ahlâkı benimsemektir.
4. Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan, son nefese kadar devam edecek bir cenktir.
5. Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında, gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır. Başa gelen cefâları ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma) vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile şükreden “güzel bir kul” olabilme mahâretidir.
6. Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrûmiyet ve ihtiyaçlarını telâfî mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-i asliye hâline gelmesidir.
7. Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’le hemhâl olabilmek, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaya çalışmaktır.
8. Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, O’na yakınlaşabilme, Oʼnun yüce karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda, vecd içinde yaşayabilme gayretidir.
Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.
TASAVVUF NE DEĞİLDİR?
Bazı kimselerin; “Kalbin temiz olsun da, amelin az olsa da olur(!)” şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bazı kimseler tarafından, Mevlevîliğin vecd ve takvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, âdeta şov maksatlı bir folklor gösterisi ve orkestra eşliğinde icrâ edilen bir mûsikî meclisi hâline getirilmektedir.
Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ, Mesnevîʼnin ilk 18 beyti içinde; kendisini dinlediği hâlde maksat ve gâyesini idrâk edemeyen gâfillerden şöyle yakınmaktadır:
“Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Kötü huylu olanlarla da, iyi huylu olanlarla da düşüp kalktım.
Herkes kendi anlayışına göre bana dost oldu. Lâkin içimdeki esrârı idrâk etmedi.
Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.
Ham ruhlar, olgun ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”
Ayrıca, bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. O, bu hakîkati bir rubâîsinde bütün cihâna şöyle îlân eder:
“Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”
Bu beyânıyla Mevlânâ Hazretleri kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Yani pergelin sâbit ayağının dâimâ şerîate bağlı bulunduğunu, hayatını Kur’ân ve Sünnetʼin tâlimatlarına göre tanzim etmeye gayret gösterdiğini açıkça beyân etmektedir.
O hâlde şerʼî hükümlerle amel etmeden Hazret-i Mevlânâʼnın yoluna mensûbiyet iddiâsında bulunmak, evvelâ Hazretʼin aziz rûhunu incitecektir.
Diğer taraftan, bazı tarîkatlerde, helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak, yine; “benim kalbim temiz(!)” gibi, içi doldurulmamış ifadelerle, kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha nice şerʼî ölçülerden tâviz verildiği görülmektedir. Sanki kalp temiz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.
Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve harama riâyet”te, ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu, görmezden gelinmektedir.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf, Peygamber Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâtınen bütünleşebilme gayretidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî kemâlâtın zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de, hangi mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî vazifelerini yerine getirmekle mükelleftir.
Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:
“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. «Bu nedir?» diye bakarken, nurdan bir ses geldi:
«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden öyle memnunum ki, artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.
Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:
«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.» dedim.
Şeytan:
«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.
Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir lûtfu olduğu şuur ve idrâki içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”
Cemaatten biri:
“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;
“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!” cevabını verdi.
Hakîkaten bir kul, güzel hâli, sâlih amelleri ve mânevî derecesi sebebiyle helâl-haram hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle bir muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.
Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifadeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.
Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli olduğunu zannetmesi, ancak gafletinin bir göstergesidir.
Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği şekilde hareket etmek; “Canım, bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam…” gibi ifadelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendisine yaptığı en büyük zulümdür, mâneviyâtını sakatlamasıdır.
Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri, hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb eder:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;
1. Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
2. Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
3. Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyeti gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.”[1]
Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi mânâsızdır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri;
“Tasavvuf, şerîati kemâle erdirmektir.” buyurmuştur. Yani tasavvuf, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde güzel bir kul, kâmil bir insan olma gayretidir.
ASIL KERÂMET; İSTİKÂMETTİR
Tasavvuf; keşif-kerâmete ermek için çıkılan bir yolculuk değildir:
Keşif-kerâmet, mânevî yolda karşılaşılabilen Allah vergisi bir hâdisedir. Fakat kendisine keşif-kerâmet verilen kimsenin dahî, son nefeste îmanla gidebilme hususunda bir garantisi yoktur.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Bel’am bin Bâurâ’yı bildiriyor. Onun da keşfi vardı, kerâmeti vardı, ism-i âzam’a mazhardı. Fakat dünyaya dalıp bir nefsinin hevâsına meyletti; helâk olup gitti. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede onun hakkında, şaşkınlaşmış bir kelp misâlini veriyor.[2]
Kârun da önceleri Allâh’ın sâlih bir kuluydu. Zühd ve takvâ hayatı vardı. Fakat o da nefsine meyletti. Cenâb-ı Hak ona varlık verdi, yani varlıktan imtihan etti, fakat o, bunun ilâhî bir imtihan olduğunu düşünmeyip yolunu kaybetti. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı tavır koydu. Güvendiği, dayandığı servetiyle beraber, Cenâb-ı Hak onu yerin dibine gömdü.
Demek ki keşif-kerâmet, bir insanın son nefesinin ne olacağını göstermez. Onun için tasavvuf;
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) şeklindeki ilâhî tâlimâta riâyet yoludur.
Tasavvuf yolunun büyükleri de;
“Asıl kerâmet, istikâmettir.” buyurmuşlardır.
Kerâmetler, rüyâlar ve birtakım fevkalâde hâller, tasavvuf yolunda var olabilecek hususlardır, lâkin aslâ gâye değildir.
Tasavvuf; her şeyden önce, hayatı Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde tanzim edebilme gayretidir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Hutbesiʼnde şöyle buyurmuştur:
“…Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitâbı Kur’ân ve O’nun Peygamber’inin Sünnetiʼdir…” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
İşte gerçek tasavvuf da, bu iki mukaddes emânete lâyıkıyla riâyet edebilmekten ibârettir. Kurʼân ve Sünnetʼte bahsi geçen, ihlâs, takvâ, zühd, huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; buna mukâbil, riyâ, ucup, kibir, gıybet, haset gibi nefsânî marazların nasıl bertaraf edileceğini öğreten bir eğitim yoludur.
Onun için tasavvuf, keşif ve kerâmete erme eğitimi değildir; Allâh’a kul olma eğitimidir.
Zaten keşif ve kerâmetlere ermek, mânevî ilerlemenin ölçüsü de değildir. Nitekim pek çok rivâyette[3] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-ʼın da, fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir mâlumat yoktur. Onun en büyük kerâmeti; Allah Rasûlüʼne olan eşsiz muhabbet ve sadâkatiyle müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir. Kur’ânî ifadesiyle “ikinin ikincisi”[4] olmasıdır.
Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemiş, gurur ve şöhrete sebep olabilen bu tip kerâmetleri ifşâ etmekten titizlikle sakınmışlardır. Hattâ bu korku ve endişe içinde, kerâmetin ifşâsına “hayz-ı ricâl” demişlerdir. Bütün gayretlerini de, gerçek kerâmet olan; Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşamak üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri diyor ki:
“Bir kişiyi (postunun üzerinde) havada uçarken görseniz, o da eğer Kitap ve Sünnetʼe uymuyorsa, (ona îtibar etmeyin, zira) bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.”
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de şöyle dediği nakledilir:
“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye karşı içimden şöyle dedim:
«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Sen ise, otuz yıldan beri Mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (kendimde bir varlık ve benlik hissetmeme sebep olacak bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[5]
Hak dostları, böyle fevkalâde hâllerle karşılaştıklarında da bunları gizlemeye gayret etmişler, bunların asıl gaye olan mârifetullah ve kullukta derinleşme hedefinden alıkoyan birer imtihan olmasından çok çekinmişlerdir.
Buna karşılık bazı câhil ve gâfil kimseler;
“Benim şeyhim Mahşer yerinde benim elimden tutar! Beni bırakmaz. Beni Cennet’e götürür(!)” şeklinde birtakım iddialarda bulunabiliyorlar.
Bu nevî ifadeler, şerʼî esaslarla aslâ teʼlif edilemeyecek, mesnedsiz, hezeyana dönüşmüş heyecan taşkınlıklarıdır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, peygamberler ve onların işaret ettiği “aşere-i mübeşşere” gibi bazı kimseler dışında hiç kimsenin son nefeste îman selâmetiyle âhirete gidebilme garantisi yoktur.
Bunun için âyet-i kerîmede:
“…Ancak Müslümanlar olarak can verin! (Sakın ha, başka türlü can vermeyin!)” (Âl-i İmrân, 102) buyruluyor.
Son nefeste kimin îmanla selâmet bulacağı meçhul olmakla birlikte âyet-i kerîmede:
“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a yardım ederseniz (yani O’nun dînini yaşar ve yaşatırsanız) O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyrulmaktadır. Bu itibarla mü’min, son nefeste îman selâmeti için hem hayatı boyunca rızâ-yı ilâhî istikâmetinde gayret etmeli, hem de Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olma ümidiyle duâ hâlinde bulunmalıdır.
Nitekim Allâh’ın Halîl’i olan İbrahim -aleyhisselâm- bile, bu endişeyle Rabbine;
“(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.
Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- da;
“…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!”[6] niyâzıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olmuştur.
Onun için her mü’min, hangi mânevî merhalede olursa olsun, bir son nefes endişesi ve âhiret hazırlığı içinde bulunmakla mükelleftir.
Şunu ifade edelim ki, şefaat haktır. Rabbimiz dilerse, dilediği kullarına bu salâhiyeti bahşedebilir. Lâkin kimin kime şefaat edeceği, ancak Rabbimizʼin bileceği bir husustur. Cenâb-ı Hakk’ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
“…İzni olmadan Oʼnun katında kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz “şefaat-i uzmâ” sahibi olduğu hâlde, kızına ve halasına şöyle buyurmuştur:
“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa benim peygamber olmama güvenmeyin!) Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)
Onun için; şeyh olsun, mürşid olsun, herkes âcizdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in işaret ettiği, Cennet’le müjdelediği kişiler hâricinde hiç kimsenin, son nefes ve âhiret hususlarında bir garantisi yoktur.
Sahâbenin meşhur zâhid ve âbidlerinden olan Osman bin Maz’ûn -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde bir kadın:
“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikram etmektedir.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müdâhale ederek:
“–Allâh’ın ona ikram ettiğini sen nereden biliyorsun?” buyurdu.
Kadın:
“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum…” (Buhârî, Tâbîr, 27)
Demek ki kul, dâimâ takvâ üzere yaşayacak ve Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak. Efendimiz’in güzel ahlâkıyla müzeyyen olmanın gayreti içinde olacak. Başka türlü bir kurtuluş yolu yok. Duâlarımız gibi ibadetlerimiz de kabule muhtaç.
Nitekim ilim ve irfanda “güneşler güneşi” denilen Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için “hüsn-i hâtime” duâsı talep etmiştir. Kardeşine yazdığı bir mektupta da bu hissiyâtını şöyle dile getirmiştir:
“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum…
Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerinde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan da, Allâh’ın rahmetinden ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır.”[7]
Demek ki ebedî kurtuluş hususunda mürîdin de durumu meçhuldür, mürşidin de... Takvâdan ve kulluktan uzak bir hayat yaşayıp da; “Beni şeyhim kurtarır!” beklentisiyle avunmak, gerçek tasavvufun asla kabul etmeyeceği bir gaflet ve nâdanlıktır. Rabbimiz;
“...Çok kandırıcı (şeytan) sizi Allâh’ın affediciliği ile kandırmasın!” (Lokmân, 33; Fâtır, 5) buyuruyor.
Yani gaflet üzere yaşayıp da Allâh’ın affına güvenmek bile “şeytanın kandırmacası” olarak tarif ediliyor. Hâl böyleyken mürşidinin âhirette kendisini kurtaracağını iddiâ ederek kulluk vazifelerinde gevşeklik ve ihmal göstermenin hiçbir meşrû dayanağı olamaz.
Dolayısıyla, sâlih kullara duyulması gereken muhabbet, hürmet, âidiyet, mensûbiyet ve hüsn-i zan duygularını, ebedî kurtuluş hususunda bir garanti olarak görmek, kişiye mânen fayda yerine ancak zarar verir.
Tasavvuf, makam-mansıb elde etme yolu da değildir:
Her hususta olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman istismarcılar ortaya çıkmıştır. Bugün de gerek benlik, gerekse de rûhî bir hastalık sebebiyle birileri kalkıp; “Ben zamanın kutbuyum, gavsıyım!..” gibi iddiâlarla gerçek tasavvufun rûhundan tamamen uzak bir büyüklük iddiâsı ve şöhret arayışı içinde olabilirler. Tarih boyunca bu tip istismarcıları en başta gerçek tasavvuf ehli tenkit etmiştir.
Unutmayalım ki bu imtihan âlemine, birbirimize karşı övünmek için gelmedik. Hepimiz; hiçlik, fânîlik ve acziyetimizi idrâk ederek Rabbimizʼe kulluğumuzu arz etmek üzere bu dünyaya gönderildik.
Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bu hissiyat içinde:
“Âlem buğday ben saman,
Herkes yahşi ben yaman!” demiştir.
Yani tasavvuf; “arz-ı endâm” değil “arz-ı hâl” yoludur. Riyâ, gösteriş, tekebbür içinde bulunmak değil; Cenâb-ı Hakk’a hiçlik, yokluk ve tevâzu üzere kulluk yoludur. Hangi makam ve mevkîde olursak olalım, bir “abd-i âciz” olduğumuzun idrâki içinde bulunmaktır. Kendi mevkiimizi dâimâ “kapı eşiği”nde görebilmektir.
Velhâsıl bu fânî âlemde en büyük pâye, Hakkʼa kulluktur. Hepimiz, hatâsıyla-sevâbıyla, âciz birer kuluz. Âkıbetimiz hakkında da, elimizden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra, yalnızca Rabbimizʼin rahmet, mağfiret ve inâyetine sığınmalıyız.
Dipnotlar:
[1] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.
[2] Bkz. el-A‘râf, 176.
[3] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.
[4] et-Tevbe, 40.
[5] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.
[6] Yûsuf, 101.
[7] Mektubât-ı Mevlânâ Hâlid, 28. Mektup.
Kaynak: Gençlerle 12 Soru-Cevap, Erkam Yayınları