Tasavvuf ve Felsefe İlişkisi
Tasavvuf düşüncesine göre insan nedir? Akıl tek başına her şeyi kavramaya yeterli midir? Tasavvuf ve felsefe ilişkisi.
Fennî ilimler, varlıkları ve hâdiseleri tek tek tahlîl ederek, onların husûsiyetlerini umûmî kâideler hâlinde ifâde etmeye çalışırlar ki, bunlara “tabiat kânunları” denildiği, bilinen bir keyfiyettir. Bütün bu ilimlerin ortaya koyduğu ûmûmî hükümleri bir kere daha birleştirmeye yahut daha ûmûmî kâideler hâlinde ortaya koymaya çalışan beşerî ilim ve tefekkür ise “felsefe sahasını” teşkîl eder.
Bu bakımdan, ilimlerin ilmi olarak kabul edilen felsefenin, hakîkate ulaşma maksadıyla başvurduğu yegâne vâsıta “akıl”dır. Her felsefî ekolde akıl, felsefenin bir şûbesi olan “rasyonalizm”deki kadar -âdetâ- ilâh mevkiine yükseltilmezse de, yine de filozofların hakîkat arayışında dayandıkları tek vâsıta olarak kabul edilmiştir.
İslâm, aklı, mükellefiyetin asgarî şartlarından biri sayar. Bununla birlikte onun gerçeklere ulaşmak husûsunda kifâyetsizliğini kabul ettiğinden, “aklî” sayılan felsefeye nazaran aynı zamanda “nakli” de esas alır. İslâm’da ulvî bir anlayış ve mükemmellik arayışı demek olan “tasavvuf” da, birtakım metafizik gerçekler peşinde koşmuş olmasına rağmen, onun “keşif” hudûduna kadar dayanan fikrî faâliyeti, nassa bağlı olarak gerçekleşmektedir. Yâni temel tasavvufî düşüncelerin birer şer’î mesnede bağlı olmaları, bu fikrî faâliyetin de naklî olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Akıl, nassın hikmetine vukûf için kullanılmakla berâber, onun müstakillen faâliyeti, İslâmî ahkâmın tespitinde câiz görülmez. Bundan dolayıdır ki, İslâm’da aklın kâmil bir fayda sağlayabilmesi için, vahiyle terbiye edilmesi ve salâhiyetinin bu sûretle sınırlandırılması gerekir. Böylece yürünen yol, keşif sınırında tükenip de kalbî faâliyetlere bağlı olarak ulaşılan gerçeklerin câiz görülmesi veya benimsenmesi, umûmun kabulünü gerekli kılmaz. Bu gerçeği ifâde için:
“Keşif ehlinin keşfi, ancak kendisine delildir; başkasına değil.” denilmiştir.
Bununla berâber aklın tâkat ve salâhiyetinin tükendiği noktada, hakîkatin de nihâyete ereceği iddiâ edilemeyeceğine göre, bu noktadan itibâren sonsuza doğru teselsül edip giden gerçeklere ulaşma temâyülü bertaraf edilemez. Çünkü bu fıtrîdir. Bundan dolayı gerek dînde ve gerekse dîn dışı tefekkürlerde, gerçeklerin bu kısmına lâ-kayd kalınmamıştır. Metafizik (fizikötesi) meselelere âit felsefî düşüncelerin muazzam bir külliyat teşkîl ettiği herkesçe mâlumdur. Ancak, filozoflar sırf aklı kullandığı için tenâkuzlardan kurtulamamış ve ortaya çıkan her filozof, kendinden öncekileri red ve tenkidle işe başlamıştır. Bunda benlik duygusunun ve nefsânî iddiâların ön planda tutulmasının rolü varsa da, asıl sebep, aklın tenâkuzlardan sâlim olamama özelliğidir.
KULUN ULAŞABİLECEĞİ EN YÜKSEK SEVİYE
Hakîkaten akıl, bir bıçak gibidir. İnsana terör de yaptırır, sâlih ameller de işletir. “Ahsen-i takvîm”e (kulun ulaşabileceği en yüksek seviyeye) aklın yardımı olmaksızın gidilemez. Fakat insanı çoğu kez “bel hüm edall”e, yani idrâk bakımından hayvandan da aşağı bir seviyeye götüren de akıldır. O hâlde aklın bir disiplin altına alınması îcâb eder. O disiplin de vahiy terbiyesidir. Eğer akıl, vahyin kontrolünde ise, insanı selâmete götürür. Fakat, vahyin dışına çıkartılırsa, insanı felâkete götürür. Onun için aklın rızâ-yı ilâhî yönünde istikâmetlenmesi lâzımdır.
Tarih boyunca aklın zirvesindeki birçok zâlim, yaptıklarından en ufak bir vicdan azabı bile duymamıştır. Çünkü yaptıkları zulümler kendilerine göre en akıllıca hareketlerdi. Bağdat’a girip Dicle’nin sularında 400 bin mâsum insanı boğan Hülâgu hiçbir vicdan azâbı duymamıştı. Veya İslâm’dan önce Mekke devrinde bir efendi kölesini boğazlasa aslâ vicdânı sızlamaz, en ufak bir pişmanlık hissi duymazdı. Bir köle veya bir odunu kesmek onların akıl nazarında aynı idi. Hattâ bunu tabiî ve meşrû hakları olarak görürlerdi.
İşte bu insanlarda da akıl vardı, fakat vahyin terbiyesi altında olmadığı için, insanı idlâl ediyor, sayısız cinâyetlere sevk ediyor ve bunu da normal gösteriyordu. Böyle bir akıl, vicdanları köreltmiş; şefkat, merhamet ve acıma hislerinin önüne perde olmuştu.
Felsefe erbâbı, her şeyi akılla izâha kalkıştığı için, ne kendilerini ne de toplumları irşâd edebilmişlerdir. Zâten akıl bütün işi görebilecek kudrette olsaydı; hidâyet rehberi peygamberlere ihtiyaç olmazdı. Bu bakımdan, akıl, vahyin kılavuzluğuna muhtaçtır.
Bu gerçeği fark eden bâzı filozoflar, aklın bu âcizliğini îtiraf ederek, hakîkati araştırma konusunda başka vâsıtalar aramaya koyulmuşlardır. Böyle filozoflardan biri olan Fransız filozof Henry Bergson (d.1859, ö.1941), “Entuisyon” denilen “hads”, yâni sezgiyi hakîkate ulaşmanın vâsıtalarından biri olarak kabul etmiştir. Bu kelime, eskilerin “sünûhât-ı kalbiyye” dedikleri, mükâşefe ehlinin kalbî faâliyetinin adıdır.
Bergson, birtakım rûhî temrinlerle (tasavvufta zikir vs.) kalben arınan dindarların vâsıl oldukları mânevî bir mertebede içlerine doğan gerçeklere, fizîkî hakîkatlerdeki gibi laboratuvar tecrübeleriyle kontrol edilemedikleri gerekçesiyle itirazın yersiz ve mantıksız olduğunu ileri sürmüştür. Tasavvufî tecrübelerde olduğu gibi bütün mücerred gerçeklerin laboratuvar tecrübesine mevzû olmadığını belirtmiştir. Bu da, felsefenin pek az bir kısmının dîne ve netîce itibâriyle de tasavvufa yatkın bir mâhiyet arz ettiğini göstermektedir. Kâhir ekseriyetiyle filozoflar, hakîkate ulaşmak için akıldan başka bir vâsıta kabul etmemekte ve birbirlerini nakzetmekle vakit geçirmiş bulunmaktadırlar. Buna mukâbil enbiyâ ve onların vârisi mevkiindeki evliyâ, hep aynı kaynaktan, yâni vahiy ve ilham yoluyla feyizlendikleri için birbirlerini te’yîd edegelmişlerdir.
AKIL TEK BAŞINA YETERLİ Mİ?
Büyük İslâm mütefekkiri İmâm Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Felsefe mevzuundaki idrâk, tedkîk ve tenkid safhalarından sonra bu husustaki yoğun mesâimi sona erdirince maksadım itibâriyle bu ilmin de yetersiz olduğunu, aklın tek başına her şeyi kavramaya elverişli olmadığını, onun her meselenin üzerindeki perdeyi kaldıramayacağını anladım.”
Gazâlî Hazretleri’nin akıl ve mârifet sahaları arasındaki hâlini, Necip Fâzıl Kısakürek bir eserinde şöyle anlatır:
“«İslâm’ın hücceti» diye anılan büyük tefekkür adamı... O; ilmî, fikrî bütün kafa ve idrâk işlerini bir tarafa bırakıp gerçek mârifet istikâmetine yöneleceği zaman şöyle dedi:
«–Gördüm ki, her şey Peygamberler Peygamberi’nin ruh feyzine sığınmaktan ibâret ve gerisi sâdece yalan ve dolan, vehim ve hayal!.. Akıl ise bir hiç... Sâdece hudut!»
Ve cihânın bir eşini görmediği bu mutantan kafa, bütün istifhamlarını söndürüp, Peygamberler Peygamberi‘nin rûh feyzine sığındı, hudutsuzu buldu.” (Velîler Ordusundan, s. 213)
Hakîkaten mahdud bir akıl ile belli bir noktaya kadar gidilebilir. Fakat bütün hakîkat, bu sınırların muhtevâsından mı ibârettir!? Onun ötesinde hiç mi hakîkat yoktur? İşte bu gibi suâllerin tatmin edici cevâbını, felsefe gibi madde üstü bir tefekkür olan, fakat vahyin menbaından beslendiği için ondan tamâmen ayrılan tasavvufun gönül dünyâsında bulmak mümkündür.
İnsanı yaratan ve onun husûsiyetlerini en iyi bilen, Allah Teâlâ’dır. Bu sebeple hakîkat yolunda aklın, ilâhî tebliğin ışığında yürümeye mutlak bir sûrette ihtiyacı vardır. Aklın varabileceği son noktadan daha ötelerde ise kalb ve keşif yolunun devreye girmesi zarûrîdir. Kalbî hayat ve onun mânevî duyuş ve hissedişleri olmaksızın sırf akılla sonsuz hakîkatler âlemine geçilemez.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları