Tasavvuf ve İslami İlimler

Tasavvuf

Tasavvufun İslâmî ilimler içerisindeki yeri nedir? Tasavvuf ve diğer İslâmî ilimler.

Dînin gâyesi, insana Yaratıcı’sını tanıtmak, O’na karşı vazîfe ve mükellefiyetlerini bildirmek, beşerî münâsebetleri murâd-ı ilâhî istikâmetinde adâlet, hakkâniyet, sulh ve sükûn üzere tesis etmektir. İslâm tasavvufunun hedefi de mü’mini, bütün bu hususları gerçekleştirebilecek kalbî keyfiyete ve mânevî kıvama ulaştırmaktır. Dînin zâhirî ahkâmına mânevî bir zemin teşkîl ederek, o ahkâmın îcâbı olan amelleri bu mânevî muhtevâya riâyetle kâmil bir sûrette îfâ etmeyi sağlamaktır. Bu itibarla tasavvufun diğer İslâmî ilimlerle içiçe bir husûsiyet arz etmesi tabiîdir. Bu gerçeği daha açık bir sûrette görebilmek için, bu ilimler arasındaki münâsebetlere kısaca temas etmek faydalı olacaktır.

TASAVVUF VE KELAM İLİŞKİSİ

Kelâm ilmi, mevzû olarak öncelikle Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarından, vahdâniyetinden bahseder. Akâide taalluk ettiği için İslâmî ilimlerin en önemlisi (eşref-i ulûm) olarak kabul edilir. Kelâm ilminin bir gâyesi, hakkı ispat ve bâtılı reddetmektir. Bu vesîleyle İslâm’a yöneltilen tenkit ve itirazları cevaplandırmak ve İslâm’ın hak din olduğuna insanları iknâ etmek de onun gâyelerinden biridir.

Tasavvufun hedefi ise, kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve müteâl olan Allâh’ı kalben de tanıyabilmek, yâni mârifetullâhtır.

Kelâm ilmi, akâid ile ilgili müşkilleri, kitap ve sünneti esas alarak akıl aracılığıyla çözmeye çalışır. Bu bakımdan kelâm âlimleri her ne kadar filozoflara benzerlerse de, aklı “nass”tan bağımsız düşünmediklerinden, onu meşrûiyyet çerçevesi içinde kullanırlar. Ancak sebepler âleminde eserden müessire doğru bir idrâk çizgisinde ilerleyen akıl, kişiyi gerçeğe ulaştırmada tek başına yeterli değildir. Kalbî görüş ve duyuşlara da zarûret derecesinde ihtiyaç vardır.

İşte tasavvuf, aklın kâfî gelmediği meselelerde, kalbi devreye sokarak teslîmiyetle yola devâm eder. Bu tür meseleleri, Kur’ân ve sünnete mutâbık keşf ve ilham gibi kalbdeki tecellîlerle vuzûha kavuşturur. Bu sûretle ferdi, nihâî bir tatmine ulaştırır.

Kalbî faâliyete olan ihtiyaç, kelâm âlimlerince de kabul edilen bir keyfiyettir. Bu bakımdan yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi kelâm âlimlerini ekseriyetle aklı esas alan filozoflar gibi telâkkî etmek doğru değildir. Esâsen onlar arasında tasavvufî görüşleri fiilen veya fikren tecvîz edip icrâ eyleyen pek çok kimsenin mevcûdiyeti de tarihî bir gerçektir.

Diğer taraftan akıl ve muhâkeme denilen zihnî faâliyet, maddî âlemden alınmış olan intibâları kullanır. Benzerlikler veya zıtlıklar sâyesinde gerçeğe ulaşmaya çalışır. Hâlbuki böyle intibâlara sâhib olunamayan metafizik varlıklara ve onların hakîkatine akılla varmak mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki akıl, insanın hakîkate ulaşma meylini belli bir ölçüde tatmîn edebilir. Bu tatminkârlığın kemâli için aklın tükendiği noktalardan öteye bir tahassüs merkezi olan kalbdeki ilham ve sünûhat (içe doğma) ile ulaşılabilir. İşte tasavvuf, insana aklın tükendiği noktalarda duraksamayıp daha ilerilere vâsıl olma imkânını kazandırır. Bunu, zikrullâh sâyesinde kalbi ilhâma müsâit bir zemin hâline getirmekle sağlar. Bu sebepledir ki tasavvuf, kelâm ilminin -başta Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfatları olmak üzere- mevzû edindiği bütün sahalarda aklın kullanılmasındaki kifâyetsizliği izâle ederek, bu ilmî faâliyeti insanı tatmîn edecek bir olgunluğa ulaştırır.

***

Tasavvuf, kelâm ilminin umûma yönelik ortaya koyduğu hakîkatleri, -her ferdin istîdâdı farklı olduğundan- en istîdatlı birinin bile tatmîn olacağı seviyeye getirir. Ferdin inancını sağlamlaştırarak Allâh’ın varlığı ve birliği hususunda onu yakînî bir bilgiye kavuşturur.

Bu gerçeği kelâmcı bir müfessir olarak şöhret bulmuş olan Fahreddin Râzî şöyle dile getirir:

“Kelâmcıların metodları hakîkate ermek için her ne kadar kifâyetsiz ise de, tasavvufa geçmek için aşılması gereken son derece mühim bir ilk adımdır. Kâmil derece, insanın zâhire dayanan şeriat ilimlerinden, hâdiselerin hakîkatlerini bilmeye dayanan bâtınî ilimlere geçmesiyle elde edilir.”[1]

TASAVVUF VE TEFSİR İLİŞKİSİ

Tefsir ilmi, beşeriyete hidâyet rehberi olarak takdim edilen Kur’ân-ı Kerîm’in engin mânâlarını ortaya çıkarıp îzah etmeyi mevzû edinen bir ilimdir. Bu yönüyle tefsir, insanın iç âlemini temizleyip kemâle erdirmeyi hedefleyen tasavvufa, istediği ilaç ve reçeteleri sunan bir eczane vazîfesi görür. Çünkü tasavvuf ilmi, ele aldığı mevzûları işlerken ve kendine has usulleri belirlerken temel kaynak olarak Kur’ân-ı Kerîm’i esas almıştır.

Kur’ân-ı Kerîm, hayatın her alanında Allâh’a karşı mes’ûliyet duygusu içinde davranmayı, ibâdetleri huşû ile edâ etmeyi, Allâh’ı çok çok zikredip devamlı ilâhî murâkabe altında bulunmayı emrederek kulun rızâ-yı ilâhîye vâsıl olmasını ister. Bütün bu hususlar ehl-i tasavvufun üzerinde hassâsiyetle durduğu önemli konulardır.

Allâh’a kalben vâsıl olmayı temel gâye edinen tasavvuf ehli, O’na ulaştıracak yegâne yol olarak Kur’ân-ı Kerîm’i görmüşler ve onu hayatlarının mihveri yapmışlardır. Üzerinde derin derin tedebbür ve tefekkür edilmesi emredilen Kur’ân âyetlerini, seher vakitlerinin virdleri hâline getirmişlerdir. Onun ince mânâlarını kavrayabilmek için, kalblerini sâfiyete erdirmelerinin zarûretine inanmışlardır.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ahlâkı Kur’ân-ı Kerîm’den ibâret olduğu için, ahlâken tekâmül etmeyi hedefleyen ehlullâh, bütün amel ve davranışlarını ilâhî kelâmın muhtevâsına göre tanzîm etmeye gayret göstermişler, canlı bir Kur’ân olmanın cehd ve çabası içinde bulunmuşlardır.

***

Tasavvuf ehlinin başlıca feyiz ve ilham kaynağı Kur’ân-ı Kerîm olması sebebiyle mutasavvıflar, tefsir ilmine de büyük hizmette bulunmuşlardır. Âyetlerin işârî mânâlarını da ortaya çıkararak bu ilmin zenginleştirilmesine yardımcı olmuşlardır. Denilebilir ki bu bakış açısıyla tasavvuf büyükleri, Kur’ân’ın tefsîrinde onun kelimelerindeki engin deryâya dalarak nice hikmetler elde etmeye gayret etmişler ve bunun ehemmiyeti üzerinde durmuşlardır. Bu meyanda ilâhî kelâmın muhtevâsını beşer kelimelerindeki darlığa hapsetmek doğru değildir. Ancak bu faaliyetin de sistemsiz ve kâidesiz olduğu zannedilmemelidir. İşârî mânâ verirken şu üç hususa riâyet edilmiştir:

1. İşârî mânânın zâhirî mânâ ile tezat teşkil etmemesi,

2. Verilen mânânın Kitap ve Sünnetin muhtevası içinde olması,

3. İşârî mânâ için lafızların, siyâk ve sibâkının uygun olması.

Kur’ân-ı Kerîm’i işârî tarzda tefsîr eden eserlere misâl olmak üzere Ebû Abdurrahman Sülemî’nin Hakâiku’t-Tefsîr’i, Kuşeyrî’nin Letâifu’l-İşârât’ı ve Bursalı İsmâil Hakkı’nın Rûhu’l-Beyân adlı tefsirleri zikredilebilir. Bunların yanında Mevlânâ ve İbn-i Arabî gibi mutasavvıfların eserleri de pek çok âyet-i kerîmenin işârî tefsirleriyle zenginleşmiştir.

Şu bir hakîkattir ki, Cenâb-ı Hakk’ın “kelâm” sıfatının tecellîsi olan Kur’ân-ı Kerîm’e hangi cihetten mânâ verilirse verilsin, onun ifâde ettiği mânâların tümüyle kelâma intikâli mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarını hakkıyla kavramak muhâl olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i de bütün mâhiyetiyle kavramak öylece muhâldir. Ondan anladıklarımız, ancak deryâdan bir katre mesâbesindedir. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği ne güzel dile getirir:

“Şâyet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılarak (mürekkep olsa) Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allâh mutlak gâlip ve hikmet sahibidir.” (Lokman, 27)

Cenâb-ı Hak, kendi kelimelerinin muhtevâsını, bir bakıma beşerî kelimelerin muhtevâsının üzerine çıkarmakta ve onların sonsuzluğunu ifâde ederek âdetâ daha derin nasipler ve hisseler alınmasını murâd etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in bu husûsiyetini, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

Kur’ân’ın her an ortaya çıkan bediî (daha önce keşfedilmemiş) mânâları tükenmez (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14) sözleri ile ifâde etmiştir.

Hazret-i Mevlânâ da bu hususta:

“Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtivâ ettiği bütün sırları ifâde etmeye ise sâhilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar da kalem olsa yine de kifâyet etmez.” der.

Yukarıda geçen âyet ve hadisteki ifâdeler, Kur’ân-ı Kerîm’in kâinattaki bütün hakîkatlerin kâmil bir manzûmesi olduğunu ve bütün gerçeklerin onda birer nüve hâlinde bulunduğunu gösterir. Zîrâ bu tür bilgi ve gerçeklerin Kur’ân-ı Kerîm’deki mevcûdiyeti, sarâhat cihetiyle olsaydı, onun sonsuz bir hacme ulaşması gerekirdi. Bu bakımdan bazı gerçekler sarâhaten, fakat pek çoğu da delâlet cihetiyle yer alır. Bu nevî sırrî gerçekleri bulup ortaya çıkarmak, ancak ilimde rusûh sahibi olmakla, yâni incelikleri kavramaya istîdatlı bir akl-ı selîm ve kalb gözüyle mümkündür.

Bu gâyeye dayalı olarak tefsir usûlüne dâir kitaplarda müfessirlerin bilmesi gereken ilimler sayılırken, Allah Teâlâ’nın müstesnâ kullarına bahşettiği “vehbî ilim” de zikredilmektedir. Bu ilim ise, ancak Allah Teâlâ’ya karşı takvâ, mahlûkâta karşı tevâzu, dünyaya karşı zühd ve nefse karşı amansız bir mücadele ile elde edilebilir. Nitekim, “Bildiğiyle amel edenlere, Allâh bilmediklerini de öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 15) hadîs-i şerîfi bu gerçeğe işaret eder.

Demek ki Allâh’ın âyetlerini anlamaya mânî olan kibir, ucub, hased, dünya sevgisi gibi kalbî hastalıklar, tasavvufî terbiye ve tasfiye ile tedâvî edilmediği müddetçe, Kur’ân’ın esrârından hisse alabilmek mümkün değildir. Nitekim:

“Dünyada haksız yere kibirlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım.” (el-A’râf, 146) âyet-i kerîmesi bunu açıkça ifâde eder.

Demek oluyor ki mânevî terbiye ve tasfiye ile kalb âleminde terakkî kaydedilmediği takdirde, Kur’ân, kâinât ve insanın esrârından lâyıkıyla hisse alabilmek mümkün değildir.

TASAVVUF VE HADİS-SİYER

Hadis ilmi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in söz, fiil, takrîr, yaratılış veya güzel ahlâkıyla ilgili husûsiyetlerini inceleyen bir ilimdir.

Diğer İslâmî ilimler gibi, tasavvufun da Kur’ân-ı Kerîm’den sonra başvurduğu ikinci kaynak hadistir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatını, maddî-mânevî bütün yönleriyle ortaya koyacak bir zenginliğe sahip olan hadislerin, tasavvufun şekillenip gelişmesinde üstlendiği rolün büyüklüğünü idrâk etmek hiç de zor değildir. Zîrâ zühd, verâ, ihsan, tevâzû, îsâr, sabır, şükür, tevekkül gibi kalbî konulardaki hadisler, tasavvuf ehlinin anlayış ve fikirlerinin temellerini oluşturmuştur. Tasavvufu yakından ilgilendiren bu ve benzeri konularda Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rûhânî hayâtıyla ilgili söz ve davranışları, tasavvuf ile hadis ilimlerini birbirine yaklaştırmış ve onları ayrılmaz bir bütün hâline getirmiştir.

Tasavvufun tefsir ilmiyle münâsebetinde de ifâde edildiği gibi Allâh’a takarrub ve vuslatı temel gâye edinen tasavvuf ehli, Allâh’a muhabbetin, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izinden gitmekle gerçekleşeceğini çok iyi bildiklerinden, her konuda O’na ittibâ etmeyi kendilerine şiâr edinmişler ve bu noktada da sünnetin zengin hazînesinden doya doya istifâde etmişlerdir.

Fahr-i Kâinât’ın izinden gitmek, ancak onu sevmekle ve her şeyden aziz bilmekle mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaat ve O’nu sevmenin lüzumu ile ilgili pek çok âyet-i kerîme mevcuttur. Bu sevgi ve ittibânın, nasıl olması gerektiğine dâir yaşanmış pek çok örneğe ise, ancak hadis ve siyer kaynaklarından istifâdeyle ulaşmak mümkündür.

İster ibâdet ve muâmelât, isterse ahlâk konularında olsun, kalbî derinlik, rikkat, nezâket ve zarâfet bakımından zirve şahsiyet, hiç şüphesiz Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Siyer ve hadis kitaplarımız, bunu te’yîd eden sayısız örneklerle doludur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bize kadar kesintisiz bir sûrette intikâl etmiş olanlar, sâdece O’nun mübârek sözleri değildir. Aynı şekilde O’nun bütün davranışları da en ince teferruatına kadar ashâb-ı kirâm tarafından nakledilmiş ve böylece bize kadar ulaşmıştır. Ulemâ, sulehâ ve meşâyıhın davranışlarında görülen mükemmellikler de, Rahmet Peygamberi’nin sîretinden öğrenilerek fiiliyâta geçirilmiş hususlardır. Esâsen Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i -beşerî davranışlar itibâriyle- insanlığa mükemmel bir örnek olarak takdîm etmiş bulunduğundan O’nu -imkân nisbetinde- taklîd etmek, her mü’mine yüklenmiş bir borç ve vazîfedir. Şüphesiz bu vazîfeyi hakkıyla îfâ edenler, O’nu lâyıkıyla anlayıp hayâtına intikâl ettiren seçkin kimselerdir. Tasavvufî edebin gerçekleşmesinde birer miyâr olan bu davranışların en olgun muhtevâsı, ehlullâh telkînlerinin eseri olarak vücut bulur. Bu da meşreb-i sûfiyyenin, sünnet ve hadîsin özüne mutlak ve mükemmel bir mutâbakat hâlinde olduğunun ifâdesidir.

Bundan dolayı tasavvuf ehlinin faziletli hayatındaki güzellikler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîretinden birer in’ikâs olup, yazılı hadis metinlerini tamamlayıcı bir unsur teşkîl eder. Tasavvuf ehlinin hâl ve davranışları, hadîs-i şerîflerin fiilen şerhi mâhiyetindedir. Diğer bir ifâdeyle hadislerin, kuvveden fiile (nazariyeden ameliyeye) intikâl sûretiyle daha sonraki değişik zaman ve mekânlarda devâm ettirilmesidir.

Tasavvufun bir ilim olarak ortaya çıkışından önce, gerek muhaddisler gerekse mutasavvıflar tarafından kaleme alınan “Kitâbüz-Zühd”ler, hadis ilmiyle tasavvuf arasında bir köprü vazifesi görmüşlerdir.

Diğer taraftan tasavvuf ehli, hadîs-i şerîflere işârî mânâlar verip îzâh etmekle, hadis ilmini zenginleştirmişlerdir. Hattâ bazı sûfîler, -hadisçiler tarafından benimsenmese de- Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinden keşif yoluyla da hadis alınabileceğini kabul etmişlerdir.

Târihte -Hakîm Tirmizî, Kuşeyrî, İbn-i Arabî ve Kelâbâzî gibi- sûfî olarak meşhûr olduğu hâlde hadîse dâir eser veren tasavvuf büyükleri vardır. Aynı şekilde muhaddis olarak şöhret bulduğu hâlde hadis ilminin kriterlerinin yanısıra sûfîlerin metodlarını da benimseyen hadis âlimleri var olagelmiştir.

Meselâ hadis ilminde en büyük otorite kabul edilen ve Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en mûteber dînî kaynak olan hadîs kitabının sâhibi İmam Buhârî -rahmetullâhi aleyh-, rivâyet ettiği her hadîs-i şerîf için iki rekat istihâre namazı kılmış ve istihâre netîcesinde, hadîsin sahih olduğuna kalben de kânî olduktan sonra onu eserine kaydetmiştir.[2] Yine büyük muhaddis Ahmed bin Hanbel’in de üç hadîs-i şerîfi bizzat Rasûlullâh Efendimiz’den rüyâsında aldığı rivâyet edilmektedir.[3]

TASAVVUF VE FIKIH İLİŞKİSİ

Lügatte fıkıh; bilmek, anlamak, incelikleri kavramak mânâsınadır. İslâm’ın ilk zamanlarında dînî ve dünyevî bütün hususlarda bilinmesi lâzım gelen her şey fıkıh adı altında öğreniliyor, bu ilimle uğraşanlara da fakih, yâni âlim deniliyordu. Bu mânâda fakih kelimesi, varlığın ve hâdiselerin hikmetine vâkıf, dînî konularda leh ve aleyhteki hususları ayırdetmeye muktedir bir kimseyi ifâde ediyordu. Nitekim İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri fıkhı:

“Kişinin dînî bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir.” diye târif eder.

İnsanın saâdet ve felâketinde birinci derecede müessir olan, “Rabbini doğru olarak bilmek” bu ilmin en önemli kısmını teşkil ediyordu. Bu sebepledir ki İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin îtikâdî meseleler hakkında ortaya koyduğu ve talebeleri tarafından zabtolunarak zamânımıza kadar intikâl etmiş metne, “en büyük fıkıh” mânâsında “Fıkh-ı Ekber” denilmiştir. Başlangıçta durum böyle olduğu hâlde daha sonraları bu husustaki ilmî faâliyetin genişlemesiyle fakihler, îtikâdî ve ahlâkî hükümleri fıkhın dışında bırakarak onu sırf amelî ve kazâî hükümlere hasretmişlerdir. Bugün de fıkıhtan anlaşılan mânâ budur.

Tasavvuf da insanın lehinde ve aleyhinde olanları hem zâhir ve hem de bâtın cephesiyle bilip gereğini yapmasıdır. Fıkıh; abdest, tahâret, namaz ve oruç gibi amelî meselelerin zâhirî sıhhat şartlarını bildirir. Tasavvuf ise kalbi temizleyip kulu huzûr, mârifet ve kalbî duyuşlara hazırlar. Bu, ibâdetlerin kemâli için en müsâit zeminin hazırlanması demektir. Bu itibarla tasavvufa, fıkıh ilminin rûhânî zemîni ve özü mânâsında “fıkh-ı bâtın” veya “fıkh-ı vicdânî” de denilmiştir.

***

Hiç şüphesiz fıkıh ilminin gâyesi, amelin mükemmel, yâni Allah katında en makbûl olacak bir tarzda îfâsını temin etmektir. Böyle bir mükemmellik ise, ancak tasavvufî düşüncelerin sağladığı rûhî olgunlukla gerçekleşebileceğinden, bu iki ilmi birbirinin -âdetâ- tamamlayıcısı saymak îcâb eder. Zîrâ tasavvufun asıl hedeflerinden biri de, insanı dînin metafizik, yâni rûhânî hakîkatlerinde zirveye çıkarmak kadar, onun bütün amel ve davranışlarını da mükemmeliyete ulaştırmaktır. Amellerin zâhirî şartlarını târif ve tedvîn eden fıkıhtaki asıl gâye, ancak tasavvufî olgunlukla gerçekleşebilir. Meselâ namazın, temizlik ve tâdil-i erkân gibi zâhirî şartlarının nasıl yerine getirileceği, fıkıh ilminin mevzûlarındandır. Hattâ bu ilimde, niyet gibi derûnî bir şartın lüzûmu da anlatılır. Zâhirî şartlarına riâyet edilmiş olan ibâdetin kabul olması için, kalbin riyâ ve hased gibi hastalıklardan sâlim olması elzem olduğu hâlde fıkıh, bu mânevî sahâyı tanzîm etme işiyle meşgul olmamıştır. Bu alanı da tasavvuf tanzîm ederek, ibâdetin zâhiri kadar bâtınî şartlarını da gerçekleştirmeye çalışır. Çünkü fıkıh ilmi, umûm için olan şeriatın bir şûbesi olmak itibâriyle sırf zâhirle meşgûl olur. İnsanların şeriat planında mükellefiyeti de zâhirden ibârettir. Lâkin ibâdetleri kabul veya reddetmek hakkı yalnız kendisine âit olan Cenâb-ı Allah, zâhir kadar bâtına da mutlak bir sûrette vâkıftır ve bâtınî temizlik de O’nun kulunda görmeyi murâd ettiği temel husûsiyetlerden biridir.

Fakihler namaz, oruç ve hac gibi ibâdetlerle nikâh, talâk, ticâret ve kısas gibi muâmelâtı inceleyip hükümlerini tedvin ederken; mutasavvıflar bunların zühd, takvâ ve ihlâs gibi mânevî müessirlerle birlikte îfâsına ehemmiyet vermişlerdir. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm de ibâdetlerin mânevî tarafına daha çok ağırlık verir, kulu zühd ve takvâya istikâmetlendirir.

Tabiî ki bu, tasavvuf ehlinin fıkha önem vermediği veya fıkıh ilmiyle yeterince ilgilenmediği mânâsına gelmez. Bilakis Gazâlî, İbn-i Arabî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, İmâm-ı Rabbânî ve Hâlid-i Bağdâdî gibi pek çok mutasavvıf, zâhirî ilimlerde de salâhiyet sahibi birer büyük âlim ve fakihtirler.

Dînin zâhirî ahkâmının muhtevâsını da, tasavvufî gerçekleri de lâyıkıyla kavrayamamış bulunan bâzı kimseler, fıkıh ve meşreb-i sûfiye arasında bir aykırılık olduğu iddiâsında bulunmuş ve bundan da zaman zaman yersiz bir ihtilâf vücûda gelmiştir. Fakat kâmil mutasavvıflar ile gerçek fakihler arasında esâsen herhangi bir anlaşmazlık söz konusu değildir. İhtilaf ve münâkaşa, kendini âlim zanneden câhillerle, kendini kâmil zanneden ham sofular arasındadır.

Dipnotlar:

[1] Muhammed Sâlih ez-Zerkân, Fahruddîn er-Râzî ve Ârâuhu’l-Kelâmiyye ve’l-Felsefiyye, s. 76. (Muhammed Âbid el-Câbirî, Arab-İslâm Kültürü’nün Akıl Yapısı, s. 626’dan naklen.)

[2] Bkz. İbn-i Hacer, Hedyü’s-Sârî Mukaddimetü Fethi’l-Bârî, s. 489; İbn-i Hacer, Tağlîku’t-Ta‘lîk, V, 421.

[3] Bkz. Mecmûu’l-Hadîs, varak 110 a-112 b.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları