Tasavvufta Her Şey, “Hiç”liği İdrakten Sonra Başlar
Tasavvuf ne ile başlar? Tasavvufta her şey “hiç” ve “yok” halini idrak etmekten sonra başlar...
Tasavvufun mücâdelesi; iç âlemden, varlık, benlik, gurur ve kibri kazıyıp atarak “hiçlik” ve “yokluk” hâlini idrâk ettirmektir.
TASAVVUFTA HER ŞEY, “HİÇ”LİĞİ İDRAKTEN SONRA BAŞLAR
Ârifler Sultânı Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, hâcegândan, yani ilim erbâbı hoca efendilerden idi. Buna rağmen, mânevî intisâbının ilk yıllarında, insanların gelip geçtiği yolları temizlemiş, hastalara, âcizlere, hattâ yaralı hayvanlara hizmet etmiştir. Bu şekilde, büyük bir tevâzû ve hiçliğe bürünmüştür. Nitekim Hâce Hazretleri’nin şu sözü de, onun bu hâlet-i rûhiyesine tercüman olmaktadır:
Âlem buğday ben saman,
Herkes yahşi ben yaman! (Yani herkes iyi, kötü olan yalnız benim.)
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de (v. 1827), kendisine ilimde “Şemsüʼş-Şümûs”, yani “Güneşler Güneşi” denildiği bir zamanda, Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleriʼnin (v. 1824) dergâhına gitmişti. Fakat Dehlevî Hazretleri onu karşılamaya bile çıkmadı. Üstelik o büyük âlimi dergâhının mihrâbında veya kürsüsünde vazifelendirmedi. Önce enâniyetin bertarâfı ve hiçliğin tahsili için, onu helâ temizliğiyle vazifelendirdi.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de (v. 1628) Bursa kadısı iken, Üftâde Hazretleriʼnin dergâhında hiçlik ve yokluğa erebilmek için, benzeri merhalelerden geçti. Süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer sattı. Gurur, kibir ve enâniyeti bertaraf eden bu nevî merhaleler neticesinde, cihan pâdişahlarına istikâmet veren, büyük bir mürşid-i kâmil oldu. Şimdiye kadar sayısız kadı geldi geçti; fakat onlar içinde Hüdâyî Hazretleri, bu husûsiyeti sebebiyle 400 seneden beri gönüllerde yaşamaya devam ediyor.
Şüphesiz ki bütün tasavvufî usûl ve metodlarda olduğu gibi, nefsi terbiye hususundaki bu usûller de nebevî terbiyeye veya onun ashâb-ı kirâmdaki akislerine dayanmaktaydı. Şu hâdise, bunun ne güzel bir misâlidir:
Ashâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Halîfe Hazret-i Ömer’in üzerinde bir elbise gördüm; on yedi tâne yaması vardı. Ağlayarak evime döndüm. Bir müddet sonra tekrar yola çıktım. Yine Hazret-i Ömer’le karşılaştım. Omzuna bir su kırbası koymuş, insanların arasından yürüyüp gidiyordu. Ona hayretle:
«‒Ey Mü’minlerin Emîri!» dedim. Bana:
«‒Sus, konuşma, bunun sebebini daha sonra sana söyleyeceğim!» buyurdu.
Onunla birlikte yürüdüm. Yaşlı bir kadının evine girip suyu onun kaplarına boşalttı. Sonra birlikte Hazret-i Ömer’in evine döndük. Ona niçin böyle yaptığını sordum. Şöyle buyurdu:
«‒Sen gittikten sonra yanıma Rum ve Fars elçileri geldi. Bana;
“‒Allah sana hayırlar, iyilikler versin ey Ömer! Bütün insanlar senin ilmin, fazîletin ve adâletin hususunda ittifak ettiler!” dediler.
Onlar yanımdan çıkınca bana, kendimi beğenme duyguları geldi. Ben de hemen kalkıp nefsime o gördüğün şeyleri yaptım.»” (Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 380)
İşte tasavvufta da her şey, nefse haddini bildirerek “hiçlik” hâlini idrâk ettikten sonra başlar. Bu hassâsiyeti kazanan gönüllerden, müstesnâ faziletler zuhûr eder. Bu hususta yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın şu hâli, ne kadar ibretli bir misaldir:
İyâs bin Seleme -radıyallâhu anh-, babasından şöyle nakleder:
“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çarşıya uğradı. Elinde bir asâ vardı. Asâyı bana doğru sallayarak;
«‒Ortada durma, müslümanların yolunu kapatma!» dedi. Asâ elbisemin ucuna dokundu. Bir sonraki sene tekrar karşılaşınca bana:
«‒Seleme, hacca gidecek misin?» diye sordu. Ben de:
«‒Evet.» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana 600 dirhem verdi ve:
«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar, sana salladığım asâya karşılıktır!» dedi. Ben:
«‒Ey Mü’minlerin Emîri, bahsettiğin asâ meselesini hatırlayamadım?» dedim. O da:
«‒Ben ise hiç unutamadım!» dedi. (Taberî, Târîh, IV, 224)
Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:
“Yüce mertebelere ulaşan Hak dostları, ihlâsla yaptıkları amelleri yanında, nefislerini de tezkiye ettikleri için yükseliyorlar.”[1]
“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecburîdir, aynı şekilde gönülden, kibri, hasedi ve hırsı bertarâf etmek de zarurîdir.”[2]
Hakîkaten bütün Allah dostlarını zirveleştiren sır; bu tevâzû, hiçlik ve yokluk hâlidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar;
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!” buyurmuşlardır.
Nefsin en zor terk edebildiği kötü huy ise; gurur, kibir ve enâniyettir. İlk mutasavvıflardan Ebû Hâşim es-Sûfî:
“Kalpte yer etmiş bir kibri kazımak, dağları iğne ile kazmaktan daha zordur.” buyurmuştur. Fakat bu başarılmadıkça da, mânen tekâmül edebilmek ve dînin hedeflediği “kâmil insan” hâline gelebilmek mümkün değildir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte;
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennetʼe giremez.” buyrulmuştur. (Müslim, Îmân, 147)
Bu bakımdan; gurur, kibir, ucup ve enâniyet; mânevî yolun kanseridir. Tasavvufî terbiyenin gâyesi de; nefsâniyetten doğan “ene” yani “ben” demeyi terk edip dâimâ “Sen yâ Rabbi!” diyerek enâniyete iptal mührünü vurabilmektir.
Ârif gönüllerde husûsî bir yeri bulunan Hallâc-ı Mansûrʼun hâlini, mânâ âleminde seyredenlerden nakledildiğine göre; onu darağacında astıkları vakit İblis yanına geldi ve:
“–Bir «ene» sen dedin, bir «ene» de ben dedim. Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime ise lânet yağıyor!” diye sordu. Hallâc, İblis’e şu cevâbı verdi:
“–Sen, «Ene» demekle kendini Âdem’den üstün gördün. Kibrini ortaya koydun. Ben ise «Ene’l-Hak» dedim, kendi varlığımı Hak’ta yok ettim. (Tıpkı bir nehrin okyanusa karışınca artık nehirliğinden iz kalmaması gibi benliğimi erittim, nefsimi Rabbime tam bir teslîmiyetle râm ettim.)
Benliği ortaya koymak demek olan kibir, Cehennem alâmetidir. Benliği bertaraf etmek, yani Hak’ta fânî olmak ise, «hiç»liğin ifâdesidir. Bu sebeple bana rahmet, sana ise lânet ve zillet indi.”
Şeytan -aleyhillâne-, Cenâb-ı Hakkʼın emrine îtiraz edip Oʼna karşı ilk isyânı işlediğinde, günahını itiraf edip af dileyeceği yerde; gurur, kibir ve enâniyetinin esiri olup hatâsında ısrar etti, günahından pişmanlık duymadı. Nefsini kınayıp tevbe etmek yerine; inat ve gururunun kurbanı oldu. Böylece Cenâb-ı Hakkʼın lânetine dûçâr oldu.
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ vâlidemiz de, şeytana uyup Allâhʼın yasakladığı ağacın meyvesinden tadarak, ilâhî emre itaatsizlik ettiler. Fakat onlar, şeytanın yaptığı gibi hatâlarını bahânelerle örtbas edip kendilerini temize çıkarmaya çalışmak yerine, hemen nefislerini kınayıp gerçeği samimiyetle îtiraf ederek:
“Dediler ki: «Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlakâ ziyan edenlerden oluruz.»” (el-A’râf, 23)
Yanlıştan dönme fazîletini sergileyip, pişmanlık ve mahcûbiyet içinde, Cenâb-ı Hakkʼın rahmet ve mağfiretine sığındılar. Samimî gözyaşlarıyla yaptıkları tevbe ve istiğfarları Cenâb-ı Hak tarafından kabul olununca da, ilâhî lûtfa nâil oldular.
Bu bakımdan tasavvufun en büyük mücâdelesi; Rabbine karşı nefse haddini bildirmektir. Zira nefs, ibadet hâlinde dahî kendini beğenir, başkalarının noksanlıklarına takılarak dolaylı yoldan kendini üstün görür.
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, Gülistan adlı eserinde şu hâtırasını nakleder:
“Çocukluğumda da ibadetlere çok düşkündüm. Geceleri kalkar, ibadetle meşgul olurdum. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Bâzı kimseler ise etrafımızda uyuyorlardı. Babama:
«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim. Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve:
«–Oğlum! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın!» karşılığını verdi.” Yani babası Sâdî’ye âdeta şu dersi veriyordu:
“–Senin hor gördüklerin, seher vaktinin feyzinden mahrum iseler de, onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günahı yazıldı…”
İşte nefsin, bu misalde olduğu gibi “sûret-i hak”tan görünen sayısız tuzakları vardır. Kendinde bir varlık hissederek nefsânî bir üstünlük duygusuyla “ben” diyen kimse -isterse mâneviyat yolunda hizmet eden öndeki bir mürşid olsun- yolun hakîkatinden uzaklaşmış demektir.
Bu hususta şu hâdise, ne kadar hikmetlidir:
Büyük müçtehid Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Bağdat’ta pazardan dönerken, onu elinde çantasıyla görenlerden biri koşarak gelip, çantasını taşımak ister. Hazret, çantasını vermek istemeyince de adamcağız:
“–Efendim, büyüklerimize hizmet, bizim vazifemizdir.” diyerek ısrar eder. Ahmed bin Hanbel Hazretleri ise bu söze, şu hikmetli ifâdeyle mukâbelede bulunur:
“–Biz kendimizi çantası taşınacak büyüklerden bilirsek, bu kibir olur; gerçek küçüklerden biri olduğumuzun delilini teşkil eder. Bu sebeple, bizi büyüklerden bilmek, size sevap kazandırsa bile, bizi gaflete sürükler. En iyisi, kendimi çantası taşınacak büyüklerden biri saymayıp yükümü kendim taşımalıyım. Çünkü mahşerde de herkes kendi yükünü kendisi taşıyacak ve kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecektir.”
İşte bu mübârek şahsiyetleri büyük yapan sır, bu tevâzû, hiçlik ve yokluk hissiyatlarıydı. Buna mukâbil bilhassa günümüzde bâzı mânevî yolların rehberlerinin(!), kendilerine bir güç, kuvvet ve kudret izâfe edercesine, mağrur, mütekebbir ve egoist tavırlar içine girmeleri, temsil ettikleri yola da zehir serpmekte, bulundukları mânevî yolun nezâket ve zarâfetini de lekelemektedir. Hâlbuki; “Mahkeme kadıya mülk değildir.” sözünün de ifâde ettiği gibi, mâneviyat yolu, hiç kimsenin hakk-ı müktesebi değildir…
Dipnotlar:
[1] Attâr, Tezkire, s. 622. [2] Attâr, Tezkire, s. 629.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları
YORUMLAR