Tasavvufsuz Olmaz mı?
Altınoluk Dergisi'nin tasavvuf ve maneviyat üzerine Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile gerçekleştirdiği mülakatı istifadenize sunuyoruz.
Tasavvufu gereksiz görmek; ihlâs, takvâ, irfân, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiyeyi, hâsılı Allâh’a ihsân makamında bir kullukta bulunmayı gereksiz görmektir.
Altınoluk: Bu söylediklerinizden, tasavvufî üslûbun, İslâm’ı tebliğde nasıl bir ehemmiyet taşıdığı açıkça anlaşılıyor. O hâlde tasavvufî üslûbun İslâm’ı tebliğde, buna paralel olarak da insanların hidâyet ve olgunlaşmalarında çok müsbet neticeler vermesinin sırrı nedir, diye sorsak?
–Tasavvufun günümüzdeki ehemmiyetinin diğer bir yönü de, onun, insanları ıslâh husûsunda tâkip ettiği metod ve üslûptur. Şer’-i şerîfin zâhirî ahkâmı, hem âhiret hem de dünya için mükâfât ve mücâzât ile, insanları istikâmetlendirmek gâyesi güder. Onun bâtınî ahkâmı diyebileceğimiz tasavvuf ise bunlara ilâveten sevgi, şefkat ve muhabbeti kullanır. Zamanımızda insanlar, ekseriyetle nefsâniyete râm olarak dînden uzaklaşmanın ve ağır günahlar irtikâb etmenin rûhî bunalımı içindedirler. Böylelerine bir ıslâh ve kurtuluş imkânı sunmanın af, müsâmaha ve şefkat yoluyla daha kolay ve daha ziyâde mümkün olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Bu bakımdan zamanımız, tasavvufî gerçekler kadar, onun usûl ve üslûba dâir kâidelerinin de büyük ehemmiyet taşıdığı bir devirdir. Nitekim, af, müsâmaha ve şefkatle nazar edenlerin ülkemizde olduğu kadar, batı âleminde de mânevî bir fütûhâta daha ziyâde muktedir ve muvaffak oldukları müşâhede edilmektedir. Aklın ve nefsin sultasında bunalan ruhlara, İslâm’ı ilâhî bir tesellî nefhası hâlinde sunmak için onlara, cezâ vermek niyetiyle ve öfkeyle yaklaşmak yerine, şefkat ve merhamet dolu davranışlar sergilemek, her zaman daha feyizli bir metoddur.
Çünkü insan, asıl gâyesinden ne kadar uzak kalırsa kalsın “insan” olmak haysiyetiyle yine de yüce bir şeref sâhibidir. Onun öz cevherindeki yücelikten habersiz olarak günah bataklığına saplanması, tıpkı Kâbe-i Muazzama’nın duvarındaki Hacerü’l-Esved’in, oradan yere düşüp toz-toprak içinde kalması gibidir. Bu hâle lâkayd kalarak feverân etmeyecek hiçbir mü’min vicdânı tasavvur olunamaz. Bu hâlde bile mü’minler Hacerü’l-Esved’e hürmetten vazgeçmezler. Onun böyle bir hâle düşmesi, mü’minlerin nazarındaki değerinden hiçbir şey eksiltmez. Bilakis mü’minler, onu derhal tozu toprağıyla kapar, gözyaşları içinde temizleyerek ihtiramla eski yüce mevkiine koymak için birbirleriyle yarışırlar. Onun cennetten çıkmış bulunduğunu düşünerek özündeki bu yüce değere itibâr ederler. Hâlbuki insan Cenâb-ı Hakk’ın «rûhundan üflediği», yâni Allâh Teâlâ’nın yüce kudretinden nice sırlar taşıyan ve böylece yaratılmışların gözbebeği olan bir varlıktır. Bu itibarla onun kadr u kıymeti, işlediği günahlarla ne derecede düşerse düşsün, özündeki değer bâkîdir.
İNSAN RUHU NEYE BENZER?
Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi insanın rûhu, berrak bir su gibidir. Fakat kötü işler ve günahlarla bulanınca hiçbir şey görünmez olur. Bu durumda maneviyat incilerini ve hakîkat nûrlarını görebilmek için o suyu durultmak lâzımdır. Dolayısıyla tasavvufun gâyesi, bencil ve nefsânî duyguları terbiye edip, fertleri ve netîcede toplumları sulh, sükûn ve huzûra kavuşturmaktır. Bu itibarla küfür, şirk ve günahta ne kadar ileri gitmiş olursa olsun hiçbir insan, hidâyet dâvetine muhâtap olmaktan mahrum bırakılamaz. Bunun asr-ı saâdetteki sayısız misâllerinden biri de şöyledir:
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd ederek kendisini derin bir teessüre gark eden Vahşî’yi, İslâm’a dâvet etmesi için ashâbından birini gönderdi. Vahşî ise Rasûlullâh’a cevâben:
“–Yâ Muhammed! Sen, «Bir kimseyi öldüren, yâhud Allâh’a şirk koşan, veyâ zinâ eden biri, kıyâmet günü iki kat azâba uğrar ve cehennemde hor ve hakir olarak ebediyyen kalır.» (el-Furkan, 68-69) diye Allâh’ın hükmünü beyân etmiş iken, beni nasıl oluyor da İslâm’a dâvet edebiliyorsun? Ben ki bu çirkinliklerin hepsini yaptım. Benim için nerede bir kurtuluş yolu olacak ki?” dedi.
Allâh Teâlâ:
“De ki: Ey nefslerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allâh bütün günahları affeder. Muhakkak o Gafûr ve Rahîm’dir.” (ez-Zümer, 53) âyetini inzâl etti.
Nihâyet Vahşî, âyet-i kerîmedeki müjde ile ferahladı ve:
“–Rahmetin ne kadar da büyük ey Rabbim!” diyerek ve tevbe-i nasûhta bulunarak arkadaşlarıyla birlikte müslüman oldu.
Bu ve benzeri hakîkatlerden ilham alan tasavvufî üslûbun en önemli özelliği, insana bakış tarzıdır. Buna göre insan, ilâhî hitâba mazhar ve sıfât-ı ilâhiyyenin kâmil tecellîlerine nâil olmuş ve Rabbine halîfe olma istidâdıyla yaratılmıştır. Bu bakımdan zübde-i âlem (kâinâtın gözbebeği) olarak Rabbinden bir sır taşımaktadır. Dolayısıyla biraz önce de ifâde ettiğimiz gibi, işlediği günahlar sebebiyle kadr u kıymeti ne derecede düşerse düşsün, özündeki değer bâkîdir. Ancak tasavvuf bunu söylerken de elbette ölçüsüz değildir. Onun yaptığı kısaca:
“Günahkâra olan müsâmahayı günaha taşırmamak, günaha olan düşmanlığı da günahkâra sıçratmamaktır.”
Bu yönüyle tasavvuf, günümüzde İslâmî tebliğin en verimli bir vâsıtasını teşkîl eder. Çünkü insanlar dâimâ Abdülkâdir Geylânî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Yûnus Emre, Bahâeddin Nakşibend ve Mevlânâ misâli Hak dostlarının muhabbet kucağını özlerler.
TASAVVUFUN BİR MÜSLÜMANIN HAYATINDAKİ YERİ NE OLMALIDIR?
Altınoluk: Verdiğiniz bilgilerle tasavvufun, insanı nasıl ham hüviyetten kâmil bir hüviyete ulaştırdığını ifâde ettiniz. Bu gerçeğe binâen tasavvufun, bir Müslümanın hayâtındaki yeri ne olmalıdır? Diğer bir tâbirle, tasavvufsuz olmaz mı?
–Çok mühim bir suâl sordunuz.
Tasavvuf, engin bir derûnî yapı ve muhtevâ ile ehl-i îmânın elinde vazgeçilmez bir İslâmî tecellî, feyiz ve olgunluk nîmetidir. Bu bakımdan o, hem Müslümanların kemâle ermesi, hem de gayr-i müslimlerin hidâyetine vesîle olunabilmesi ve onlara İslâm’ın doğru bir şekilde yansıtılabilmesi için pek büyük bir ehemmiyet arz etmektedir.
Zîrâ bütün kitâbî bilgiler, hakîkatte bir tohuma benzerler. Nasıl ki tohumlar toprağa ekilmeyip sadece ambarda kaldığında yıllar geçse de onlar yine bir tohumdan başka bir şey olamazlarsa, kitâbî bilgiler de yalnızca satırlarda veya raflarda kaldığında durum aynıdır. Buna mukâbil toprağa gömülen tohumlar ise, vasıflarına göre büyüyüp serpilir, kimisi devâsâ çınarlar hâline gelir. Tıpkı bu şekilde gönül toprağına ekilen ilim tohumları da, kalbleri birer mâneviyat bahçesi hâline getirir ki, ilim ve irfânın gerçek meyveleri olan sır ve hikmetler o zaman elde edilir.
Bu açıdan dînin fetvâ yönü bir binânın temel direkleri, takvâ yönü ise, o direkler etrafındaki tamamlayıcı kısımlar ile güzellik ve zarâfet unsurlarıdır. Bir taraftan bu iki özelliği birleştiren tasavvuf, bir taraftan da güzel amel ve ahlâk mükemmelliğine ilâve olarak; insanı, Kur’ân’ı ve kâinâtı açıklamakta, mes’ûliyetlerin daha geniş bir hikmet ile idrâk ve îfâsını sağlamaktadır. Bu itibarla tasavvuf, muhabbetullâh ve mârifetullâh bahsinde kullara, gönüllerinden mîrâca doğru açılmış mânevî bir pencere mâhiyetindedir.
Dolayısıyla tasavvuf, rûhun ve kalbin vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. Böyle olunca da her müslümanın hayâtında az ya da çok var olması gereken bir gerçektir. Daha doğrusu bir yerde insan varsa orada tasavvuf söz konusudur.
Bu gerçeği bir kenara bırakarak «tasavvufsuz olmaz mıydı» demek, «İslâm’ı temellendiren tefsir, hadis, kelâm, fıkıh ve diğer ilimler olmasa olmaz mıydı» cinsinden bir soru sormaktır. Tasavvufu gereksiz görmek; ihlâs, takvâ, irfân, nefsi tezkiye, kalbi tasfiyeyi, hâsılı Allâh’a ihsân makamında samîmî olarak kullukta bulunmayı gereksiz görmek demektir. Zîrâ tasavvuf ile bu hakîkatler kastedilmektedir. Dolayısıyla bu hakîkatleri yaşayan kimse, eğer tasavvuf ismini kabul etmiyorsa bile, o da bize göre tasavvufu yaşıyor demektir. Çünkü takvâ, zühd, ihsân ve tasavvuf, hakîkat ve muhtevâları itibârıyla aslında aynı mânâya ve gâyeye delâlet etmekte olan birbirine yakın terimlerdir. İsimlendirme sadece bir alemdir. Bütün bu ifâdelerin merkezinde, bütün bir beşeriyetin en yüce mürşid-i kâmili olarak yegâne nümûne, üsve-i hasene (en güzel örnek) Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve onun mânevî terbiyesinde yetişmiş olan ve her biri bir ulvî şahsiyet ve mâneviyat yıldızı olan Ashâb-ı Kirâm vardır.
Diğer taraftan kalbin itmi’nâna ermesi, huzur, sükûn ve saâdete kavuşması, mânen ulaştığı seviyeye bağlıdır. Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi îcâb eder. Zîrâ kalbin ilim ve hikmetle dolması, dînin yüksek hakîkatlerine muttalî olması ve kulun mânen tekâmül edebilmesi, ancak birtakım ameliyeler netîcesinde mümkün olabilir.
Nitekim beşeriyete nümûne olarak gönderilen peygamberler bile, vahye muhâtap olmadan önce bir hazırlık döneminden geçirilmişlerdir. Zîrâ kalbin, latîf mânevî tecellîleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması, hassâsiyet kazanması ve belli bir kıvâma ulaşması gerekmektedir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha peygamberlikle vazîfelendirilmeden önce Hirâ Mağarası’nda îtikâfa çekilirdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la mükâlemesinden evvel, Tûr-i Sînâ’da kırk gün, bir nevî riyâzâta girmişti. Yusuf -aleyhisselâm-, Mısır’a sultan olmadan önce on iki sene zindanda kaldı. Orada çile, riyâzât, mücâhede ve meşakkatin bütün kademelerinden geçirildi. Böylece mübârek kalbi, Allâh’tan gayrı bütün istinadlardan ve alâkalardan tamâmen sıyrıldı.
İNŞİRAH SÛRESİ'NİN SIRRI
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’a çıkmadan evvel “İnşirah Sûresi”nin sırrına mazhar oldu. Sadrı açılarak kalb-i şerîfleri yıkandı. İlim ve hikmetin rûhâniyetiyle dolduruldu. Çünkü O, Mîrâc’da acâib ve garâib hâdiselerle karşılaşacak, beşerî kesâfetle görülemeyecek esrâr-ı ilâhîyi ve değişik, latîf manzaraları seyredecekti.
Allâh’ın seçkin kulları olan Peygamberler dahî kalb tasfiyesinden geçirilirse, diğer insanların kalbî arınmaya ne denli muhtaç olduğu ortaya çıkar. Zîrâ kesîf bir kalb ile, Latîf’e yaklaşılamaz. Burnu duyarsızlaşmış birisi gülün, karanfilin kokusundan bir hisse alamaz. Buğulu bir camdan net bir manzara seyredilemez. Diğer yandan helâlin içine bir zerre de olsa haramın veya şüphelinin karışması, bir testi menbâ suyuna bir damla necâsetin karışması gibidir ki, onun bütün sâfiyet, makbûliyet ve feyzini keser.
Bu sebeple kalbin mânevî hassâsiyeti ziyadeleşerek ilâhî sır ve hikmetleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması, letâfete bürünmesi zarûrîdir. Çünkü Cenâb-ı Hak:
“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89) buyurmuştur.
Kalbin selîm hâle gelmesi ise, ancak mânevî terbiye ile sâfiyet kazanmasına bağlıdır.
Zîrâ mânevî terbiye öncesinde kalb, soğuk demir gibidir. Onun arzu edilen şekli alabilmesi için evvelâ ateşte tavlanması, paslarından kirlerinden arınması, katılıktan çıkıp yumuşaması ve dövülmesi gerekmektedir. Ancak bu merhalelerden sonra arzu edilen şekli alıcı hâle gelebilir. Tıpkı bunun gibi bütün bu ameliyeler tatbîk edilmeden, kalbî kemâlât da gerçekleşemez. Kalbî kemâlât gerçekleştikten sonra ise baş gözüyle görülemeyen, akılla idrak edilemeyen hakîkatler âlemi, bir zevk hâlinde kavranır ve kalben hissedilir. Bunun için kalbî tâkat ve dirâyeti olgunlaştırmak gerekmektedir.
Bu olgunlaştırmanın ehemmiyetini îzâh sadedinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Selçuklu Medresesinde zâhirî ilimlerin zirvesinde bir “dersiâm” iken, içinde bulunduğu hâlini “hamdım”; mârifetullâh tecellîleriyle dolu kâinat bir kitap hâline gelip onda meknuz sırlar kendine ayân olmaya başladığındaki hâlini de “piştim”; zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir.
Bu da gösteriyor ki, kulun Allâh katındaki makbûliyeti daha ziyâde kalbî inkişâfa bağlı olduğundan, kalbin kemâle ermesi için başlı başına bir mânevî eğitime ihtiyaç vardır. Bu gerçeğin sayısız müşahhas misâllerini ashâb-ı kirâm hazarâtı sergilemişlerdir. Nitekim onlardan niceleri kızlarını diri diri toprağa gömen taş gibi birer varlık iken Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi altında, gözleri ve gönülleri yaşlı birer şefkat ve merhamet âbidesi hâline gelmişlerdir. Canlarını ve mallarını Allâh ve Rasûlullâh uğrunda bezletmişlerdir.
Özet olarak demek istiyoruz ki:
Tasavvufsuz Müslümanlık olabilir, ancak bu, ihsân kıvamından mahrum bir Müslümanlık olur. Yâni mânevî bir eğitim olan tasavvuftan tecrîd edilmiş bir İslâmî hayat, kişiyi “Allâh’ı görüyormuşçasına bir kulluk kıvamı”na ulaştıramaz.
Altınoluk: Efendim, Altınoluk okuyucuları zât-ı âlînizin gönül dostlarıdır. Sizinle gönül ikliminde buluşmayı bahtiyarlık addeden insanlardır. Onlara tasavvuf hakkında son olarak ne söylemek istersiniz?
–Buraya kadar söylediklerimize ilâveten ehlullâhın, üzerinde ısrarla durduğu öğüt ve nasîhatlerden bir kısmını ifâde etmek isterim:
Tasavvuf, Allâh Rasûlü’nün ahlâkını kazanmaya çalışmaktan ibâret bir mânevî eğitimdir. İbâdette vecd, muâmelâtta fazîlet hâlidir. Bu da, kâinâtın Hâlık’ına ve O’nun Rasûlü’ne aşk ile yöneliştir. Onun için samîmî bir aşk ve yöneliş ile dostluğun merkezine Mevlâ’yı ve onun Rasûlü’nü yerleştiren Hak dostları ebediyyen bütün insanlığın dostu olmuşlardır.
Sâlihlerle ülfet ve sohbet mü’mini sâlihleştirir. Zîrâ enerjik (feyizli) karakterlerde sirâyet özelliği vardır. Ruhlara nizam ve mâneviyat aşısı yapacak sâlihler nefsini arındırmış, dünyanın alâyişinden vazgeçmiş kimselerdir. Onların gönül hânesi feyz-i ilâhî ile doludur. Onlarla ülfet, kulu elinden, dilinden bütün mahlûkatın istifâde ettiği bir kul hâline getirir.
Muhabbet, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. İnsan gönül verdiğine meftun ve hayran olur. Onu taklit eder. Bu itibarla mü’min, her vesîle ile her sahadaki gayretinde «muhabbet» iksirini kullanmalıdır.
İlmin şahsiyet kazanarak irfâna tebdîli, Cenâb-ı Hakk’ın kalbde tanınmasına vesîle olur. Kâinât, hikmet ve sırlar muammâsıdır. Bilmek, seyretmek değil, hikmet ve sırra âşinâ olmaktır.
Kalbin kesâfetten kurtulup letâfete bürünmesi, Mevlâ’ya yakınlığı nisbetindedir. Kalbi dirilen mü’min, ölümsüzlüğe kavuşur. Bunun zıddına, nefsâniyete bürünen ise büründüğü nisbette insanlık sıfatını kaybeder.
İslâm ahlâkının esâsı, Rabb’e aşk ve ihlâs ile yöneliş; bu yönelişin yegâne nişânı da hiç şüphesiz «hizmet»tir.
Muhabbet, zahmetleri rahmete inkılâb ettiren en sihirli bir vâsıtadır. Muhabbet ile îfâ edilen bir hizmet ne kadar ağır olursa olsun kolaylık ve huzur ile deruhte edilir. Aynı zamanda bir hizmetin değeri, onun îfası için katlanılan fedâkârlığın büyüklüğüne ve ibâdet vecdi ile îfâ edilmesine bağlıdır. Samîmî ve gerçek hizmetler, kalbî olgunluğun bir şâheseridir. Bu kemâle eren kalbler «nazargâh-ı ilâhî»dir.
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da çok zikrettiği «Rahmân ve Rahîm» isimleri, O’nun merhametini ifâde eden esmâdandır. Bir mü’minde de merhamet ve şefkat, tabiat-ı asliye hâline gelmelidir.
Şefkat mahrumu, acımayı bilmeyen kimse, en büyük hazineyi bütün saâdetlerin kapısını açan anahtarı yitirmiştir. En çok, acımayı bilmeyen merhamet mahrumlarına acımalıdır.
Zulme sebep, muhabbetten mahrûmiyettir. Sevmeyen insan, her zaman canavarlaşan zâlim bir varlık hâline gelebilir. Hakîkî aşkın meyvesi şefkat ve merhamettir. Yeryüzünde şefkat ve merhametle fetholunamayacak hiçbir gönül ve belde düşünülemez. Zîrâ güneş için ısıtmamak nasıl imkansız ise, kuvvetli ruhlar için de mahlûkâta acımamak öyle imkânsızdır.
Âşık gönüllerde müstesnâ bir yeri olan Hallâc taşlanırken:
“−Yâ Rabbî! Benden evvel beni taşlayanları affet!” diye yalvararak büyük bir gönül îsârı örneği sergiledi.
Mânevî yolda seviyemizi görmek istersek, hâlimizi ve davranışlarımızı tahlil etmemiz îcâb eder.
“Benlik” ve “iddiâ” manevî yolun kanseridir. İblis, vaktiyle üstün bir mevkî sâhibiyken bu yüzden hüsrâna dûçâr olmuştur.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yâni bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler de girse onları bahar iklimiyle kucaklayarak bütün âleme bir gül olabilmektir.”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yayınları, 2013
YORUMLAR