Tasavvufta Kemâle Ermek
Tasavvuf; Kur’ân ve Sünnet’le kemâle ermektir… Peki tasavvufta Kur’ân ve Sünnet’le kemâle nasıl erilir?
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -bir başka ifâdeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun, kalpte şuur ve idrak hâline gelmesidir.
Zira Cenâb-ı Hak buyurur:
“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)
“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)
TASAVVUF; KUR’ÂN VE SÜNNET’LE KEMÂLE ERMEKTİR…
İslâmʼın hedeflediği “kâmil bir insan” seviyesine nâil olabilmek için, dînî hayatı; madde ve mânâ bütünlüğü, zâhir ve bâtın derinliği, akıl ve kalp âhengi, şekil ve ruh beraberliği içinde kavrayıp yaşamak îcâb eder.
Gerçek tasavvuf, İslâmʼın zâhirine ilâveten, bâtın plânında da kavranıp yaşanması gayretinden ibârettir. Bu ise meşhur tâbiriyle; “şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet” bütünlüğü içerisinde İslâmʼı idrâk etmeyi gerekli kılar.
Hakîkaten bir mü’min, “îmandan ihsâna” giden Hak yolculuğunda mesâfe aldıkça, tefekkürü derinleşir, hayat ve kâinâta bakışındaki ölçüleri, aynı minvalde seviye kazanır:
Meselâ, ilâhî emir ve yasakların -avam ve havâs- bütün insanlığa teklif edilen asgarî seviyesi olan şerîatte; “senin malın senin, benimki ise benimdir” anlayışı geçerlidir.
Kalben istîdatlı kimselerin sülûk ettiği mânevî olgunlaşma yolu olan tarîkatte ise bu bakış açısı; “senin malın senin, benimki de -Hak rızâsı için- senin” şeklinde bir fedakârlık mâhiyeti kazanır. Cömertlik ve diğergâmlık, mânevî bir lezzet hâline gelir.
Bunun da ötesinde, Hakk’ın seçkin kullarının erişebildiği hakîkat iklîminde ise; “ne senin malın senin, ne de benim malım benim; hepsi Allâh’ındır!” telâkkîsine ulaşılır. Bu sâyede;
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) aslâ eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) âyetinde buyrulduğu üzere, Allâhʼa yakın olabilmek için Oʼnun uğrunda en kıymetli varlıklarını bile fedâ edebilecek bir gönül kıvamına erişilir.
Ancak Hak dostu ârif kulların fazîleti olan mârifet ufkunda ise; “Hakkʼa dostluk, mâlikiyetle imtizâc etmez.” düstûru geçerlidir. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allah müʼminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)
Dostluğun kantarı fedakârlıktır. Hakkʼa dostluk ufkunda merhaleler katedenler için, kulun varlığı bir “hiç” hattâ “yok” hükmündedir. Bütün varlıklar, var olmak ve varlıklarını devam ettirebilmek için Cenâb-ı Hakkʼa mutlak sûrette muhtaçtır. Hiçbir şey, Cenâb-ı Hakkʼın murâdı ve kudreti olmadan, kendi başına ne var olabilir ne de varlığını sürdürebilir. Varlığı başkasına muhtaç olmayan yegâne varlık, “Vâcibüʼl-Vücûd” olan Cenâb-ı Hakʼtır.
Şu hâdise, bu hakîkatlerin ne güzel bir misâlidir:
Şeyh Şiblî Hazretleri’ne:
“‒Beş devede ne kadar zekât verilir?” diye sorulmuştu. Şeyh Şiblî:
“‒Vâcib olan, bir koyundur; ancak bize göre hepsi Allah içindir.” dedi.
“‒Bu hususta delilin nedir?” diye sorulunca Şiblî Hazretleri şu cevâbı verdi:
“‒Ebû Bekir Efendimiz’dir. O, malının tamamını Allah yolunda infâk etmiştir. Kim bütün malını Allah yolunda bezlederse / cömertçe harcarsa, o, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Efendimiz’in meşrep ve husûsiyetindedir. Kim de malının büyük bir kısmını infâk ederse, o da, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın meşrep ve husûsiyetindedir...
Dünyayı (kalben) terk etmeye götürmeyen ilim, (gerçek) ilim değildir.”[1]
Yine İslâmʼı “şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet” bütünlüğü içerisinde idrâkin diğer bir misâli sadedinde ifâde edelim ki;
- Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.
- Tarîkatte, doyuncaya kadar yemek israftır.
- Hakîkatte, kifâyet miktarını, Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır.
- Mârifette de, bütün bunlara ilâveten, nîmetlerdeki ilâhî kudret ve esmâ tecellîlerini tefekkür etmeden yemek israftır. Zira mikrodan makroya kadar yaratılmış her varlık, Yaratıcıʼsının sonsuz kudret ve azametine birer delil mâhiyetindedir.
Büyük velîlerden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemek pişirip sofra kurma işlerinde bizzat hizmet ederdi. Yemek hazırlanırken ve yenirken, kalben uyanık olup bir an bile gâfil kalmamaları için, talebelerine tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri, bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı bile Allâhʼı unutarak yemelerine gönlü râzı olmazdı.
Yemek; zâhiren bir ibadet değildir. Fakat Allâhʼı zikrederek yenilen her lokma, ibadetlerde feyz ve huşû hâline vesîle olur. Allahʼtan gâfil olarak yenilen lokmalar ise, kalbe kasvet, gaflet ve hantallık verir.
Allah Rasûlü’nün mânevî terbiyesi altında, sahâbenin ulaştığı kalbî seviyeyi, Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın şu sözü ne güzel hulâsa etmektedir:
“Biz yenilen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” (Buhârî, Menâkıb, 25)
Velhâsıl, burada birkaç misâl üzerinden îzah etmeye çalıştığımız İslâmî hassâsiyet mertebelerini, âdeta bir şablon gibi düşünerek, ibadetlerden âile hayatına, komşuluk münâsebetlerinden ticârî ve iktisâdî faaliyetlere kadar, akla gelebilecek bütün beşerî hâl ve davranışlara tatbik edebilmekle, gerçek mânâda “tasavvufî derinliğe” ulaşılabilir.
Dipnot:
[1] Ahmed Zerrûk, Kavâidü’t-Tasavvuf, kâide: 33.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları