Tasavvuf ve Tefsir İlişkisi

Tasavvuf

Tefsir nedir, ne anlama gelir? Tefsir ilminin konusu ve amacı nedir? Tefsir ilminin önemi nedir? Tasavvuf ve tefsir ilişkisi kısaca.

Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsîr “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir.

TEFSİRİN KONUSU VE AMACI

Tefsir ilmi, beşeriyete hidâyet rehberi olarak takdim edilen Kur’ân-ı Kerîm’in engin mânâlarını ortaya çıkarıp îzah etmeyi mevzû edinen bir ilimdir. Bu yönüyle tefsir, insanın iç âlemini temizleyip kemâle erdirmeyi hedefleyen tasavvufa, istediği ilaç ve reçeteleri sunan bir eczane vazîfesi görür. Çünkü tasavvuf ilmi, ele aldığı mevzûları işlerken ve kendine has usulleri belirlerken temel kaynak olarak Kur’ân-ı Kerîm’i esas almıştır.

Kur’ân-ı Kerîm, hayatın her alanında Allâh’a karşı mes’ûliyet duygusu içinde davranmayı, ibâdetleri huşû ile edâ etmeyi, Allâh’ı çok çok zikredip devamlı ilâhî murâkabe altında bulunmayı emrederek kulun rızâ-yı ilâhîye vâsıl olmasını ister. Bütün bu hususlar ehl-i tasavvufun üzerinde hassâsiyetle durduğu önemli konulardır.

Allâh’a kalben vâsıl olmayı temel gâye edinen tasavvuf ehli, O’na ulaştıracak yegâne yol olarak Kur’ân-ı Kerîm’i görmüşler ve onu hayatlarının mihveri yapmışlardır. Üzerinde derin derin tedebbür ve tefekkür edilmesi emredilen Kur’ân âyetlerini, seher vakitlerinin virdleri hâline getirmişlerdir. Onun ince mânâlarını kavrayabilmek için, kalblerini sâfiyete erdirmelerinin zarûretine inanmışlardır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in ahlâkı Kur’ân-ı Kerîm’den ibâret olduğu için, ahlâken tekâmül etmeyi hedefleyen ehlullâh, bütün amel ve davranışlarını ilâhî kelâmın muhtevâsına göre tanzîm etmeye gayret göstermişler, canlı bir Kur’ân olmanın cehd ve çabası içinde bulunmuşlardır.

TEFSİRİN ÖNEMİ

Tasavvuf ehlinin başlıca feyiz ve ilham kaynağı Kur’ân-ı Kerîm olması sebebiyle mutasavvıflar, tefsir ilmine de büyük hizmette bulunmuşlardır. Âyetlerin işârî mânâlarını da ortaya çıkararak bu ilmin zenginleştirilmesine yardımcı olmuşlardır. Denilebilir ki bu bakış açısıyla tasavvuf büyükleri, Kur’ân’ın tefsîrinde onun kelimelerindeki engin deryâya dalarak nice hikmetler elde etmeye gayret etmişler ve bunun ehemmiyeti üzerinde durmuşlardır. Bu meyanda ilâhî kelâmın muhtevâsını beşer kelimelerindeki darlığa hapsetmek doğru değildir. Ancak bu faaliyetin de sistemsiz ve kâidesiz olduğu zannedilmemelidir. İşârî mânâ verirken şu üç hususa riâyet edilmiştir:

1. İşârî mânânın zâhirî mânâ ile tezat teşkil etmemesi,

2. Verilen mânânın kitap ve sünnetin muhtevası içinde olması,

3. İşârî mânâ için lafızların, siyâk ve sibâkının uygun olması.

Kur’ân-ı Kerîm’i işârî tarzda tefsîr eden eserlere misâl olmak üzere Ebû Abdurrahman Sülemî’nin Hakâiku’t-Tefsîr’i, Kuşeyrî’nin Letâifu’l-İşârât’ı ve Bursalı İsmâil Hakkı’nın Rûhu’l-Beyân adlı tefsirleri zikredilebilir. Bunların yanında Mevlânâ ve İbn-i Arabî gibi mutasavvıfların eserleri de pek çok âyet-i kerîmenin işârî tefsirleriyle zenginleşmiştir.

Şu bir hakîkattir ki, Cenâb-ı Hakk’ın “kelâm” sıfatının tecellîsi olan Kur’ân-ı Kerîm’e hangi cihetten mânâ verilirse verilsin, onun ifâde ettiği mânâların tümüyle kelâma intikâli mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarını hakkıyla kavramak muhâl olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i de bütün mâhiyetiyle kavramak öylece muhâldir. Ondan anladıklarımız, ancak deryâdan bir katre mesâbesindedir. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği ne güzel dile getirir:

“Şâyet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılarak (mürekkep olsa) Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allâh mutlak gâlip ve hikmet sahibidir.” (Lokman, 27)

Cenâb-ı Hak, kendi kelimelerinin muhtevâsını, bir bakıma beşerî kelimelerin muhtevâsının üzerine çıkarmakta ve onların sonsuzluğunu ifâde ederek âdetâ daha derin nasipler ve hisseler alınmasını murâd etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in bu husûsiyetini, Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

Kur’ân’ın her an ortaya çıkan bediî (daha önce keşfedilmemiş) mânâları tükenmez (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14) sözleri ile ifâde etmiştir.

Hazret-i Mevlânâ da bu hususta:

“Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtivâ ettiği bütün sırları ifâde etmeye ise sâhilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar da kalem olsa yine de kifâyet etmez.” der.

Yukarıda geçen âyet ve hadisteki ifâdeler, Kur’ân-ı Kerîm’in kâinattaki bütün hakîkatlerin kâmil bir manzûmesi olduğunu ve bütün gerçeklerin onda birer nüve hâlinde bulunduğunu gösterir. Zîrâ bu tür bilgi ve gerçeklerin Kur’ân-ı Kerîm’deki mevcûdiyeti, sarâhat cihetiyle olsaydı, onun sonsuz bir hacme ulaşması gerekirdi. Bu bakımdan bazı gerçekler sarâhaten, fakat pek çoğu da delâlet cihetiyle yer alır. Bu nevî sırrî gerçekleri bulup ortaya çıkarmak, ancak ilimde rusûh sahibi olmakla, yâni incelikleri kavramaya istîdatlı bir akl-ı selîm ve kalb gözüyle mümkündür.

Bu gâyeye dayalı olarak tefsir usûlüne dâir kitaplarda müfessirlerin bilmesi gereken ilimler sayılırken, Allah Teâlâ’nın müstesnâ kullarına bahşettiği “vehbî ilim” de zikredilmektedir. Bu ilim ise, ancak Allah Teâlâ’ya karşı takvâ, mahlûkâta karşı tevâzu, dünyaya karşı zühd ve nefse karşı amansız bir mücadele ile elde edilebilir. Nitekim, “Bildiğiyle amel edenlere, Allâh bilmediklerini de öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 15) hadîs-i şerîfi bu gerçeğe işaret eder.

Demek ki Allâh’ın âyetlerini anlamaya mânî olan kibir, ucub, hased, dünya sevgisi gibi kalbî hastalıklar, tasavvufî terbiye ve tasfiye ile tedâvî edilmediği müddetçe, Kur’ân’ın esrârından hisse alabilmek mümkün değildir. Nitekim:

“Dünyada haksız yere kibirlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım.” (el-A’râf, 146) âyet-i kerîmesi bunu açıkça ifâde eder.

Demek oluyor ki mânevî terbiye ve tasfiye ile kalp âleminde terakkî kaydedilmediği takdirde, Kur’ân, kâinât ve insanın esrârından lâyıkıyla hisse alabilmek mümkün değildir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları