Tasavvufun Doğuşu
Tasavvuf ilmi ne zaman ortaya çıkmıştır? Tasavvuf nasıl ortaya çıkmıştır? Tasavvufun doğuşu ve gelişimi.
Cenâb-ı Hak, insanoğluna ihsân ettiği sonsuz nîmetlerine ilâveten:
“Rûhumdan (kudretimden bir sır) üfledim”[1] buyurarak, kendi katından bir cevheri ikram etmekle, ona kıymetlerin en yücesini lutfetmiştir. Buna mukabil olarak da onun, Zât-ı Ulûhiyyet’ine muhabbet sûretiyle kullukta bulunmasını, neticesinde de mârifetten nasîb alarak, vuslata ermesini murâd etmiştir.
Hak Teâlâ, kullarını hidâyete ulaştırmak için, insana birtakım üstün vasıflar lutfetmiştir. Buna ilâveten bir de, aralarından müstesnâ yaratılışlı, vahye mazhar olmuş bazı kullarını peygamber olarak vazifelendirmek sûretiyle onlara ihsanda bulunmuştur. Peygamberlerin olmadığı zamanlarda ise, verese-i enbiyâ olan sâlih kullarıyla bu lutfunu devâm ettirmiştir.
Rabbin insanlığa müstesnâ bir yardımını ifâde eden peygamber gönderme keyfiyeti, bütün insanlığı şümûlüne alabilmesi için Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile başlamıştır. Hazret-i Âdem, hem ilk insan hem de ilk peygamberdir.
Bu mübârek hidâyet yolu, ilâhî kudret akışları içinde bir nûr şerâresi hâlinde müteselsilen gelen yüz yirmi bin küsur peygamberle te’yîd ve takviye edile edile, insanlığın kaydettiği terakkîye muvâzî bir tekâmül kazanmıştır. Devrin husûsiyetlerine ve muhâtapların seviyelerine uygun bir teblîgatla devâm edip giden bu silsile, nihâyet son peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de kemâline erişip âzamî zirveye ulaşmıştır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nûruyla Hazret-i Âdem’den önce, cismâniyetiyle bütün peygamberlerden sonra zuhûr etmekle, nübüvvet takviminin ilk ve son yaprağı olmuştur. Yâni risâlet takvimi, varlığın ilki olan Nûr-i Muhammedî ile başlamış, son yaprağı da “Cismâniyet-i Muhammedî” ile nihâyet bulmuştur. Dolayısıyla O, zaman itibâriyle son, yaratılış itibâriyle ilk peygamberdir.
Bütün mevcudâtın varlık sâikı, nûr-i Muhammedî olduğundan[2], Cenâb-ı Hak Hazret-i Peygamber’i “Habîbim” hitabına mazhar olacak bir liyâkatte yaşatmıştır. Rabbimiz, O’nun müstesnâ ve mûtenâ hayatını zâhiren ve bâtınen en güzel bir şekilde terbiye ederek, bütün insanlığa bir armağan olarak lutfetmiştir.
EN MÜKEMMEL ÖRNEK
Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîreti ve mübarek şahsiyeti, sırf insan idrâkine sığabilen tezahürleri ile dahî, beşerî davranışlar manzûmesinin en ulaşılmaz zirvesini teşkil eder. Zîrâ Allah -celle celâlühû- O mübarek varlığı, bütün insanlığa bir “Üsve-i Hasene” yâni en mükemmel bir ahlâk numûnesi kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, O’nu insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan “yetim çocukluk”tan başlatarak, hayatın bütün kademelerinden geçirip, kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yâni devlet reisliği ve peygamberliğe kadar yükseltmiştir. Tâ ki beşeriyet kademelerinin herhangi bir yerinde bulunan herkes, O’ndan kendisi için en mükemmel fiilî davranışları örnek alıp, kendi iktidar ve istîdâdı nisbetinde bunları gerçekleştirmeye meyledebilsin.
Esâsen Cenâb-ı Hak, O’nun, bi’setinden (peygamber olarak gönderilişinden) itibaren dünyânın sonuna kadar gelecek bütün insanlara bir örnek teşkil ettiğini beyân buyurmaktadır:
“Andolsun ki, sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)’ler için Resûlullâh’ta en mükemmel bir örnek (üsve-i hasene) vardır.” (el-Ahzâb, 21)
Bu demektir ki bütün insanlık, îmânî ve ahlâkî -daha umûmî bir tâbirle- tasavvufî davranış mükemmelliğine ulaşabilmek için o mübârek varlığın hayat ve faâliyetlerini lâyıkıyla öğrenmek mecbûriyetindedir. Öğrendiklerini kendi istîdâdı nisbetinde taklîde yönelmeli ve zamanla tahkîke ulaşmayı hedeflemelidir. Bu ise, O’na duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir. O’nunla duygulanıp feyz-yâb olmada sayısız rûhânî nasip ve tecellîler vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek şahsiyet ve kalbî hayatından tâkatimiz kadar nasib alabilmek, O’nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek, dünya ve âhiretteki şereflerin en yücesidir.
İLAHİ TERBİYE
Âlemlerin Rabbi, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i zâhiren ve bâtınen en güzel bir fıtratta yaratıp terbiye etmiştir ki O, bu ilâhî terbiyesini:
“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel kıldı.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) sözleriyle ifâde buyurmuştur.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ âlemine teşrîfinden itibâren, kırk yıl dehşetli bir câhiliyye toplumu içinde yaşadı. Buna rağmen ilâhî sıyânet, muhafaza ve terbiye altında büyüdü. Câhiliye döneminin hiçbir mâsiyetine bulaşmadı. Hattâ nübüvvete hazırlık mâhiyetinde mübarek sadırları yarılarak kalb-i şerîfleri temizlenmiş, mânevî füyûzât ve nurlarla müzeyyen kılınmıştır.
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlikten önce de tevhid muhtevâsı içinde asîlâne bir hayat yaşamış, bilhassa risâletle vazifelendirilmesine yakın zamanlarda kendini daha çok Allah -celle celâlühû-’ya gerçek bir kul olmaya adamıştı. Nûr Dağı’nda uzun müddet inzivâlara çekilmiş ve derin tefekkürlere dalmıştı. Bu inzivânın sebebi, zâhirde halkın içine düştüğü sapıklık, zulüm ve sefâletten gönlüne akseden ıztıraplarla bütün âleme şâmil merhameti idi. Hakîkatte ise, insanlığa ebedî bir meş’ale olan Kur’ân’ın ind-i ilâhîden kalb-i pâk-i Muhammedî vâsıtasıyla beşer idrâkine intikâlini sağlayacak bir hazırlık safhasıydı. Bu tecellî ve tezâhürlerle O’nun kalb âlemi, gerçek bir sâfiyete ererek, vahyi telâkkî edebilecek bir seviyeye ulaştı. Vahye hazır hâle gelen o mübarek kalb, altı ay müddetle sâdık rüyâlar şeklinde tecellî eden mânevî işaretler ve ilhamlara mazhar oldu. Böylece kendisine mâneviyât âleminden esrar perdeleri aralandı. Bu dönem, vahye muhâtap olmak gibi, sıradan kullar için tahammülü imkansız derecede ağır bir yükü taşımak husûsundaki fıtrî istîdâdın, zâhire çıkma mevsimi idi. Tıpkı ham demirin derûnundaki istîdat ile çelikleşmesi gibi…
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazifelerinin cümlesini şahsiyet ve davranışlarında cem etti. Neseb ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti onda zirveye ulaştı. Ahkâm vaz etti. Tasavvufun özü olan kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye keyfiyetini tâlim edip, berrak bir kalb ile Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılacak kulluk ve duâyı öğretti. En güzel ahlâkı yaşayarak insanlığa mükemmel bir numûne teşkil etti. Kırkıncı yaşı ise, kendisi ve beşeriyet için en mühim dönüm noktası oldu.
TASAVVUFUN ÖZÜ
Tasavvuf, özü itibâriyle gönül âlemimizin selîm bir hâle gelip, mârifetullâh ve muhabbetullâhtan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sâyede ilâhî vuslata medâr olabilecek bir kıvâma gelebilmesidir. Bu kıvâm, bizi kurtaracak olan rûh, Hira ve Sevr’den kalan mukaddes bir mîrastır. Zîrâ gerek bu husûsî mekânlarda gerek diğer mekân ve zamanlarda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, vahyi telâkkîde takip ettirilen bu mânevî eğitim, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesinin feyizli zeminini teşkil etmektedir.
Henüz vahiy gelmeden önce belli bir kalbî ve rûhî seviyeye ulaşmış olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ulvî bir hayatın ve yüksek bir ahlâkın içindeydi. Lâkin ilâhî bir tâlimat ile Hira Mağarası’ndan döndüğünde, eski hayatını fersah fersah aşan yüce bir merhaleye ulaşmış bulunuyordu. Yüce Rabbiyle derin ve kuvvetli bir kalbî irtibâta geçmiş, tevhid ve mârifetullâh nûrunu bütün zerrelerine sindirerek, kullukta takvâ ve huşûun zirvesine ulaşmıştır. Öyle ki, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde kulluk ve ibâdete devam etmiş, gözleri uyusa bile kalbi dâimâ uyanık kalmış, Allâh’ın zikrinden, tefekkür ve murâkabesinden bir an bile uzak kalmamıştır.
Gerçekten O Yüce Varlık, kendisine vahyedilen Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla, devrinin seçkinlerini dahî âciz bırakmış, hayat ve icraatiyle o güne kadar ulaşılmamış ve kıyâmete kadar da ulaşılamayacak olan bir mûcize deryası hâline gelmiştir. Artık kıyâmete kadar vâkî olabilecek hiçbir keşif, O’nu tekzip edemeyecek ve hiçbir mürebbî de O’nun terbiyesinin kâbına erişemeyecektir.
Zamanla Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’deki bu rûhî ve kalbî kıvam daha da zirveleşmiş, Mahbûb’un Habîb’ine eşsiz ikramı olan Mîraç’la O, bir “sonsuzluk yolcusu” olmuştur. O gece Rabbinin husûsî misâfiri olarak ötelerin ötesine geçmiş, âyet-i kerîmede beyân edildiği vechile:
[3] قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى
sırrına mazhar olmuştur.
İsrâ ve Mîraç olarak ifâdelendirilen bu büyük ikrâm-ı ilâhî, bütün beşerî perdeler kaldırılarak idrâk üstü ve tamamen ilâhî ölçülerle gerçekleşen bir lutuftur. Beşerî mânâda mekân ve zaman mefhumu ortadan kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve müşâhedeler, çok az bir zaman içinde vukû bulmuştur. Âlemleri, Kürsî‘yi, Arş’ı ve Sidretü’l-müntehâ’yı aşmış, ru’yetullâh tecellîsine mazhar olarak Rabbiyle vasıtasız bir şekilde mükâleme gibi müstesnâ bir nîmete nâil olmuştur.
Allâh’ın lutfu sâyesinde ulaştığı bu kalbî kıvam ve kemâl ile, bütün beşeriyeti hidâyete getirme iştiyâkı içinde dîn-i mübîni tebliğe devâm etmiş, kendisine tevdî edilen bu ilâhî emaneti îfâ şuuru, onu zirvelerin zirvesi hâline getirmiştir. Vazifesini icrâya mânî olacak bütün dünyevî teklifleri tereddütsüz reddetmiş, Hakk’a kulluğu her şeyin üzerinde telâkkî etmiştir. Tebliğin ilk döneminde vukû bulan şu hâdise, bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir:
Müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber göndererek dâvâsından vazgeçmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cevap olarak amcasına şöyle buyurdu:
“–Amca! Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” [4]
İslâm nûrunun doğuşundan rahatsız olan müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla yaptıkları teşebbüslerinin netîcesiz kalması karşısında, bu defa Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geldiler ve şu tekliflerde bulunmaya cür’et ettiler:
“–Zengin olmak istiyorsan, sana istediğin kadar mal verelim; öyle ki kabîleler arasında senden zengin kimse bulunmasın!
Reislik arzusundaysan, seni kendimize baş yapalım; Mekke’nin hâkimi ol!
Şâyet asîl bir kadınla evlenmek fikrinde isen, sana Kureyş’in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim!
Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu dâvâdan vazgeç!”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de o gâfillere, yaptıkları ve yapacakları bütün süflî ve nefsânî taleplerin hepsine birden cevap mâhiyetinde şöyle buyurdu:
“–Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat, ne reislik, ne de kadın! Benim tek istediğim, tapmakta olduğunuz âciz putlardan vazgeçerek yalnız Allâh’a kulluk etmenizdir!” [5]
Hiç şüphesiz bütün insanlığa emsâl olacak bu tavır ve beyânlar, îmânda sebâtın ve vazife şuurunun en mükemmel bir tezâhürüdür. İdeal ve tertemiz bir kulluk hâlidir.
Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yapılan bu kabil yersiz teklif, talep ve seslenişler, dünyâ mukâbilinde âhiretten “vazgeçmek” mâhiyetindeydi. Nitekim insanlık târihi, dünyânın, nefislere seslenip onları kendisine çağırması ve sonsuz olanı perdeleyip fânîliğe âit hevâ ve hevesleri yaldızlaması karşısında eriyen nice irâdeler ve sayısız aldanışlarla doludur.
Esasen, ilk olarak Âlemlerin Rabbine hamd ile başlayan, neticede de kalbi menfî duygu, düşünce ve vesveselerden arındırıp bütün mahlûkâtın yegâne Rabbine mutlak mânâda sığınmayı emrederek son bulan Kur’ân-ı Kerîm’in, kıyamete kadar insanlığa nazarî bir hidâyet rehberi oluşuna mukâbil; insanlığın fiiliyattaki rehberi olan, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yolundan ve izinden yürümek, iki cihan ufkuna şâmil beşerî saâdetin yegâne vesîle ve vâsıtasıdır. Bu büyük nîmetten vazgeçmek, hangi şey mukâbilinde mâkul olabilirdi ki?..
O Kur’ân-ı Kerîm ki, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ve O’nun vasıtasıyla bütün beşeriyete ikram olunmuştur. O ilâhî kelâm, insanı, kendisini tanıyıp eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra ve mahlûktan Hâlık’a varmaya çağırmaktadır. Nihâyetinde Allâh’ı çokça zikrederek, bütün hayatını sanki O’nu görüyormuşçasına ihsân ve takvâ duyguları içerisinde geçirip, böylece dâimâ ilâhî murâkabe altında olduğu şuuruna erdirerek, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet ve rızâsına vâsıl olma yollarını tâlim etmektedir.
Bilmelidir ki, Allâh’a muhabbet deryasına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Öyle ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itaat Allâh’a itaat; O’na isyan ise Allâh’a isyan mâhiyetindedir.
ALEM-İ SAĞİR NE DEMEK?
Yukarıda temâs etmiş olduğumuz üzere, mevcudâtın varlık sâikı, hilkatta ilk olan Nûr-i Muhammedî’ye O’nu yaratanın muhabbetidir. Bu sebeple bütün kâinât, yaratılışta ilk olan Nûr-i Muhammedî’nin şerefine ve O’na bir mazrûf olmak üzere halkedilmiştir. Nûr-i Muhammedî’ye mazrûf olan bu kâinâtın ilâhî lutuflara nâil ve muhâtap olmak yönünden zirvesi, insandır. İnsanlık manzûmesinin zirvesi de vucûd-ı Muhammedî’dir. O insan ki, bu koskoca kâinâtın bir yelpaze misâli, içinde dürülüp meknûz bulunduğu minyatür bir âlemdir. Bu sebeple kendisinden aynı zamanda “âlem-i sağîr” (küçük âlem) diye de bahsedilir. O, tohum içinde gizli koca bir çınar, zerrede gizli büyük bir kürre ve ferd içinde bir cemiyet mevcut olması kabîlinden, bünyesinde -müsbet ve menfî- büyük ve küllî oluşların hülâsasını taşıyan zübde (öz) bir varlıktır. Bu vasıfları itibâriyle “eşref-i mahlûkât” olan insan zerreciklerinin ummânında, hayâl ötesi bir zirve vardır ki, o da vücûd-i Peygamberî’dir. O’na muhâtap olanlar Fahr-i Kâinât’ı, istîdat ve iktidarları nisbetinde ve bir de muhabbet veya husûmetleri îcâbına göre telâkkî etmişlerdir. O’na muhabbetle nûr, husûmetle nâr (ateş) görünür. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali ile Ebû Cehil’in vücûd-ı Muhammedî’yi telâkkîleri arasındaki fark, bu keyfiyette tezâhür etmiştir. Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali, Âlemlerin Efendisi’ne, büyük bir aşk ve muhabbetle bakabildikleri için, öze inerek tasavvufun altın silsilelerinde ilk halkayı teşkîl edebilme şerefine nâil olmuşlardır.
İşte tasavvuf, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayatıyla zâhiren ve bâtınen bütünleşerek, engin bir muhabbetle kaynaşmaktır. Çünkü o, Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zâhirî-bâtınî, iç ve dış tecellîleri, yâni hâlidir. Onun içindir ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinden hisse alabilmek ve rûhen onunla mezc olabilmekten ibârettir. Diğer bir ifâdeyle tasavvuf, aşk ile birleşen îmân, vecd ile îfâ edilen ibâdet ve davranış güzelliğidir. Hâsılı tasavvuf, Âdem -aleyhisselâm-’a “rûh üfürülmesi”yle başlayan bir yüce nasîbin, Âhirzaman Nebîsi’ndeki kemâl tezâhüründen, muhabbet dolu kalblere akseden feyz şebnemleridir.
Tasavvufun özünü teşkîl eden bu salâhiyet ve iktidârın, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayatında, böyle kalbden kalbe, ferdden ferde intikâl keyfiyetini anlayabilmek için, O mübârek varlığın hayat ve faâliyetlerinin umûmuna toptan bir bakış atfetmek lâzımdır.
PEYGAMBERİMİZİN GÖREVLERİ
Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatın her sahasında üsve-i hasene olduğu gibi, insanları terbiye ve tezkiye etme konusunda da en güzel bir örnektir. O’nun, peygamber olarak pek çok vazîfe ve salâhiyeti bulunmaktadır. Ancak bunlar içerisinde Cenâb-ı Hakk’ın, O’na verdiği şu dört vazife temâyüz etmekte ve daha da ehemmiyet kazanmaktadır:
1. İlâhî vahyi almak. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Allah Teâlâ’nın, ekseriyetle Cebrâil -aleyhisselâm- vâsıtasıyla gönderdiği ilâhî kelâmına mazhar olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın dileyip lutfetmesiyle vâkî olan bu vahye muhâtab olma keyfiyeti, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâr-ı bekâya irtihâliyle nihâyete ermiştir.
2. Kur’ân-ı Kerîm’le nâzil olan ahkâm ve hakîkatleri, hadîs-i şerîflerde ve Siyer-i Nebî’de vârid olduğu üzere şerh ve îzah etmek. Rasûlullâh’ın bu ilmî salâhiyeti (otoritesi) müctehidler tarafından devâm ettirilmiştir.
İlâhî ahkâmın şerh ve îzâhı, beşerî hayâtın yeni îcâp ve ihtiyaçları karşısında “ictihad” adı altında devâm edip gitmektedir. Ehli bulunmadığı durumlarda bu keyfiyet, bâzan rafa kalkmış gibi görünse de, ona âit lüzûm ve zarûret hep bâkî kalmıştır. Bu vazîfe, ictihad makâmına erişen âlimlere âittir.
3. Dînin emir ve nehiylerini müessese ve nizâm hâlinde tatbîk eden ve canlı tutan idârî otoriteye sâhip olmak. Bu da halîfeler (ulü’l-emr) tarafından devralınıp devâm ettirilmiştir.
4. Ruhlarda tasarruf etmek sûretiyle insanların iç âlemini tezkiye edip düzeltmek. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e âit olan vahyi nakletme dışındaki bütün vazifelerin O’nu tâkip edenler tarafından bir şekilde devam ettirilmesi nasıl matlûb ve mecbûrî ise, O’nun, insanların iç âlemini tezkiye edip düzeltme vazifesinin de nihâyete ermemesi ve bunun meşâyıh tarafından kıyâmete kadar devam ettirilmesi, aynı şekilde matlûb ve mecburîdir. Çünkü mü’minlerin sâdece zâhirinin değil, bâtınının da temizlenmesi, ancak ve ancak bu sûretle mümkün olabilmektedir. İşte tasavvufî usûl ve esasların ana menşei, rûhu Kur’ân ve hadislerde mevcut olan bu nebevî faâliyetin her zaman ve mekânda temâdîsinden ibârettir. Meşâyıh zümresi ve onların kesintisiz devâm etme gerçeğinin kaynağı, bu îcâb ve ihtiyaçtır.
MAHZUN OLMA; ALLAH BİZİMLEDİR
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ibâdet, muâmelât ve ahlâktaki zâhirî ve bâtınî fazîletlerin merkezi ve zirvesidir. O Varlık Nûru, Mekke’deki on üç yıllık tebliğ ve tezkiye mücâhedesinden sonra Medîne’ye hicret ederken, kendisine Sevr Mağarası gösterildi. Burada bâzı tecellîler yaşandı. Zîrâ bu mağara, bir nevî ilâhî hikmetlere gark olma ve kalbi inkişâf ettirme dershânesi idi. Buradaki misâfirlik, üç gün, üç gece sürdü. Yalnız değildi. Arkadaşı, peygamberlerden sonra insanların en üstünü olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- idi. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, O’nunla mağarada üç gün arkadaşlık yapmak şeref ve fazîletine ermişti. “(Üçüncüsü Allâh olan) ikinin ikincisi...” olmuştu. Varlık Nûru, bu aziz arkadaşına:
“…Mahzun olma; Allah bizimledir!..” (et-Tevbe, 40) buyurarak, Allâh ile berâber olma (maiyyet) sırrını telkîn ediyordu. Bu hâli ârifler, aynı zamanda hafî zikir tâliminin başlangıcı ve gönüllerin Allâh ile itmi’nâna ermesinin ilk tezâhürü olarak yorumlamışlardır. Yâni tasavvufta kalbden kalbe sır naklinin İslâm târihindeki bilinen ilk tezâhür mekânı sadedinde Sevr Mağarası ve onun tâlihli muhâtabı olarak da Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- kabul edilir. Onun için Hazret-i Sıddîk -radıyallâhu anh-, ucu kıyamete kadar devâm edecek bir Altın Silsile’nin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonraki ilk halkası olarak telâkkî edilmiştir. Yâni Sevr Mağarası, sonsuz esrâr fezâsından kulu vâsıl-ı ilallâh edecek temel kalbî eğitimin önemli bir merhalesine mekân olmuştur.
Diğer taraftan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, cehrî zikri de Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a tâlim ettiği nakledilmiştir. Tasavvufun en mühim telkinlerinden biri olan zikrin tâlimi, bu şekilde bir koldan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a, diğer bir koldan da Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a nisbet edilmiştir.
TASAVVUF NE ZAMAN ORTAYA ÇIKMIŞTIR?
Tasavvuf, aslında dînin özünü teşkîl etmesi bakımından, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile başlayıp asr-ı saâdete kadar bütün peygamberlerin hayatlarında mevcut olagelmiştir. Öyle ki, her peygamberin hayatında tasavvufun pek çok düstûrunu bulabilmek mümkündür. Fakat tasavvufun günümüzdeki mânâsıyla sistemli bir ilim olarak tedvîni ve sülûk olunan bir yol olarak ortaya çıkışı, ilk olarak hicrî ikinci asırda başlamıştır.
Asr-ı saâdette; kelâm, îtikâd ve fıkha âit mezhepler, henüz teşekkül etmemişti. Bununla birlikte mezheplerin zuhûrundan evvel de îtikâdî, fıkhî vs. hükümler mevcuttu ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından sahâbeye tâlim ve tatbîk ediliyordu. Ancak bunlar, ilmî usûller dâhilinde henüz tedvîn edilmemişti. Belli bir süre sonra meselâ “fıkıh” ilminde otorite sayılan büyük âlimlerin ictihadları, talebeleri tarafından benimsenip sistemleştirilmiş ve bu farklı usûllere “mezhep” adı verilmiştir. Mezhebler, o büyük âlimlerin isimlerine nisbet edilmiştir. Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî gibi... Bu mezhepler, fıkhî ihtiyaçların hallinde bir usûl ve yol olarak geniş kitleler tarafından kabul görmüştür.
Diğer dînî ilimlerde olduğu gibi tasavvufun telkîn ettiği zühd ve takvâ hayatı da aynı minvalde asr-ı saâdette yaşanıyordu. Aradan zaman geçtikçe bu feyizli yaşayışı devâm ettiren ve kendilerine hayat tarzı edinen Hak dostları, halkın dünyâya râm olup gaflete dalmasına mânî olmak gâyesiyle, rızâ-yı ilâhî için onlara nasîhatte bulunmuş ve onları gafletten uyandırmak için îkaz etmişlerdir. Bu zevâtın bir çığır açmak, bir yol ve hayat üslûbu meydana getirmek gibi bir gâyesi de yoktu. Gâye, İslâm’ı özüne uygun olarak güzelce yaşamak ve ibâdetleri -Kur’ân ve sünnette bildirildiği üzere- huşû ile îfâ edebilmekti. Ancak onların sohbet ve nasîhatlerinden müstefîd olmak, hâllerinden kendilerine bir hisse almak isteyen insanlar, bu şahısları kendilerine mânevî birer rehber ve üstad kabul etmişlerdir. Bu kimseler, onların nasîhatlerini, yâni mü’mini rûhî olgunluğa ve istikâmete erdirecek nefsi arındırma ve terbiye usûllerini metodlaştırarak mânevî bir disiplin hâline getirmişlerdir. Netîcede bu üstadların isimlerine nisbet edilen tarîkatler meydana gelmiştir. Kâdiriyye, Mevleviyye, Nakşibendiyye vs. gibi...
TARİKATLER KAÇA AYRILIR?
Her tasavvuf kolunun Allâh’a ulaşma, tefekkür ve ihsan duygusunun kazanılması gibi husûslarda tâkib ettiği usûle tarîkat adı verilmiştir. Tarîkatler, metodlarına göre üçe ayrılır:
1. Tarîk-ı Ahyâr: İbâdet ve takvâ üzerinde yoğunlaşan tarîkatlerdir.
2. Tarîk-ı Ebrâr: Nefsi, çile ve hizmet ile terbiye etmeye ağırlık veren tarîkatlerdir.
3. Tarîk-ı Şüttâr: Aşk ve vecd ile hedefe vâsıl olmayı gâye edinen tarîkatlerdir.
Bu vesîleyle her mü’min, mânevî arınma ve rûhî olgunlaşma için mizâcına uygun bir tarîkate intisâb edebilir. Mizaçlar farklı olduğundan, tarîkatlerin çeşitliliği de tabiîdir.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Her biriniz için bir şerîat ve «minhâc» tâyin ettik.” (el-Mâide, 48) buyurmuştur.
Buradaki “minhâc” kelimesine lügatlerde “münevver bir yol” mânâsı verilmektedir. Bu da, Cenâb-ı Hakk’a takarrub (yakınlaşma) niyetiyle sülûk olunacak kulluk yolu demektir. Tasavvuf büyükleri de:
“Cenâb-ı Hakk’a giden yollar, mahlûkâtın nefesleri adedince çoktur.” buyurmuşlardır.
ŞERİ HÜKÜMLER
Diğer taraftan Kur’ânî hükümler üçe ayrılır:
1. Îtikad (inanç esasları)
2. Fıkıh
a) İbâdet
b) Muâmelât
c) Ukûbat
3. Ahlâk (Fıkh-ı Kalbî)
Fıkh-ı kalbî, iç âlemin ıslâh edilmesi, yâni ahlâktır. Îtikadın ve amelî davranışların bâtınını teşkîl eder. Ameller onunla seviye bularak “amel-i sâlih” hâline gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de, kalbin makbûl hâllerini bildiren en önemli vasıflar; takvâ, zühd ve ihsandır.
Takvâ: Allâh’a karşı mes’ûliyet duygusu içinde, ilâhî emir ve yasakları titizlikle uygulamak sûretiyle kalbin korunmasıdır.
Zühd: Mâsivâ, yâni Allah -celle celâlühû-’dan başka her şeyin kalbde ehemmiyetini kaybetmesidir.
İhsân: Mü’minin, kendisini ilâhî müşâhedenin altında hissedip davranışlarını o minvâl üzere devâm ettirmesidir.
Hadîs-i şerîfte:
“İhsân, Allâh’ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Zîrâ sen O’nu görmüyor olsan da O, seni mutlaka görüyor.” (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1) buyrulmuştur. Yâni ihsân; rûhun, Allah Teâlâ’nın müşâhedesini, devamlı bir idrâk hâline getirmesidir. Kalbin seviye kazanması; her an bu duygu ve şuur içinde bulunmak ve bir ömrü bu inanca göre tanzim etmekle mümkün olur. İşte bu hâlin teşekkülü ile kalb sâfiyete erer. Bu bakımdan tasavvuf, kalbin safâya ermesinin ifâdesidir.
DİNİN AMACI NEDİR?
Dînin gâyesi; güzel, ince rûhlu ve iç âlemini temizlemiş insan yetiştirmektir. Bu da, Hakk’a kulluğu idrâk ile olur. İslâm’a göre ideal insan, Allah ve Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklanmış olan kimsedir. Bu ideale varabilmenin yolu ise kalbî eğitimden geçer.
Kalb cevherini parlak bir ayna gibi Hakk’ın tecellîlerine mâkes kılmak, orada zikrin mekân bulması ile mümkündür. Kalbin bu güzel hâl ile Hakk’a yönelmesi, îmânın parlak tezâhürlerine vesîle olur.
“Zühd”, “takvâ” ve “ihsân” vâsıtalarıyla mânevî terakkî yolu açık tutulmayıp, sırf zâhirî hükümlerle yetinmek kesin olarak emredilseydi, istîdatlı insanların Allâh’a vâsıl olabilme imkânı ellerinden alınmış ve insanoğlunun nihâî noktalardaki istîdâdı da gözardı edilmiş olurdu. Bu takdirde, her irâde ve hükmünde hikmet sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî tanzîmine -hâşâ- noksanlık izâfe edilmiş olurdu.
İfâde ettiğimiz gibi; kulun, Rabbini her an görüyormuşçasına kendisine çeki-düzen verip, o minvâl üzere hayatını tanzîm etmesi ve ilâhî müşâhedenin kalbde sabitleşerek şuur hâline gelmesi demek olan “ihsân” bir bakıma Allâh’a yakın kulların rûh mîrâcıdır. Bu açıdan ihsân; mânevî, rûhî, sırrî ve ilâhî hakîkattir. Mutasavvıfların hedefi de, işte bu hakîkate ulaşmaktır. Bu da, Allâh ile kurulan rûhî ve derûnî râbıtayı ifâde eder. Sıhhatli bir şekilde bu râbıtayı kuran kişi, Rabbin velî kulu hâline gelir. Böylece o, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olur.
Ancak bu hakîkate ulaşılamadığı takdirde, maksûda vâsıl etmeye kudreti olmayan zâhir ve taklîd ile iktifâya mahkûm kalınır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ve yaşamış olduğu rûhânî hayatı, sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn tarafından örnek alınmış, bu hayatın zâhir ve bâtın, görünen ve görünmeyen, îzâh edilen ve edilemeyen netîceleri, bir evvelki nesilden bir sonraki nesle aktarılmıştı. Ancak bu şekilde devam eden mânevî hayat, bütün ümmete şâmil olup, husûsî bir zümreye mahsus değildir.
Temel İslâmî anlayış böyle olmakla berâber, tasavvufa -daha ziyâde- hâricî bir gözle bakanlar veya menfî bir tavır almış olanlar, onun menşei hakkında çeşitli iddiâlar ortaya atmışlardır.
Sırf ses benzerliğinden hareket ederek bu muazzez faâliyetin, Yunanca “hikmet” demek olan “sofos”tan geldiğini iddiâ edenler olduğu gibi, ona İsrâilî bir menşe uyduranlardan, onu Hint mistisizmine bağlayanlara kadar çeşitli yersiz görüşler ortaya atanlar olmuştur. Bunlar, kelime veya muhtevâ benzerliklerine ağırlık vererek ortaya konulmuş yanlış görüşlerdir.
EHL-İ SUFFE NE DEMEK?
Hakîkatte ise “tasavvuf” kelimesinin hangi kökten geldiği konusunda İslâm âlimleri arasındaki görüşler, onun tamamen İslâmî kaynaklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu husustaki muhtelif görüşler arasında; tasavvufun, arınmışlık ve seçilmişlik anlamına gelen; “safâ”, “safvet” ve “ıstıfâ” kelimelerinden neş’et etmiş olduğu ifâde edildiği gibi, ona âit üslûbun ilk tezâhür şekli olan “ehl-i suffe” nâmıyla yâd edilen ashâbdan bâzı ubbâd (âbidler) ve zühhâd (zâhidler)’in giydikleri “sûf” denilen yün hırkadan alındığı görüşü genel kabul görmüştür.
Diğer taraftan ilim, irfan ve mâneviyât tahsil etmek maksadıyla Mescid-i Nebevî’de ikâmet eden ve kendilerine “ehl-i suffe” denilen bu sahâbe topluluğu, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın teşvikiyle zühd ve takvâda temâyüz etmişlerdir. Hattâ Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın zenginlerinden, bu zümrenin iâşe ve ibâtesi husûsunda yardımcı olmalarını talep etmiştir. Bu durum; tasavvufî davranışların, Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti karşısındaki mevkiîni ve onun nebevî bir tasdîke dayanmış olduğunu gösteren târihî bir gerçektir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra sahâbe nesli arasında başgösteren siyâsî ihtilâflar karşısında “ehl-i suffe”den hayatta olanlar hiçbir tarafı iltizâm etmeyerek tarafsız kalmışlardır. Hattâ bu ihtilâfların mü’minler arasındaki kardeşlik duygularını zaafa uğratmasından ibret alarak zühd ve takvâda daha da ileriye gitmişlerdir. Bu hâl de, neşve-i sûfiyyenin ziyâdeleşmesine vesîle olmuştur. İhtilâflara karışmayı mânen tehlikeli bulan diğer bâzı sahâbe de, onlara iltihâk etmiş ve böylece zühd ve takvâ yolunu tutanların sayısında bir çoğalma görülmüştür.
“Sûf” kelimesinden “ehl-i suffe” ve onların riyâzât ve takvâlarından “tasavvuf” ve “mutasavvıf” kelimeleri zamanla neş’et edip yaygınlaşarak tarihin seyri içinde müesseseleşmiştir.
HZ. MEVLANA’NIN PERGEL İSTİARESİ
İslâm âlimleri, Kur’ân ve sünnete bağlılığı esas aldıklarından, takvâ yolunda yürüyen mutasavvıflar da ortaya koydukları eserlerde tasavvufî görüşleri aynen müctehidler gibi şer’î gerçeklerle te’yîd edegelmişlerdir. Ancak bu yolda rehberlerin, yâni meşâyıhın, zâhiri hazmetmiş insanlardan seçilmediği bir kısım tarîkatlerde “neşve-i sûfiyye”nin galebesi sebebiyle bazı ayak kaymaları olmuştur. Ancak tarîkatler arasında şeyhleri umûmiyetle hâcegândan, yâni ilim erbâbı âlimlerden, dînin zâhirini de hazmetmiş insanlardan gelenler, bu ayak sürçmelerinden korunabilmiştir. Tasavvuf târihinde Kitab ve Sünnet muhtevâsı içinde devâm eden Nakşîlik ve emsâllerinin şer’î gerçeklere sadâkatini ifâde etmek için mâruf tâbiriyle:
“Pergelin sâbit ayağı şeriattır.” hükmü, harc-ı âlem bir düstûr olmuştur.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Biz pergel gibiyiz. Sâbit ayağımız şeriatta, öteki ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşmaktayız.”
“Şeriat bir muma benzer, ışık tutar, yol gösterir. Mumu ele almakla yol aşılmış olmaz. Ama o ele alınmadan da yola düşülemez. Şeriatın ışığında yola düşüp gitmeye başladın mı, işte bu gidişin tarîkattır.” Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları
[1] el-Hicr, 29.
[2] Tirmizî, Menâkıb, 1; Aclûnî, I, 265. Ayrıca bkz. sayfa 406-407’deki hadîs-i şerîf.
[3] Kaabe kavseyni ev ednâ: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîraç Gecesi’nde, Cebrâil dâhil hiçbir mahlûkun hudûdunu aşamadığı Sidre-i Müntehâ’nın ötesine geçirildi. Âyette beşer idrâkine “birleştirilmiş iki yay arası veya daha az” mesâfe olarak bildirilen keyfiyetiyle, kullarca telâkkîsi muhâl ve mahrem olan bir vuslat vukû buldu. Bkz. Necm Sûresi, 9.
[4] Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64.
[5] Bkz. İbn-i Hişâm, es-Sîre, I, 236.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları