Tasavvuf Niçin Gereklidir?
Tasavvuf; kemale ermek için ruhu, ibadet, zikir ve fikir gibi şeylerle terbiye ettirip nefsi kalp hastalıklarından tezkiye etme yolunu gösteren ilimdir. Peki tasavvuf neden gereklidir? Tasavvufu ilminin lüzûmu.
İnsanın ruh ve beden olmak üzere iki yönü vardır. Bunların her ikisinin de fıtrata bağlı temâyülleri bulunmaktadır. İslâm, yaratılıştan gelen bu temâyülleri inkâr etmez. Onları birer vâkıa olarak kabûl eder. Ortaya koyduğu temel ölçüler çerçevesinde makbûl olan temâyülleri inkişâf ettirmeye, merdûd olanları ise, asgarî hadde indirmeye veya makbûl bir gâyenin emrine vermeye çalışır.
MADDE İLE MANA ARASINDAKİ DENGE
Yani İslâm, insana madde ile mânâ arasında bir denge programı takdîm eder. Bedensiz bir ibadet olamaz. Bedensiz bir namaz kılınamaz, oruç tutulamaz. Diğer ibadetler de ancak bedenle îfâ edilebilir. Lâkin ruhsuz da olamaz. Rûhî heyecan, gönül vecdi, kalbî rikkat ve hassâsiyet kaldırıldığında din, kuru bir şekil ve iskelet hâline getirilmiş olur. Hâlbuki Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de takrîben 250 küsur yerde “takvâ”yı vurgular. Takvâ ise kalbî bir hassâsiyettir.
Yine âyet-i kerîmede:
“Mü’minler felâh buldu.” buyrulur. Hemen devâmında ise kalbî bir husûsiyete dikkat çekilerek; “Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” buyrulur. (Bkz. el-Mü’minûn, 1-2)
TATBİKÎ EĞİTİM YOLU
Tasavvuf, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsi geçen takvâ, huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; bunun zıddına, riyâ, ucub, kibir gibi kalbî marazların nasıl bertaraf edilebileceğini Kur’ân ve Sünnet’ten alıp tatbikî olarak öğreten bir eğitim yoludur.
İnsan, sırf ten plânında takılıp her şeyi maddeci bir nazarla seyrederse, en mücerred hâdiseleri bile müşahhas ve ruhsuz kalıplar hâlinde görür. Aslında tasavvufa îtirazların temelinde yatan başlıca sebeplerden biri de budur. Tasavvuf ise, maddî ve zâhirî îcapları reddetmeden, insanı rûha, metafiziğe, mâneviyâta yöneltir. Böylece insanın rûhuna da, istîdâdı nisbetinde bir tekâmül ve tatmin yolu gösterir.
Ârifler şöyle demişlerdir:
“Zâhirî rızka nâil olmak, âzâların çalışmasıyla mümkündür. Bâtınî rızka nâil olmak da kalbin çalışmasıyla mümkündür.”
Cenâb-ı Hak, murâd-ı ilâhîsi mûcibince, insanları zâhirî istîdatları gibi mânevî istîdatları bakımından da muhtelif seviyelerde yaratmıştır. Yine Hak Teâlâ, kullarından, tâkatlerinin üzerinde bir ubûdiyet istememekle beraber, verdiği istîdat nisbetinde de onları mes’ûl kılmıştır.
MANEVİ YÜKSELİŞİN KAPISI
Ancak Cenâb-ı Hak, bütün insanlığın mükellef bulunduğu dînî teklifleri tâyin ederken, kullarına verdiği tâkatin asgarî seviyesini esas almıştır. Şüphesiz ki bu, O’nun kullarına olan nihâyetsiz merhametinin bir tecellîsidir. Bununla birlikte, dînin asgarî tekliflerinden daha fazlasını yapmaya fıtraten kudret, iştiyak ve istîdâdı olan kimselere de mânevî yükselişin kapısını kapatmamıştır. Yani şer’î vazifelere ilâveten bir de kalp âleminde yükselme istîdâdı olan mü’minlere, nâfile ibadetler, zühd, takvâ, ihsan gibi fazîletlerle, vâsıl-ı ilâllâh zirvelerine doğru mesâfe almayı sağlayacak bir yolu açık tutmuştur. Bu yol ise, bilindiği üzere “tasavvuf”tur.
Buna şöyle bir misâl verebiliriz:
Şeyh Şiblî Hazretleri’ne:
“–Beş devede ne kadar zekât verilir?” diye sorulmuştu. Şeyh Şiblî:
“–Vâcib olan, bir koyundur; ancak bize göre hepsi Allah içindir.” dedi.
“–Bu hususta delîlin nedir?” diye sorulunca Şiblî Hazretleri şu cevâbı verdi:
“–Ebûbekir Efendimiz’dir. O, malının tamamını Allah yolunda infâk etmiştir. Kim bütün malını Allah yolunda bezlederse / cömertçe harcarsa o, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Efendimiz’in meşrep ve husûsiyetindedir. Kim de malının büyük bir kısmını infâk ederse, o da, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın meşrep ve husûsiyetindedir... Dünyayı (yani nefsânî arzuları kalben) terk etmeye götürmeyen ilim, (gerçek) ilim değildir.”[1]
Bu misâlin de işaret ettiği gibi yüksek kalbî istîdâda sahip olan büyük sahâbîlerin her biri, tasavvufta belli özellikleriyle imam ve önder durumundadırlar.
Öte yandan, kalbin huzur ve sükûna kavuşması, mânen ulaştığı seviyeye bağlıdır. Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi zarurîdir. Zira kalbin ilim ve hikmetle dolması, dînin yüksek hakîkatlerine vâkıf olması ve kulun mânen tekâmül edebilmesi, ancak birtakım ameliyeler neticesinde mümkün olabilir. Nitekim insanlığa numûne olarak gönderilen peygamberler de, vahye muhâtap olmadan önce, böyle bir hazırlık döneminden geçirilmişlerdir.
PEYGAMBERLERİN İTİKAFI
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, daha peygamberlikle vazifelendirilmeden önce, Nûr Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda îtikâfa[2] çekilirdi. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, İncil’den ilk ilâhî kelâmı duyuncaya kadar Sair Dağı’nda kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmıştı. Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la mükâlemesinden evvel, Tûr Dağı’nda kırk gün savm-ı visâl (iftarsız oruç) tutmuş, bir nevî riyâzata girmişti. Yûsuf -aleyhisselâm-, Mısır’a sultan olmadan önce, on iki sene zindanda kaldı. Orada çile, riyâzât, mücâhede ve meşakkatin bütün kademelerinden geçirildi. Böylece mübârek kalbi, Allah’tan gayrı bütün sığınak, barınak, dayanak ve alâkalardan tamamen arındı.
Tasavvuftaki, mâsivâdan tevbe, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalben ve rûhen uzaklaşarak “hiçlik” ve “yokluk” hâline erebilmek de, böyle bir hazırlık devresini ifâde eder. Zira her şey, hiçlik ve yokluğa erdikten sonra başlar.
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mîrâc’a çıkmadan önce İnşirah Sûresi’nin sırrına mazhar oldu. Daha evvel iki defa yaşadığı gibi, mübârek sadrı açılıp kalb-i şerîfleri yıkandı, ilim ve hikmet nûruyla dolduruldu. Çünkü O, Mîrac’da acâib ve garâib hâdiselerle karşılaşacak, beşerî kesâfetle görülemeyecek esrâr-ı ilâhîyi ve latîf manzaraları seyredecekti. Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelmiş-geçmiş bütün insanların en temiz kalplisi idi. Bunu en azılı müşrikler bile îtirâf ediyorlardı.
O hâlde, Allâh’ın seçkin kulları olan peygamberler dahî kalp tasfiyesinden geçirilirse, diğer insanların kalbî arınmaya ne kadar muhtaç olduğu daha iyi anlaşılır. Zira gafil bir kalp ile, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşılamaz.
Bu husustaki diğer bir delil de şudur:
Cenâb-ı Hak; “Günahın zâhirîsini de bâtınîsini de terk edin!..” buyurmaktadır. (Bkz. el-En‘âm, 120)
Demek ki insan, zâhirî günahlardan uzak durmak zorunda olduğu gibi bâtınî günahlardan da sakınmak mecburiyetindedir. Hattâ kibir, riyâ, haset, kin, öfke ve cimrilik gibi bâtınî günahlar, daha tehlikelidir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte;
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.” buyrulmuştur. (Müslim, Îmân, 147)
Kalbî hastalıklardan olan kibir, haset, pintilik gibi çirkin huyları kalpten kazıyıp atabilmek de, en az zâhirî günahlardan sakınmak kadar mühimdir.
Esâsen zâhirî günahlar da, bâtınî günahların eseri ve neticesidir. Ayrıca bâtınî günahlar, daha çok işlenmektedir. Zira insanlar ekseriyetle bu nevî günahları hafife almakta ve onlardan kurtulmak ve korunmak için gereken dikkat ve hassâsiyeti göstermemektedirler.
Tasavvufun hedefi de; Kitap, Sünnet, imamların ictihadları ve mürşid-i kâmillerin güzel gördükleri metotlarla dış âlem gibi iç âlemleri de temizlemek, kalbin hâllerini ıslâh ederek îmânın yakînî bir kıvamda, aşk ile yaşanmasına zemin hazırlamaktır.
Bu durumda şunu söyleyebiliriz ki; tasavvuf, İslâmî ilimler bütününün ayrılmaz bir parçasıdır. Bilhassa fıkıh ile tasavvuf, Allâh’ın emir ve nehiylerine -hem zâhiren hem de bâtınen- riâyeti temin etme hususunda, bir bütünün iki yarısı gibidir.
FIKF-I EKBER
Esâsen tasavvuf, fıkıh ve îtikad gibi bütün İslâmî ilimler, başlangıçta aynı muhtevânın farklı yönlerini ifâde ediyordu. Nitekim İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri fıkhı:
“Kişinin dînî bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir.” diye târif eder. İnsanın ebedî saâdet veya felâketinde birinci derecede ehemmiyetli olan, “Rabbini doğru olarak bilmek” yani mârifetullâh’a ererek O’nu kalben tanıyabilmek, bu ilmin en mühim kısmını teşkil ediyordu. Bu sebepledir ki İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin îtikādî meseleler hakkındaki görüşlerinin yer aldığı ve zamanımıza kadar ulaşmış olan metne, “en büyük fıkıh” mânâsında “Fıkh-ı Ekber” denilmiştir.
Başlangıçta durum böyle olduğu hâlde, daha sonraları bu husustaki ilmî faaliyetin genişlemesiyle, fakihler/fıkıh âlimleri; îtikādî, ahlâkî, tasavvufî vs. hükümleri fıkhın dışında bırakarak onu sırf amelî ve kazâî hükümlere hasretmişlerdir. Bugün de fıkıhtan anlaşılan mânâ budur.
FIKH-I BATIN
Tasavvuf da insanın lehinde ve aleyhinde olanları hem zâhir hem de bâtın cephesiyle bilip muktezâsınca yaşamasını telkîn etmektedir. Nasıl ki fıkıh; abdest, tahâret, namaz, oruç gibi amelî meselelerin zâhirî sıhhat şartlarını bildirirse, tasavvuf da bunların kâmil mânâda îfâ edilebilmesi için gerekli olan kalbî kıvâmın kazanılmasını telkîn eder. Bu itibarla tasavvufa, fıkıh ilminin rûhî zemini mânâsında “fıkh-ı bâtın” da denilmiştir.
HEM ZAHİRİ HEM BATINİ İLİMLERİ ÖĞRENEN ALİMLER
Öte yandan;
“Zâhirî ilimleri tahsil etmek, insanı bâtın ilmini tahsil etmekten müstağnî kılamaz. Evvelkilerden ve sonrakilerden pek çok âlim, zâhirî ilimden sonra bâtınî ilmi terbiye ve hizmet yoluyla tahsil etmenin zaruretine inanmış ve bu yolun sâlikleri olmuşlardır.
Meselâ Hanefî imamlarından; İbn-i Hümâm, İbn-i Şelebî, Şürünbülâlî, Hayreddîn er-Remlî, Hamevî ve emsâli…
Şâfiî imamlarından; Sultânu’l-Ulemâ İzz bin Abdüsselâm, İmâm Gazâlî, Tâcüddin Sübkî, İmâm Süyûtî, Şeyhulislâm Kadı Zekeriyyâ, Allâme Şihâb İbn-i Hacer el-Heytemî ve emsâli…
Mâlikî imamlarından; Ebû’l-Hasen eş-Şâzelî, Şeyh Ebû’l-Abbas el-Mürsî, Şeyh İbn-i Atâullah el-İskenderî, Ârif İbn-i Ebî Cemre, Nâsıruddîn el-Lekânî, muhakkik ârif Ahmed Zerrûk ve emsâli…
Hanbelî imamlarından Şeyh Abdülkâdir el-Ciylî, Şeyhulislâm Abdullah el-Ensârî el-Herevî, İbnü’n-Neccâr el-Fütûhî ve emsâli…
(Yine Seyyid Şerif Cürcânî, Molla Câmî, Abdülhakim Siyalkûtî, Abdülganî Nâblüsî, İbn-i Âbidîn, Şihâbüddîn Âlûsî ve Zâhid el-Kevserî gibi meşhur âlimler, Nakşibendiyye yoluna intisâb etmişlerdir.)
Bunun gibi pek çok büyük âlim, zâhirî ilimleri tahsil ettikten sonra bâtınî ilimleri de ehillerinden almışlardır. Sohbet, hizmet, seyr u sülûk yoluyla hüsn-i îtikad, ihlâs, günahları terk ve fazîletlerle ziynetlenmek gibi en faydalı ilimleri tahsil ederek büyük hayırlara nâil olmuşlardır.”[3]
Aynı şekilde Nakşibendiyye silsilesinden Yûsuf Hemedânî, Şâh-ı Nakşibend, Alâüddîn Attâr, Yâkub Çerhî, Derviş Muhammed, İmâm-ı Rabbânî ve Hâlid-i Bağdâdî gibi pek çok zât da zâhirî ilimlerde zirveleşerek icâzet almış âlim zâtlardır.
TASAVVUFİ TERBİYENİN ÖNEMİ
İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:
“Kim fıkıhla (dînî ilimlerle) meşgul olur da, tasavvufî terbiye görmezse fâsık olur. Kim tasavvufla meşgul olur da dînî ilimleri bilmezse zındık olur. Her kim de bu ikisini cem ederse, hakîkate nâil olur.”[4]
İnsanoğlunun âhiret sermâyesi olan amellerinin mânevî keyfiyetini kalbin istikâmeti tâyin ettiğinden; kalbe makbûl ve kâmil bir istikâmet kazandırmayı hedefleyen tasavvufun lüzûmu apaçık ortadadır. Bu bakımdan, yüce dînimizi yalnız kuru bir kâideler manzûmesi olarak görmek ve bu şekilde takdîm etmek arzusunda olan bâzı çevrelerin tasavvufu red yönündeki davranışları, aslâ kabûl edilemez.
Tasavvufu yaşadığını zanneden birtakım câhil, liyâkatsiz veya kötü niyetli kimselerin hâl ve tavırlarına bakarak onun hakîkatini reddetmek, son derece yanlıştır. Hatâ, yanlışlık ve istismarlar, her sahada olduğu gibi dînî ilimlerde de vâkî olabilir. Bunlar, ehli tarafından gâyet kolay bir sûrette ayırt edilir.
Nasıl ki haktan ayrılan bâtıl mezhepler varsa, bunun gibi hakîkî tasavvuftan ayrılan bâtıl yollar da vardır. Gerçek tasavvuf ehlini, bu gibi bâtıl yolların mensuplarıyla karıştırmamak gerekir.
Tasavvufun günümüzdeki lüzum ve ehemmiyetinin diğer bir yönü de, onun, insanları ıslah hususunda takip ettiği metot ve üslûptur.
Zamanımızda insanlar, ekseriyetle dinden uzaklaşmanın ve ağır günahlar irtikâb etmenin rûhî buhrânı içindedirler. Böylelerine bir ıslah ve kurtuluş imkânı sunmanın, onlara kızıp öfkelenmek yerine, af, müsâmaha, merhamet ve şefkat yoluyla daha kolay olduğu, âşikârdır. Zira aklın ve nefsin sultasında bunalan ruhlara, İslâm’ı ilâhî bir tesellî, telâfi ve tedâvi nefhası hâlinde sunmak, onlara bir cankurtaran simidi atabilmek için, günaha duyulan nefreti günahkâra taşırmamak, bilâkis günahkârı, kanadı kırık bir kuş gibi farzederek onlara şefkat ve merhametle yaklaşmak, çok daha faydalı bir irşad metodudur.
Diğer taraftan tarih boyunca tasavvuf, hem iktisâdî ve ictimâî rahatlık zamanlarında, rehâvet, gevşeklik ve azgınlıkları engelleyerek mânevî zindeliği devam ettirmiş; hem de istilâ, işgal ve zulüm dolu zor dönemlerin kargaşa ve bunalımları arasında daralmış olan gönüllere ulvî pencereler açarak nefes aldırmış; yaralı kalplere merhem, yorgun dimağlara tesellî ve susuz ruhlara kevser olmuştur.
GERÇEK HAYAT
Bu da, tamamen nebevî bir tavırdır. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- herhangi bir nîmet veya zafere ulaştığında; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.”[5] buyurarak kalplerin dünyaya meyletmesinin, yahut da gurur ve enâniyete kapılmasının yolunu kapatmışlardır.
Buna mukâbil herhangi bir ezâ, cefâ ve çileyle karşılaştıklarında da yine; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.” buyurmuş, böylece mü’min gönülleri, fânî sıkıntılar sebebiyle ümitsizlik, şikâyet ve aşırı hüzne gark olarak rızâ hâlini zedelemekten sakındırmışlardır. Neticede ümmetine, her hâlükârda huzur, sükûn ve denge içinde kalabilmenin mânevî reçetesini vermişlerdir.
Hakîkaten insan rûhu mâneviyattan uzak kaldığı takdirde, varlıkta da darlıkta da bunalıma sürüklenmekten kurtulamaz. Birinde insanın dizginlenmesi îcâb eder, diğerinde ise tesellîye ihtiyacı olur. Bu sebeple insanın, nebevî terbiye usullerini temel alan tasavvufî telkinlere, hem varlık hem de darlık zamanlarında ihtiyacı vardır.
TASAVVUF NAZARİ DEĞİL TATBİKİ BİR İLİM
Fakat her şeyden evvel şunu ifâde etmek gerekir ki, tasavvuf, nazarî değil, tatbikî bir ilimdir. Yani satırlardan okumakla değil, ancak yaşamakla gerçek mânâda idrâk edilen bir ilimdir. Nitekim Muhammed Pârsâ Hazretleri bu hakîkati şöyle ifâde buyurur:
“Bu Hâcegân tâifesinin sözleri, ezbere aktarılan şeyler değil, bizzat yaşanan hâller ve tadılan zevklerden ibârettir. Bu yüzden basîret ehli, bu sözler için «fıkhullâh-ı ekber (Allâh’ı tanımanın en büyük ilmi) ve bürhân-ı azhar (en açık delil)» demişlerdir. Bu mübârek tâifenin sözlerini tefekkür sâyesinde oluşan yakîn (kesin bilgi), kerâmet görerek oluşan yakînden daha üstündür.”[6]
Yani yaşandıkça idrâk edilebilen tasavvufun, kelimelerin mahdut imkânlarıyla kâmil mânâda îzah edilmesi imkânsızdır. Nitekim Allah dostları da, her kesitinden muhtelif renkte ışıklar yansıyan o tasavvuf kristalinin kendilerine bakan vechesinde müşâhede ettiklerini nazar-ı îtibâra alarak, pek çok tasavvuf târifi yapmışlardır. Bu sebeple tasavvufun, bu târiflerin bütünü olduğunu söylemek daha doğru olur.
Dipnotlar:
[1] Ahmed Zerrûk, Kavâidü’t-Tasavvuf, kâide: 33.
[2] Îtikâf: Erkeklerin cuma namazı kılınan bir mescitte, kadınların da evlerinin uygun bir mahallinde muayyen bir süre kalarak ibadetle meşgul olmaları. Bilhassa Ramazan’ın son on gününde câmiye kapanarak kendini ibadete vermek.
[3] Allâme Muhammed bin Süleyman el-Bağdâdî el-Hâlidî, el-Hadîkatü’n-Nediyye, İstanbul 1403, s. 25-26; Muhammed bin Abdullah el-Hânî, el-Behcetü’s-Seniyye, İstanbul 2002, s. 6; a.mlf., Âdâb, İstanbul 2009, s. 8-9.
[4] Ahmed Zerrûk, Kavâidü’t-Tasavvuf, kâide: 4; Ali el-Kārî, Mirkātü’l-Mefâtîh, Beyrut, 1422, I, 335; a.mlf., Şerhu’ş-Şifâ, Beyrut 1421, II, 510. Krş. Şârânî, et-Tabakātü’l-Kübrâ, Mısır 1315, II, 156.
[5] Buhârî, Rikāk, 1.
[6] Muhammed Pârsâ, Muhammed Bahâüddîn Hazretleri’nin Sohbetleri, (trc. Necdet Tosun), s. 19, Erkam Yayınları, İstanbul 1998.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları