Tasavvuf Yolunda Dikkat!
Nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmeyi hedefleyen mâneviyat yolu, peygamberlerin ve evliyâullâh’ın yoludur. Dolayısıyla büyük bir titizlik, hassâsiyet ve firâset ister. Âdeta mayın tarlasında yürür gibi âzamî derecede dikkatli olmayı gerektirir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Bel’am bin Bâûrâ’yı ibret olarak bildiriyor. Onun, dünyevî menfaatleri uğruna yoldan çıkınca ne hazin bir âkıbete dûçâr olduğunu haber veriyor.
Yine ashâb-ı kirâmdan Sâlebe’nin âkıbeti de aynı nefsânî aldanışın diğer bir ibret misâli:
Sâlebe, önceleri ibâdete düşkün fakir bir sahâbî iken, zengin olunca câmiden ve cemaatten uzaklaşmış, hattâ zekât vermek kendisine ağır gelmeye başlamıştır. Böylece dünyayı tercih ederek âhiretini mahvetmesi sebebiyle, ölümü esnâsında çok büyük bir pişmanlık duymuş, fakat bu son pişmanlığın bir faydası olmamıştır.
Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde İblis’in hâlini misal veriyor… İblis, “Ben” dedi, enâniyete kapıldı, kendisini mânen uçurumdan aşağıya attı.
Velhâsıl bu yol, çok büyük bir hassâsiyet ve firâset isteyen bir yoldur. Aksi hâlde en yüce zirvelerden en derin çukurlara düşüvermek bir anlık meseledir.
Bu yüzden vazifesinin ehemmiyetinin farkında olan firâset sahibi bir sohbetçi de, dünyaya aldanmaz, dâimâ âhireti tercih eder. Zira bu dünyaya, âhireti kazanmak için geldiğinin şuurunda olur.
MUHATABININ SEVİYESİNDE DAVRANMAK
Firâset, peygamberlerin beş sıfatından biri olup, ince bir zekâ ile muhâtabın akıl seviyesine, hâlet-i rûhiyesine ve içinde bulunduğu şartlara göre davranmaktır. Zira bir kişiyi sevindiren bir davranış, diğerini üzebilir. Dolayısıyla insan terbiyesinde, kişinin psikolojik durumunu tespit edebilmek ve hâdiselerin iki-üç merhale sonrasını hesap edebilmek şarttır.
Bu hususta da emsalsiz örnek şahsiyet Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatını dikkatle gözden geçirmek îcâb eder.
Kureyşliler, Allah Rasûlü’nün nübüvvetinden beş sene önce Kâbe’yi tâmir etmişlerdi. Sıra Hacer-i Esved’i yerine koymaya geldiğinde, her kabîle bu şerefli vazifeyi kendisi yapmak istediği için büyük bir anlaşmazlık çıktı. Birbirleriyle ölünceye kadar çarpışmak üzere and içtiler, yeminlerini sağlamlaştırmak için de -o zamanın âdetleri gereği- ellerini kanla dolu çanağa batırdılar. Lâkin daha sonra Mescid-i Harâm’ın Benî Şeybe kapısından ilk gelecek zâtı aralarında hakem tâyin edip hükmüne râzı olmaya karar verdiler. Tam o esnâda Âlemlerin Efendisi, Harem kapısında göründü. Herkesin yüzünü tatlı bir tebessüm kapladı:
“–İşte el-Emîn! O’nun aramızda hakem olmasına hepimiz râzıyız!” dediler.
Meseleyi kendisine anlattılar. O da, her kabîleden bir kişi seçti ve ridâsını yere serip Hacer-i Esved’i üzerine koydurdu. Seçtiği kişilerin her biri bir ucundan tutup kaldırdı. Allah Rasûlü de Hacer-i Esved’i kendi elleriyle yerine yerleştirdi. Böylece Efendimiz, bu firâsetli davranışıyla kabîleler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşa mânî oldu. (İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrezzâk, V, 319)
Yine Allah Rasûlü’nün İslâm yolunda yaptığı muhârebelerde gösterdiği dirâyet, barış antlaşmalarında ve bilhassa Hudeybiye’de ortaya koyduğu firâset, Mekke’nin fethinde, Huneyn’de, Tâif’te izlediği hârikulâde ince siyâset ve gösterdiği fazîlet, hiçbir beşerin ulaşamayacağı kadar yüce olmuş ve on binlerce insanın müslüman olmasını sağlamıştır.
Dolayısıyla, Peygamber Efendimiz’in izinden giden müslümanların da, akıllı, bilgili, zeki, uyanık ve firâset sahibi olmaları îcâb eder.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Sohbet ve Adabı, Erkam Yayınları