Tasavvufî Terbiye
Tasavvufi terbiye (Seyr-i sülûk) nasıl olur?
İnsanlar istîdat ve iktidarları itibâriyle muhtelif seviyelerde yaratılmışlardır. Tasavvuftaki eğitim, sâlikin kalbî istîdat ve iktidârı ile mîzâcına göredir. Mîzaç ise büsbütün değiştirilemeyeceğinden, ilâhî emirlerle terbiye edilip yönlendirilebildiği ölçüde arzu edilen olgunluk hâsıl olur. Şeriatin, umûma mahsus ve herkes için aynı olan kâideler koymasına mukâbil, tasavvufta sâlike, tıpkı numaralı gözlükler gibi ferdden ferde değişen terbiyevî metodların kullanılması yolu tervîc edilmiştir. Bu ikisi arasında bir tezat ve aykırılık olduğu zannı yanlıştır. Zîrâ, tasavvuf-şeriat münâsebeti, meşhur misâli ile bir pergele benzetilegelmiştir. Pergelin sâbit ayağı şeriat, hareketli ayağı tasavvuftur. Bu iki ayak arasındaki açıklık ise, muhâtabın mizaç ve istîdâdına göre azaltılıp çoğaltılabilir.
Diğer taraftan tasavvufun bu hassas ölçüleri, Allâh’ın emir ve nehiylerine riâyeti ikmâl etmiş insanlar için mevzubahistir. Bu sebeple gerçek mutasavvıflar, zâhirî âlemlerini düzeltmiş ve iç âlemlerini terbiyeye yönelmiş kimselerdir. Zâhirdeki kemâlâtı, bir de bâtınî inkişâf ile taçlandırmanın gayreti içindedirler. Zîrâ, zâhirin ıslâh ve ikmâli mühimse de, aslolan iç âlem, yâni kalbdir. Çünkü fiillere vücut veren irâde ise de, irâdeyi yönlendirenin de ekseriyâ hisler olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. Hislerin mahalli ise kalbdir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mânevî terbiyede tâkib ettiği hassas düstûrlardan biri, muhâtabını itâb etmemek, hattâ kusûru kendisine hamlederek îkazda bulunmaktır. Pek çok vesîleyle; “Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum.”[1] şeklinde vâkî olan kavilleri, bunun tipik bir misâlidir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adamdan menfî bir söz ulaştığı vakit; “Falan niye böyle söylemiş?” demezdi. Lâkin; “İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?” buyururdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788)
Bu kalbî rikkat ve hassâsiyet ölçülerine tâbî olan gönül ehli de, muâhezeyi nefsine, müsâmahayı ise muhataplarına tevcîh etmeyi şiâr edinmişlerdir. Onlar, zâhirden ziyâde kalb temizliği ve dolayısıyla kalb terbiyesiyle meşgul oldukları için, günahkâra dahî merhamet ve müsâmaha ile yaklaşırlar. Zîrâ onlar, günahkârı değil, günâhı bertarâf etmenin derdindedirler. Bu sebeple, insanın menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyz ve bereketiyle kalblerini yumuşatarak ıslâha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedâmetin tatlı meltemlerinin vücut bulmasına zemin hazırlarlar.
Yûsuf -aleyhisselâm-’ın Mısır azîzi olduktan sonra, vaktiyle kendisini öldürmeye kastedip kuyuya atan kardeşlerinin yardım taleplerini reddetmemesi ve kendisini gizleyerek onlara îzâz, ikrâm ve ihsânlarda bulunması da kalbî terbiyede kâbına varılamaz bir inceliktir. Hâlbuki o an, elindeki güç ve saltanat ile kardeşlerinden pekâlâ intikâm alabilirdi. Fakat o, kusurları başa kakmak sûretiyle gönül yıkmanın değil, kötülüğe bile iyilikle mukâbele edebilmenin, ayıp ve hatâları setretmenin, şahsına yapılanları Hakk’ın rızâsı uğruna unutuvermenin eşsiz fazîletine nâil olmuş bir hidâyet rehberiydi. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kardeşlerine olan bu güzel muâmelesini şöyle beyân eder:
“(Yûsuf) dedi ki:
«–Bugün sizi kınamak yok. Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.»” (Yûsuf, 92)
Bu asîl ve âlicenap tavırlar karşısında kardeşleri de nedâmet gösterip tevbekâr oldular. Yûsuf -aleyhisselâm-’ın üstünlüğünü kabul ve hakkâniyetini tasdîk ettiler. Matlûb olan netîce de bu sâyede hâsıl oldu.
Aşağıdaki şu misâl de bu terbiyevî metodun bir başka tezâhürüne âittir:
Bir bölük gâfil genç, Dicle kenarında şarab içip eğleniyorlardı. Meşhur Hak dostlarından Mâruf-ı Kerhî -kuddise sirruh- oradan geçiyordu. Şimdi bu şeyhin, işlemekte oldukları mel’anetlerinden dolayı kendilerinin helâki için bedduâ edeceğini düşünen gençlerin keyfi kaçtı. Bunun da kızgınlığıyla içlerinden biri dayanamayıp kalktı ve müstehzî bir tavırla:
“–Yâ Şeyh! Haydi durma, bizim şu anda Dicle’nin azgın sularına gark olmamız için hemen bedduâna başla!.” dedi.
Mâruf Hazretleri hiçbir gazap emâresi göstermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve:
“–Yâ İlâhî! Bu yiğitlere dünyâda hoş dirlik verdiğin gibi, âhirette de dirlik ver.” dedi.
Ummadıkları bu tavır karşısında gençler:
“–Yâ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu sözün mânâsını anlayamadık.” dediler.
İhlâsı bereketiyle şu kısacık ve sâde sözlerine Cenâb-ı Hakk’ın tesir bereketi verdiği Mâruf-ı Kerhî Hazretleri şöyle dedi:
“–Evlâtlarım! Hak Teâlâ, size âhirette dirlik vermek isterse tevbe etmenizi nasîb eder.”
Yiğitler beklemedikleri bu müşfikâne tavır karşısında önce ne diyeceklerini bilemediler. Akabinde duydukları pişmanlıkla bir müddet nefs muhâsebesine daldılar. Derken intibâha gelerek nedâmet içinde şaraplarını döktüler, çalgılarını kırdılar ve tevbe ettiler. Her iki cihanın saâdet ve selâmetine tâlib oldular.
Yukarıda da zikrettiğimiz üzere tasavvuftaki kalbî terbiyenin diğer bir husûsiyeti de, her ferdin mizâcına göre bir ıslâh ve irşâd metodu tatbîk edilmesidir. Tarîkatlerin çeşitlenmesi, mizaçlardaki farklılıklara göre terbiye ve telkîn metodunun zarûretinden doğmuştur. Meselâ, umûmiyetle coşkun mizaçlı bir insan, Kâdirîliğin tâkip ettiği usûllerle daha kolay terakkî eder. Şâir, sanatkâr ve romantik mizaçlı kimseler, Mevlevîlik’te huzûr bulur. Vakûr ve sâkin mizaçlı insanlar ise Nakşî Tarîkati’nde kendilerine bir uygunluk görür ve bundan dolayı da o yolun telkînlerine ve terbiye usûllerine daha kolay râm olarak terakkî imkânı bulurlar.
Mizâcın yok edilmesi imkânsızdır. Mürşid-i kâmiller de ancak, sâliklerin mizaçlarındaki istîdatların nefsânî bir mecrâya akmasına mânî olarak, onları ulvî gâyelere yönlendirmekle vazîfelidirler. Her talebenin mânevî âlemdeki şahsî hastalıklarına çâre olacak husûsî tedâvî reçeteleri sunarlar.
Câhiliye Arapları, kız çocuklarını diri diri gömen taş yürekli kimselerdi. Onlar, hakkın yalnız güçlüye âit olduğu, güçsüzün her türlü dayanak, barınak ve sığınaktan mahrum bulunduğu, merhametten nasipsiz bir toplumun insanlarıydılar. Bu toplum, hidâyet bulup Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesiyle dünyânın en mümtaz insanları hâline geldi. Allah ve Rasûlü’ne duydukları muhabbeti, kalblerinde her an taze tutmakla kazandıkları zindelik sâyesinde, ibâdetleri huşû ile doldu. Fazîlet menkıbeleri, kıyâmete kadar müslümanların dillerinden düşürmeyecekleri, gönül âlemlerini tenvîr eden ahlâk-ı hamîde misâlleri oldu. Kendilerine “Ashâb-ı Kirâm” denildi.
Ashâb-ı Kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesinde öyle bir mânevî seviyeye ulaşmıştı ki, Abdullâh bin Mesut -radıyallâhu anh- bu durumu:
“–Biz yenilen lokmaların tesbîhlerini duyar hâle gelmiştik!” (Buhârî, Menâkıb, 25) sözleriyle ifâde etmiştir.
İşte tasavvuf, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tezkiye ve terbiyesi sâyesinde ashâb-ı kirâmın ulaştığı bu mânevî seviyelerden nasiplenebilmenin ulvî bir yoludur. Yâni Hazret-i Peygamber’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin terbiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir. Bu mânevî terbiye mektebine dâhil olup insan-ı kâmil olma yolunda mesâfeler katetmeye “seyr u sülûk” tâbir olunur.
Dipnot:
[1]. Bkz. Müslim, Salât, 119; Ebû Dâvud, Hâtem, 4; Edeb, 14.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları
YORUMLAR