Tasavvuf; Zikirle Gafletten Korunmaktır
Zikir gafletten korur mu? Gönlü zikrullah ile dipdiri olan bir müʼmin nelerden korunur?
Cenâb-ı Hak;
“Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin.” (el-Ahzâb, 41) buyurarak her vesîleyle kendisini anmamızı arzu ediyor.
“Onlar (akl-ı selîm sahibi müʼminler), ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyurmak sûretiyle de, her dâim kalben kendisiyle buluşmamızı istiyor.
Demek ki müʼminler olarak Rabbimizʼi zikretme vazifemiz, sadece namaz kılmaktan ibâret değil. Namazdaki Allah ile beraberlik şuurunu, namazdan sonra da devam ettirmek gerekiyor. Zira kullarını bir saniye bile unutmayan Allah Teâlâ, kullarının da kendisini dâimâ hatırlamasını istiyor.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbını her vesîleyle çokça zikretmeye teşvik etmiştir. Nitekim Peygamber Efendimizʼin farklı sahâbîlere farklı virdler verdiği[1] ve kimi zaman da zikir halkaları kurdurup topluca zikir icrâ ettikleri[2] bilinmektedir.
TASAVVUF; ZİKİRLE GAFLETTEN KORUNMAKTIR
Zikrullah’tan bir an bile gâfil kalmanın büyük tehlikesinden dolayıdır ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, nefsime bırakma!..”[3] niyâzında bulunmuştur.
Zira bir kalp, Allâhʼı unuttuğu nisbette gaflete mübtelâ olur. Bunun içindir ki yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bâzen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh’a günde yüz defa istiğfâr ediyorum.” buyurmuştur. (Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)
Bu da gösteriyor ki sadece işlenen günahların değil, Allâhʼı unutarak geçirilen anların da istiğfârı gerekir. Zira mârifetullâh ufkuna ermiş bir gönülde ölçüler iyice inceldiğinden, Hakʼtan gâfil olarak alınıp verilen nefesler dahî, bir günah olarak telâkkî edilir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“İnsanlar bir mecliste oturur da orada Allâh’ın ismini anmazlarsa, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olurlar. Kim bir yolda yürür de Allah -azze ve celle-’yi zikretmezse, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olur. Kim yatağına girer de orada Allâh’ı zikretmezse, yine eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olur.” (Ahmed, II, 432)
Âl-i İmrân Sûresiʼnin 191. âyetinde zikredilen; “ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken Allâhʼı zikretme” hâli de buna işaret etmektedir. Zaten insan, ekseriyetle bu üç hâlden biri üzeredir. Demek ki Rabbimiz, bizden dâimî bir zikir hâli istiyor. Fakat bu dâimî zikrin de makbûliyet şartını ifâde sadedinde, yine aynı âyetin devamında;
“…Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde (derinden derine) tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor.
Yani ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin tefekküründe derinleşerek, kendi âcizlik ve hiçliğimizin idrâki içinde, hayret ve hayranlıkla ürperen bir kalbî kıvama ulaşarak zikretmemizi istiyor.
Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların îmanlarını artırır...” (el-Enfâl, 2)
Demek ki sadece lâfızların tekrarından ibâret kalan, ağızdan kalbe inmeyen, dolayısıyla da kalbî duyuş ve ürperişlere vesîle olmayan bir zikir, hakîkî mânâda ve makbul seviyede bir zikir değildir. Zikirden maksat, kalbin zikredilenden haberdar olması ve Cenâb-ı Hakʼla beraberliği temin etmesidir.
Bunun içindir ki tasavvufta terakkî, sadece mânevî derslerin ve evrâdın belli zaman aralıklarında yükselmesine bağlı değildir. Buna ilâveten, kalbî hassâsiyetlerin ve ahlâkın da yücelmesine, cemâlî esmânın o kalpteki tecellîlerinin artmasına bağlıdır.
Mânevî dersleri yükselen bir kimsenin, nezâket, zarâfet, kalbî rikkat, merhamet, şefkat, hizmet, gayret ve fedakârlığının da artması; daha bağışlayıcı, daha anlayışlı, daha tahammüllü olması; sabır ve rızâ hâlinin kuvvetlenmesi îcâb eder. Kendisi için istediğini din kardeşi için de isteyen, diğergâm ve ince bir rûha sahip olması gerekir. Mânevî terakkî ancak bunlarla kāimdir.
Tasavvufî hayat da, zikrin feyz ve rûhâniyeti içinde Allah ile dâimî bir beraberlik hâlinde yaşayabilmektir. Nitekim Sâmi Efendi Hazretleri de tasavvufu; “zikr-i dâimîde bulunarak Allah’tan başka her şeyden gönlü temizlemek”[4] olarak târif buyurmuşlardır.
Müʼminin bu şuur ve idrâki kazanması, aynı zamanda karşılaştığı ilâhî imtihanların sırrını da çözebilmesini temin eder.
Meselâ Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:
“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi ölü olanlar el uzatır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.”
ZİKİR ÇEKEN MÜMİN NELERDEN KORUNUR?
İşte gönlü zikrullah ile dipdiri olan bir müʼmin, gafletten korunduğu için;
- Haramlara, hattâ şüphelilere bile el uzatamaz.
- Mânevî kıymetini zedeleyecek şerlerden ve yerlerden rûhunu korur.
- Lüzumsuz mâcerâlar peşinde koşmaz; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara dalmaz; gelgeç sevdâlara aldanmaz.
- Ömrünü nefsâniyetin hoyratlığında ziyan etmez; sefahat ve rezâletlerle amel defterini kirletmez.
- Bilâkis, ömrünü sâlih ameller ve hayır-hasenatla müzeyyen kılar.
- Kur’ân ve Sünnetʼi hayat rehberi edinir.
- İbadetlerini huşû içinde îfâ eder, Allah yolundaki hizmet ve gayretlere, sâlihlerin sohbet meclislerine rağbetini artırır.
- Nihayet Rabbinin yeryüzündeki bir şâhidi olarak, gök kubbede hoş bir sadâ ve ardında fazîletlerle dolu nice hâtıralar bırakarak ömrünü ihyâ eder.
Buna mukâbil, zikirden uzaklığı sebebiyle gaflete dûçâr olan nâdân ve hantal bir kalp ise, her an günah batağına düşmeye hazır bir hâldedir. Zira gaflet, günahların en müsait zeminidir. O zemin oluşunca günahlar, mânevî ağırlığı hissedilmeden, kolayca işlenmeye başlar.
Bu bakımdan zikirle gafleti bertaraf etmek; günahlara karşı en sağlam takvâ zırhıdır, yani mânevî korunma vesîlesidir. Çünkü hiçbir insan “besmele” çekerek bir kardeşine çelme takamaz. “Allah” diyen bir kalp, hiçbir gönle, bile bile bir diken batıramaz.
Bunun içindir ki tasavvuf; zikrin gönül feyziyle, ihsan kıvâmında, yani dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğunun farkında olarak, diri bir kalple yaşayabilmektir. Allah Teâlâʼnın her an ve her yerde bizimle beraber olduğu gerçeğini, hayat düstûru hâline getirebilmektir. Oʼnun bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu hiçbir zaman unutmamaktır. Kalbimizden geçenlerin dahî kendisine ayân ve âşikâr olduğunu ve Oʼnun bizi her an görüp işittiğini, gönlümüze hiç silinmeyecek şekilde nakşetmektir.
Dipnotlar:
[1] Bkz. İbn-i Mâce, Edeb 56; Buhârî, Fedâilu Ashâbuʼn-Nebî 9, Deavât 11; Müslim, Zikir 79, 80. [2] Bkz. Ahmed, IV, 124. [3] Câmiuʼs-Sağîr, I, 58. [4] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 13.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları
YORUMLAR