Tasavvuf ve Güzel Sanatlar İlişkisi

 Tasavvuf ve müzik, tasavvuf ve mimarlık, tasavvuf ve hüsn-i hat arasındaki ilişki nedir? Tasavvuf ve güzel sanatlar ilişkisi.

Sanat, kalbî derinlik ve duyuşların eşyâya aksetmesi ve müşahhas hâle gelmesidir. Hangi sahada olursa olsun bütün sanatlar, temelde insan rûhundaki tefekkür ve tahassüsün bir nevî tezâhüründen ibârettir. Sanatta incelik ve zarâfet, rûhî derinlikle paralel bir seyir tâkib eder.

Temel harcı tasavvufla yoğrulan, yâni kalbî rikkat, hassâsiyet ve derinlik iklîminde icrâ edilen sanatlar, tarihimizde görüldüğü üzere medeniyetlerin inşâsına âmil olmuştur. Hakîkaten, medeniyette zirveleşen milletler, yalnız siyaset, ekonomi ve askerlik gibi sahalarda değil, ilim ve sanatta da mümtaz bir mevkîye ulaşmışlardır. Târihimiz, bu inkişâfın zenginlikleriyle doludur. Güzel sanatların pek çok sahasında tezâhür eden tasavvufî motiflerin tamamını ifâdeye ne gücümüz ve ne de imkânımız olduğundan, burada sâdece bâzı sahalarda tasavvuf tesiriyle meydana gelen gelişmelere kısaca temâs ile iktifâ edeceğiz.

1. Mûsikî ve Tasavvuf

İslâm, insan tabiatında mevcud olan özellikleri reddetmeyip, onları mükemmel bir sûrette nizamlayan yüce bir dîndir. Pek çok bediî sanat gibi mûsikî de insanoğlundaki fıtrî husûsiyetlerin tezâhür şekillerinden biridir. Tabiatiyle onun da diğer husûsiyetler gibi ne tamâmen reddi ne de olduğu gibi kabulü mümkündür.

Mutasavvıflar, mûsikînin insan üzerindeki inkâr edilemez tesirini, İslâmî âdâb ve erkân dâhilinde, hayra hizmet etmek üzere kullanmışlardır. Mûsikîye, ulvî bir hedef tâyin ederek, nefse değil, rûha gıdâ olabilecek bir muhtevâ ve vasıf kazandırmışlardır. Bu vasfa uygun olanları da tasvîb ve teşvîk etmiş, uygun olmayanları ise reddetmişlerdir.

Hakîkaten, hayra istikâmetlendirildiği zaman mûsikî, kâh âhenkli sesler ile kâh onunla birlikte söylenen gazel, kasîde, ilâhî gibi manzûmeler yardımıyla rûhî coşkunluğu artırmak ve ulviyyât ile telezzüz netîcesinde de ferdleri rûhen yüceltmekte müstesnâ bir rol oynar. Dinleyenin ibâdet ve tâate rağbetini artıran, ona Allâh’ı hatırlatan, insanı günahlardan sakınmaya sevk eden, kalbe saf duygular ve feyizler bahşeden mûsikî hâlindeki beste ve nağmeleri, vakit ve makâmın gereğine de riâyet şartıyla dinlemek elbette faydasız değildir. Bu bakımdan uzun asırlar boyunca mutasavvıf zümreler diğer vâsıtalar meyânında, bu sanat dalından da istifâde etmişler ve böylece mûsikînin “tasavvuf mûsikîsi” adıyla bilinen bir şûbesinin ortaya çıkışına âmil olmuşlardır.

Bu bahiste mûsikînin mânevî bir terbiye vâsıtası olarak kullanılmasına tamâmen karşı olanlar bulunduğu gibi, bunun tahditli bir sûretle kullanılabileceğini ileri sürenler de mevcuttur. İkinci görüşü savunanlar, telli mûsikî vâsıtalarını reddederken, darbeyle âhenkli ses çıkartanlarını tecvîz etmişlerdir. Bunun cevâzını da, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in harplerde askerlerin kahramanlık duygularını coşturarak onları cesaretlendirmek için yaptırmış olduğu benzer tatbikâtından çıkarmışlardır.

Bu husustaki münâkaşalardan ictinâb ederek, güzel ve âhenkli sese, şer’î ölçüler dâhilinde izin verildiğini ve hattâ bunun güzel görüldüğünü söylemekle iktifâ edelim. Güzel sesli müezzinlerin, cemaatin câmiye daha çok rağbetine vesîle olduğu herkesçe mâlumdur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ezân okutmaktaki tercihi de bu hususta pek mânidardır. Mescide dâvet şeklinin ne olacağı yönündeki istişârelerin sürdüğü günlerde, sâdık rüya yoluyla müjdelenen ezânı öğrenerek ümmet-i Muhammed’e ilk olarak haber verme şerefi Abdullâh bin Zeyd ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya nasîb olmuştu. Hâl böyleyken Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ezânı onlara değil de Bilâl -radıyallâhu anh-’a okutarak aynı zamanda bizlere bir ölçü sergilemiştir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in meşhur müezzini Bilâl-i Habeşî’nin hayâtı boyunca bu vazîfeyi îfâ etmesinin, sesinin gür ve güzel olmasından neş’et etmiş bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.

Tabiatiyle, başka vâsıtalar gibi mûsikînin de sâdece hayra elverişli olduğunu söylemek mümkün değildir. Bilhassa zamânımızda daha ziyâde nefsânî arzuların tahrîki için kullanılmış olmasından hareketle, onun tamâmını reddetmenin doğru olmadığı da bir gerçektir.

Nitekim Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’un müridlerinden biri olan Hoca Misâfir şöyle der:

“–Hoca Bahâeddîn Hazretleri’nin hizmetindeydim ve mûsikîye düşkündüm. Birgün müridlerden birkaçıyla bir araya gelerek birtakım mûsikî âletleri bulup Hoca Hazretleri’nin meclislerinde mûsikî icrâ etmeyi ve böylelikle onun bu mevzudaki fikirlerini öğrenmeyi düşündük ve öyle de yaptık. Hoca Hazretleri ise bize engel olmadılar ve şöyle buyurdular:

«Biz bu işi yapmayız; ama inkâr da etmeyiz!»”

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-’un bu sözü, nefsâniyete dönüşmesi mümkün ve muhtemel olan bu sahada ihtiyatlı olmanın zarûretine işâret etmektedir. Nitekim günümüzde, bu dengeyi koruyamayan kimi çevrelerin, tasavvufun özünden uzaklaşarak işi sadece mûsikîden ibâret gördükleri müşâhede edilmekte olduğundan, bu konudaki hassâsiyetin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

2. Mîmârî ve Tasavvuf

Güzel sanatlar içinde en çok tebârüz eden sahalardan biri de şüphesiz ki mîmârîdir. Mîmârî, hesap (matematik) ve hendese (geometri)nin, kalbî duyuşlarla tâyin edilen yüksek bir zevke âmâde kılınmasıdır. Diğer bir ifâdeyle zihnî ve rûhî istîdatların müşterek olarak taş ve tahta gibi maddelerde tecessüm ettirilmesidir.

Tasavvufun, mîmârîye pek çok değerler kazandırdığı mâlumdur. Meselâ İslâm tasavvufunun derinliği ile Süleymâniye Câmii ve külliyesi tahlîl edildiğinde, oraya İslâm rûhunun aksetmiş olduğu, göz alıcı bir ihtişamla rûhâniyetin mezcedildiği ve bâzı tasavvufî motiflerin burada mâhirâne bir üslûpla sembolize edildiği net bir sûrette görülebilir. Meselâ; merkezî kubbe ile etrafına öyle mükemmel bir şekil verilmiştir ki, binâ, zeminden itibaren tedrîcen yükselmekte ve nihâyet o muazzam “Vâhid”e kapanmaktadır. Merkezî kubbenin yarım ve diğer kubbelerle uyumu ise, tasavvuftaki:

“Vahdette kesret, kesrette vahdet” sırrının muhteşem bir tezâhürüdür.

Gerçekten de Süleymâniye, birçok teferruattan muazzam bir “Vâhid”e, yâni tek olan Allâh’a varış, sonra da o Vâhid’den tekrar teferruata (kesrete) dönüşü sembolize eden müstesnâ güzellikte bir mânâ ve zarâfet zinciridir.

Ayrıca büyük kubbe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i remzetmektedir. Zîrâ kubbe, câmî-i şerîfte tilâvet olunan Kur’ân-ı Kerîm, yapılan duâ vesâireyi mü’minlere aksettirme vazîfesiyle, tıpkı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Yüce Mevlâ’dan aldığı emirleri ümmetine teblîğ edişini temsîl etmektedir.

İnsanüstü bir gayret ve titizliğin dehâ ile buluştuğu bu eşsiz âbidede, sükûnet ve asâlet, mükemmel bir sûrette mezcolmuş, son derece âhenkli bir silüet ortaya çıkmıştır. Semâya doğru yükselen minâreleriyle câmî-i şerîf, âdetâ ellerini kaldırmış, Allâh’a duâ ve niyaz hâlindedir.

Câminin içindeki havanın insan hâlet-i rûhiyesinde icrâ ettiği tesir de çok bârizdir. Bu âbidevî mâbedi ziyârete gelen farklı dinlere mensup pek çok insan dahî, karşılaştıkları rûhânî havanın câzibesine râm olup huzûr ve sükûn içinde rûhlarını dinlendirmektedirler.

Rivâyete göre, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rüyâ âleminde alınan emirle te’yîd edilerek yapımına başlanan bu muazzam mâbed ve benzeri diğer bâzı mâbedler, mîmârî bakımdan kıyâmete kadar ayakta kalması niyetiyle, imkânlar nisbetinde sağlam ve muhkem bir sûrette inşâ edilmiştir.

Diğer taraftan tasavvufun müesseseleri demek olan dergâhlar, tekkeler, zâviyeler, âsitâneler, imârethâneler, İslâm beldelerinin manzarasına farklı bir görünüş ve mânâ katmışlardır. Bunlar gibi irili ufaklı pek çok eser, ekseriyetle fânîlik, sâdelik, hîçlik ve tevâzû hislerinin aksettiği, fazla gösterişli olmayan ve tasavvufî âdâb ve erkânın icrâ edilmesine kâfî gelecek mekânlar sûretinde îmâr edilmiştir. Bu eserler de maddeye sindirilmiş mânâ ve rûhâniyet tezâhürleriyle doludur.

3. Hat Sanatı ve Tasavvuf

Hüsn-i hat, Kur’ân-ı Kerîm harflerini estetik ölçülerine bağlı kalarak en güzel bir şekilde ve sanatlı olarak yazmak demektir. Yâni hüsn-i hat, Kur’ân-ı Kerîm’i ona lâyık bir güzellikle yazma gayret ve rikkatinden doğmuş müstesnâ bir sanattır.

Târih boyunca tekke ve dergâhların, hat sanatının gelişmesinde de mühim bir rolü olmuştur. Hat sanatı, tasavvufî muhitlerden dâimâ teşvîk ve himâye görmüş, pek çok hüsn-i hat üstâdının yetiştiği ve talebelerini yetiştirdiği bir eğitim yuvası olmuştur. Çünkü hattın, müzeyyen bir nakış gibi rûhu okşayan kavislerle, tabiî ve fıtrî bir akışla yazılabilmesi; arınmış, duru bir kalbe sâhib olmayı gerektirir. Ayrıca hat sanatında kemâle erebilmek, büyük sabır ve teslîmiyet isteyen çileli bir iştir. Örnek alınacak kâmil bir üstâda ihtiyaç vardır. İşte bütün bu husûsiyetleri itibâriyle hat sanatı, tasavvufla müştereklik arz eder.

Meselâ kaba ve asabî bir insan, bir karalama yapsa, o karalama, testere dişlerini andırır. Sert köşeli ve kırık çizgiler hâlinde görülür. Çünkü rûh muzdariptir. Tasavvufun gâyesi de nefisleri ıslâh etmek ve rûhu nefsin tasallutundan kurtararak ona incelik, hassâsiyet ve huzûr kazandırmaktır. İşte hattatların rûh âlemi de bu huzur, sükûn ve hassâsiyete muhtaçtır. Çünkü hüsn-i hat, sadece yazı yazmak sanatı değil, aynı zamanda rûhları inceltip zarifleştiren ve gönlü mânevî duygularla besleyen bir disiplindir.

Gerçekten de rûhî takviye, sanatta dâimâ büyük dehâların yetişmesine zemin hazırlamıştır. Hat sanatının numûne üstadları olan Şeyh Hamdullâh, Karahisârî, Yesârîzâde, Mustafa Râkım ve daha niceleri, tasavvufî muhitlerin rûh terbiyesiyle olgunlaşarak yetişmiş şahsiyetlerdir.

Tasavvufî neşveyle yoğrulmuş sanatkârların rûhî derinlik ve fedâkârlığını gösteren şu misâl ne ibretlidir:

Süleymâniye Câmii’nin kubbe hatlarını yazma vazîfesi Hattat Karahisârî’ye verilmişti. Karahisârî, hatları, câminin ihtişâmına yakışır bir şekilde tamamlamak için olağanüstü bir gayretle çalışmaya koyuldu. Öyle ki son çizginin son tashîhini bitirdiği an, gözlerinin feri de tükendi ve dünyâyı seyir penceresi kapandı.

Câminin inşâsı tamamlanıp da ibâdete açılacağı zaman Kânûnî Sultan Süleyman Han:

“–Câmî-i şerîfi ibâdete açma şerefi, onu böylesine muazzam ve muhteşem bir şekilde binâ ve inşâ eyleyen mîmârbaşımız Sinan’a âittir.” dedi.

Sanatına önce tevâzûyu öğrenmekle başlamış olan Mîmar Sinan ise, zâhirdeki emsâlsizliğini, kalbî olgunlukta da göstererek o an hattat Karahisârî’nin fedâkârlığını düşündü ve Sultân’ın sözlerine edeple şu mukâbelede bulundu:

“–Hünkârım! Hattat Karahisârî bu câmî-i şerîfi hatlarıyla tezyîn ederken gözlerini fedâ etti. Bu şerefi ona bahşediniz!..”

Bunun üzerine Kânûnî, orada bulunanların gözyaşları arasında, câmî-i şerîfi hattat Karahisârî’nin açmasını fermân eyledi.

Hat sanatının gelişmesi ve devâmı da, kendi kâideleriyle birlikte riâyet edilen mânevî ölçüler sâyesinde olmuştur. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm ve Hilye-i Şerîfe yazmak bir zirve kabul edilmiştir. Gelenek olarak da ancak hüsn-i hattın zirvesine çıkabilen hattatlar, Kur’ân-ı Kerîm ve Hilye-i Şerîfe yazmışlardır. Böylece bu kıymetli eserler, rûhları ve gönülleri okşayan müthiş câzibeleriyle âdetâ «Oku!» emrine aşk ve şevk ile icâbetin vesîlesi olmuşlardır.

Böyle ihlâs dolu bir anlayış ile hizmetin bereketi olan bu sanat, asırlar boyunca ücretsiz olarak tâliplerine öğretilmiştir. Araya maddiyat sokulmamış ve her hattat, bu yoldaki tâlim hizmetini, sanatının zekâtı bilmiştir.

ALLAH GÜZELDİR GÜZELİ SEVER

Velhâsıl;

“...Allâh güzeldir, güzeli sever...” (Müslim, Îmân, 147) hadîs-i şerîfinin muktezâsından hisse alan bir mü’minin, güzelliğe alâka duymaması düşünülemez.

Bu mânâ çerçevesinde, insanın derûnî güzelliklerini -gurur ve kibre düşmemek ve dînin özüne mutâbık kalmak kaydıyla- estetik değerler seviyesinde ifâde etmesi gâyet tabiî bir harekettir. Bu itibarla hangi sahada olursa olsun İslâmî âdâba uygun bütün sanatlar, tasavvufî muhitlerden dâimâ teşvîk ve himâye görmüştür. Tefekkür ve gönül dünyâsının derinliklerinde tasavvufla buluşan pek çok güzel sanat da, motiflerine taşıdığı bâzı tasavvufî değerler sâyesinde, daha yüksek bir estetik zevkine ve muhtevâ zenginliğine ulaşmıştır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

TASAVVUF VE İSLAMİ İLİMLER

Tasavvuf ve İslami İlimler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.