Tasavvufun Lüzûmu
Nasıl selim bir kalbe sahip olunur? İbâdetlerin “makbûl” amellerin “sâlih” vasfa kavuşmasının yolu nedir? Tasavvuf gerekli midir? Aklî ve dînî mesnedler açısından tasavvufun lüzûmu ve gerekliliği.
Tasavvuf, dînin kalbî hayatı ve özüdür. Tıpkı bir meyveyi makbul ve lezzetli kılan içindeki özsuyu gibidir.
Bilindiği gibi insanın beden ve rûh olmak üzere iki yönü vardır. Bunların her ikisinin de fıtrata bağlı olan talepleri mevcuttur. İslâm, yaratılıştan gelen bu temâyülleri inkâr etmez. Onları birer vâkıa olarak kabul eder. Ortaya koyduğu temel ölçüler çerçevesinde makbûl olan temâyülleri inkişâf ettirmeye, merdûd olanlarını ise, asgarî hadde indirmeye veya makbûl bir gâyenin emrine sokmaya çalışır.
İnsan, şâyet kendine bedenî îcâb ve ihtiyaçlar çerçevesinde bir dünyâ kurarak ulvîliklere âit rûhî taleplerini bastırmaya kalkışırsa huzûr ve sükûna kavuşması imkânsız hâle gelir. Dîn, insana madde ile mânâ arasında bir denge programı takdîm eder. İnsanı bir taraftan mânevî iklîme yönlendirirken diğer taraftan maddî âlemin îcaplarını da reddetmez. İnsanın maddî temâyüllerine mücerred bir mânâ ve ulvî bir gâye katar. İnsan, sırf ten planında kalıp her şeyi materyalist bir nazarla seyrederse, en mücerred bir hâdiseyi bile müşahhas ve rûhsuz kalıplar hâlinde görür. Aslında tasavvufa îtirazların temelinde yatan başlıca temâyüllerden biri de budur.
Hakîkaten insan idrâki, maddî ve müşahhas varlıklar kadar, mânevî sırlar ve mücerred hakîkatlere de meclûbdur. Bu sebeple bütün iş, insanın maddî yapısı gibi rûhunun da tatmin olup olmadığında düğümlenmektedir. Bugün maddî refâhın zirvesindeki Batı, rûhî buhranlar ve ahlâkî çöküntüler içerisinde ateizme sürüklenmektedir. Hattâ Hristiyanlığın merkezi Roma’da bile pek çok ateist mevcuttur. Çünkü bu insanlar, rûhî açlıklarını tatminden mahrumdurlar. Bunun temelinde ise ilâhî menbâ ile kalbî irtibatın kopmuş olması bulunmaktadır. Zîrâ insan eliyle tahrîf edilip, beşerî müdâhaleyle şekillendirilen dîn, ilâhî berraklığını yitirdiğinden, artık kalb huzûruna medâr olacak rûhî muhtevânın çok uzağında kalmıştır. Bu sebeple de dînin heyecânını duyamayan kalbler, huzûr ve sükûna hasret kalmaktadır.
Dînin vecdinden, yâni mânevî heyecandan mahrum bir insan, en muazzam bir rûhî hâdiseye bile maddeci bir gözle bakıp işi sâdece şekil planına dökmeye çalışır. Böylece kupkuru ve içi boşaltılmış bir dîn anlayışı ortaya koyar.
Tasavvuf ise, insanı rûha yöneltir. Rûha, ferdî istîdâda uygun bir tatmin yolu açar. Hakîkaten dinin, insan rûhunu tatmîn eden mânevî cephesi ortadan kaldırıldığında o, sırf fayda üzerine kurulu beşerî sistemler derekesine indirilmiş olur. Bu takdirde ibâdet ve kulluk hayâtının sâdece zâhirî ve dünyevî menfaat yönüne değer verilip onun asıl gâyesi olan kalbî istifâdesinden mahrum kalınır. Meselâ namaz bir antrenman, oruç perhiz, zekât sosyal yardımlaşma gibi menfaat planına taşınarak bu gibi tâlî faydalarla asıl gâye bertaraf edilmiş olur. Ya da kulluk ve ibâdetlerin edâsı için gerekli olan şartların sırf zâhirî kısmında kalınır. Bunun ise dînin özünden uzak ve gayr-i İslâmî bir anlayış husûle getireceği, insan rûhunun ihtiyaçlarına cevap veremeyeceği ve fıtrî olan din duygusunu tatmîn edemeyeceği âşikârdır. Dînî vazîfelere kalbî bir derinlik kazandırmanın yolu, tasavvufî terbiyedir. İnsanlar, dinde derinliğe erişebilmek için birtakım arayışlara yönelmişler ve netîcede tasavvufî terbiyeye ulaşmışlardır.
ZİRVEYİ TEŞKİL EDEN VARLIK
Ayrıca varlıklar, en basitten en mükemmele doğru bir sıralamaya tâbî tutulduğunda zirveyi, “insan” teşkîl eder. İnsanların da -fıtrî sermâyeye dayanan- istîdat ve iktidarları çok muhtelif seviyeler arz eder. Bu da dünya hayatında ictimâî âhengin sağlanabilmesi için zarûrîdir.
Cenâb-ı Hak, murâd-ı ilâhîsinin muktezâsı olarak insanları zâhirî istîdatları gibi, mânevî istîdatları itibâriyle de muhtelif seviyelerde yaratmıştır. Kullarından tâkat fazlasını istemediği gibi verdiği istîdat nisbetinde de onları mes’ûl kılmıştır.
Rahmeti gazabından çok olan Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz merhameti, bütün mahlûkâta şâmildir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bütün insanlığın mükellef bulunduğu dînî teklîfleri takdir ve tâyin ederken asgarî seviyeyi esas almıştır. Yâni, en âciz ferdin dahî tâkat getirebileceği bir seviye ile tahdîd buyurmuştur. Fakat, umûma âit mükellefiyetlerden daha fazlasını yerine getirmeye fıtraten kudret, iştihâ ve istîdâdı olan kimselere mânevî inkişâf kapısını kapatmak, ilâhî adâlete aykırı düşeceğinden, böyleleri için de rûhî ihtiyaçları istikâmetinde bir yolun mevcut olması tabiî ve zarûrîdir. Yâni bu, şer’î vazîfelere ilâveten bir de kalb âleminde yükselme istîdâdı olan mü’minlere zühd, takvâ ve ihsân ile mesâfe almayı sağlayacak bir yolun açık tutulmasından ibarettir. Bu yol ise, bilindiği üzere tasavvuftur.
Bu gerçekler de, tasavvufun lüzûmunun aklî ve dînî mesnedlerindendir.
KALP NASIL SELİM HALE GELİR?
Kalbin itminâna ermesi, yâni huzûr, sükûn ve saâdete kavuşması, mânen ulaştığı seviyeye bağlıdır. Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi îcâb eder. Zîrâ kalbin ilim ve hikmetle dolması, dînin yüksek hakîkatlerine muttalî olması ve kulun mânen tekâmül edebilmesi, ancak birtakım ameliyeler netîcesinde mümkün olabilir.
Nitekim beşeriyete numûne olarak gönderilen peygamberler bile, vahye muhâtap olmadan önce bir hazırlık döneminden geçirilmişlerdir. Zîrâ kalbin, latîf mânevî tecellîleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması, hassâsiyet kazanması ve belli bir kıvâma ulaşması gerekmektedir. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha peygamberlikle vazîfelendirilmeden önce Hira Mağarası’nda îtikâfa[1] çekilirdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la mükâlemesinden evvel, Tûr-i Sînâ’da kırk gün, bir nevî riyâzata girmişti. Yûsuf -aleyhisselâm-, Mısır’a sultân olmadan önce on iki sene zindanda kaldı. Orada çile, riyâzât, mücâhede ve meşakkatin bütün kademelerinden geçirildi. Böylece mübârek kalbi, Allah’tan gayrı bütün istinadlardan ve alâkalardan tamâmen kesildi.
Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’a çıkmadan evvel İnşirah Sûresi’nin sırrına mazhar oldu. Sadrı açılarak kalb-i şerîfleri yıkandı. İlim ve hikmetin rûhâniyetiyle dolduruldu. Çünkü O, Mîrâc’da acâib ve garâib hâdiselerle karşılaşacak, beşerî kesâfetle görülemeyecek esrâr-ı ilâhîyi ve latîf manzaraları seyredecekti.
Hâlbuki Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelmiş geçmiş bütün insanların en temiz kalblisi idi. Bunu kâfirler bile kabul ediyorlardı. Buna rağmen Âlemlerin Rabbi’nin saltanâtı ve esrâr-ı ilâhîsi kendisine gösterileceği için tekrar mânevî bir ameliyeden geçirildi. “Şakk-ı Sadır”[2] hâdisesi vâkî oldu. İşte bu da, kalbî hayatın ehemmiyetini ifâde eder. İsmet, yâni günah işlememek sıfatıyla mücehhez olan Peygamberler bile, latîf oldukları hâlde ilâhî huzûra kabul için bir kalb tasfiyesinden geçirilmiştir.
Allâh’ın seçkin kulları olan Peygamberler dahî kalb tasfiyesinden geçirilirse, diğer insanların kalbî arınmaya ne denli muhtaç olduğu ortaya çıkar. Zîrâ kesîf bir kalb ile, Latîf’e yaklaşılamaz. Burnu duyarsızlaşmış birisi gülün, karanfilin kokusundan bir hisse alamaz. Buğulu bir camdan net bir manzara seyredilemez.
Bu sebeple kalbin mânevî hassâsiyetinin ziyâdeleşerek ilâhî sır ve hikmetleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması, letâfete bürünmesi zarûrîdir.
Cenâb-ı Hak:
“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ...” (eş-Şuarâ, 88-89) buyurmuştur.
Kalbin selîm hâle gelmesi ise, ancak mânevî terbiye ile sâfiyet kazanmasına bağlıdır.
Denizin kumsalla birleştiği yerde, kumlar arasında, tornadan çıkmış gibi pürüzsüz taşlar bulunur. Asırlarca dalgalar tarafından dövüle dövüle pürüzlerinden arınmış, cilâlanmış, pırıl pırıl olmuş, ayrıca granit gibi de sağlamlaşmıştır.
Ham bir pırlanta mâdeni de kesilip biçilmeden, üzerinde birçok bıçak darbesi ve usta mahâreti işlemeden o parlaklık ve şeffaflığı kazanamaz. Bir gram altını elde etmek için belki bir ton toprağı elemek îcâb eder. Yâni her varlık bir çeşit terbiye ve incelmenin netîcesinde kıymet kazanmaktadır.
İşte kalb de âyette buyrulan “selîm” vasfına kavuşabilmesi için mânevî terbiyeye muhtaçtır.
Zîrâ mânevî terbiye öncesinde kalb, soğuk demir gibidir. Onun arzu edilen şekli alabilmesi için evvelâ ateşte tavlanması, paslarından kirlerinden arınması, katılıktan çıkıp yumuşaması ve dövülmesi gerekmektedir. Ancak bu merhalelerden sonra arzu edilen şekli alıcı hâle gelebilir. Tıpkı bunun gibi bütün bu ameliyeler tatbîk edilmeden, kalbî kemâlât da gerçekleşemez. Kalbî kemâlât gerçekleştikten sonra ise baş gözüyle görülemeyen, akılla idrâk edilemeyen hakîkatler âlemi, bir zevk hâlinde kavranır ve kalben hissedilir. Bunun için kalbî tâkat ve dirâyeti olgunlaştırmak gerekmektedir.
Meselâ, sıradan biri denediğinde belki kemiklerinin kırılmasına sebep olacak bir hareketi, uzun antrenmanlar netîcesinde bir sporcu kolaylıkla yapabilmektedir. Bu, vücûdun bütün gücünü tek noktada teksîf etmenin bir netîcesidir. Bunun gibi kalbin de Cenâb-ı Hakk’ın zikri ve Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetinde yoğunlaşıp güçlenmesi îcâb eder.
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:
“Gerçek mü’minler ancak, Allâh anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2) buyurur.
Kalblerin bu hâle gelmesi için mâsiyetten arınması, mânen olgunlaşması zarûrîdir. Zîrâ kesâfet dolu ham bir kalbin Allâh ile lâyıkıyla irtibâtı mümkün değildir.
Bir ilkokul çocuğu, hukuk talebesine okutulan kitaplardan bir şey anlayamaz. Çünkü zihin henüz o kıvâma ve olgunluğa ermemiştir. Daha yıllar sürecek bir tahsîle muhtaçtır. Bunun gibi kalbin de bir tâlim ve terbiyesi vardır. Kesâfetle dolu, arınmamış bir kalbin Allâh’a vuslat yolunun inceliklerini idrâk etmesi çok zordur.
Kulun Allah katındaki makbûliyeti daha ziyâde kalbî inkişâfa bağlı olduğundan, kalbin kemâle ermesi için başlı başına bir mânevî eğitime ihtiyaç vardır. Bu eğitimin adıysa, tasavvuftur.
Hakîkaten bütün iş kalbde düğümleniyor ve Cenâb-ı Hak, ibâdet ve davranışlarda daha ziyâde kalbin hangi vasıfta olduğuna ehemmiyet veriyor.
Nitekim Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah Teâlâ, sizin bedenlerinize ve görünüşlerinize değil, ancak kalblerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33) buyurmuştur.
Meselâ Allâh için ibâdet ve hizmetlerde kuvvet olması kasdı ile yemek yenirse, o dahî ibâdet hükmüne girer. Çoluk-çocuğunun rızkını helâlinden kazanmak için çalışan bir kişi, attığı her adımda sevap kazanır. Çünkü kalbin ameli olan niyet hayırlıdır.
Giyim-kuşam da bunun gibidir. Meselâ, sarık sarmak sünnet-i seniyyedendir. Fakat sarık saran kimse, kalbî hayatını inkişâf ettirmeli, şefkat, merhamet gibi ahlâkî vasıflarla bu şeklî sünneti temsil liyâkatine kavuşmalıdır. Aksi hâlde sâdece şekil yeterli olmadığı gibi, kişiyi ucba da sevkedebilir.
Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka
Yine bunun gibi, İslâm’da tesettür, yâni kadının örtünmesi şarttır. Fakat onun şeklen mestûre olduğu gibi rûhen de mestûre olması lâzımdır. Eğer dış kalıp tesettürlü, fakat rûh çıplak, yâni gâfil ve hoyrat ise şartların zorladığı veya nefsin fırsat bulduğu anda o tesettür biter. Ayrıca kadının, örtüsünün altında kadınlık misyonunu kaybetmemesi lâzımdır. Çünkü kadına evin tanzîmi ve zürriyet emânet edilmiştir. Onun için her hususta kalbî hayat çok önemlidir. Tabiî ki şeklin de kalbî hayatla beraber olması gerekir. Bir mü’min Allâh’ın koyduğu tesettür hudutlarının dışına çıkamaz. Fakat sırf tesettür de her şey değildir; ilâhî emirlerin yalnız bir bölümüdür.
Meselâ, câmi yaptırmak da çok büyük bir hasenâttır. Fakat câmi yaptıran kimsede kalbî olgunluk yoksa, gurur ve kibir içinde, “ben yapıyorum, ben ediyorum” diye övünme ve kendini beğenme hâlleri beliriyorsa, -Allâh korusun- onun bu büyük hayrı küçülüverir. Zîrâ “ben” diyeni Hak Teâlâ küçültür, zelîl eder. “Bu Senin lutfundur, yâ Rabbî!” diyeni ise yüceltir. Onun için insanın davranışlarını makbûl kılan, kalbî hassâsiyetleridir.
Bu yüzden, her davranışın bir ibâdet vecdiyle, her ibâdetin de kalbî bir rikkat ile îfâ edilebilmesi yolunda, kalbi terbiye etmek demek olan tasavvufun insan hayatındaki önemi hiçbir zaman inkâr edilemez. Hakîkaten ibâdetlerin birbirini tamamlayan şekil ve rûh olmak üzere iki yönü vardır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de ibâdetlerin zâhirî şartlarını, rekatlarını vs. bildirmez. Onların hangi rûhî keyfiyet ve kalbî hassâsiyetle edâ edileceğini bildirir. İbâdetlerin sûretiyle ilgili tarafını ise sünnet-i seniyye ile öğrenebiliriz.
ŞEKLEN YAPILAN İBADETİN DEĞERİ
İbâdetlerin zâhirî kısmını, münâfıkbaşı Abdullâh bin Übey bin Selûl de yapardı. Mescid-i Nebevî’ye gelir ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında şeklen namaz kılardı. Yâni ibâdetlerin sûret kısmını bir münâfık bile yapabilir. Bu da gösteriyor ki; sırf şeklen yapılan ibâdetlerin Allah katında hiçbir değeri yoktur. İbâdetin makbûl olması, şekil ile rûhun müşterekliğine bağlıdır.
Nitekim İslâm’ın şartlarından namaz, oruç, zekât ve hac ile ilgili âyet ve hadîsler umûmî olarak incelendiğinde bu gerçeği görmek hiç de zor değildir. Bunlardan namaz ibâdetiyle ilgili olarak bir âyet-i kerîmede:
“...Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar...” (el-Ankebut, 45) buyrulmuştur. Fakat bir kimse namaz kıldığı hâlde kötülüklerden sakınamıyorsa, o namaz, “huşû” ile kılınamamış demektir.
Kalbleri huşûdan mahrum olarak sırf sûret muhtevâsında namaz kılanlar hakkında Cenâb-ı Hak:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazı gâfilâne kılarlar.” (el-Mâûn, 4-5) buyurmuştur.
Yine diğer bir âyet-i kerîmede:
“(Ancak) namazlarında huşû sâhibi olan mü’minler gerçekten kurtuluşa ermiştir...” (el-Mü’minûn, 1-2) buyrulur.
Âyet-i kerîmeler muktezâsınca, kurtuluşa eren mü’minlerin vasıflarından biri de namazı hûşû ile kılmalarıdır. Namazın kâmil mânâda edâ edilebilmesi için zâhirî ve bâtınî bütün şartlarının yerine getirilmesi lâzımdır. İki kişi aynı zaman ve mekânda aynı namazı kılarlar, fakat bu iki namazın arasında yer ile gök arasındaki kadar fark olabilir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Bir kimse namaz kılar; fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 321) buyurması da namazda riâyet edilmesi gereken kalbî keyfiyete işâret etmektedir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin vasıflarını sayarken:
“Ve onlar ki, namazlarına devam ederler.” (el-Mü’minûn, 9) buyurur.
Hazret-i Mevlânâ bu âyet-i kerîme hakkında zâhirî mânâya ilâveten bir de işârî olarak;
“Namazdan sonra da namazdaki hâllerine devâm ederler.” buyurur ve şöyle der:
“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülükten alıkoyan namaz, günde beş vakit kılınır. Hâlbuki âşıklar dâimâ namazdadırlar. Zîrâ âşıkların gönüllerindeki aşk ve ciğerlerini kavuran o ilâhî muhabbet, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçip gider.”
HAK AŞIKLARININ NAMAZI
Gönlü gafletten uyanmış Hak âşıklarının namazını Yûnus Emre Hazretleri ise şöyle tasvîr eder:
Aşk imâmdır bize; gönül cemâat
Dost yüzü kıbledir; dâimdir salât
Gerçekten bir namazın kılınma süresi takrîben on-onbeş dakikadır. Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi lâzımdır. Zîrâ muhâfaza edilemeyen kalb gaflete dalar; bir zaman sonra fıska ve hattâ -Allâh korusun- küfre bile kayabilir. Bu sebeple kişi, namaz dışında dahî kalbini Cenâb-ı Hak’la meşgûl etmeli, O’ndan gâfil olmamalıdır.
Ehl-i gaflet ise, namazın dışındaki vakitler bir yana, namazda bile kalbini toparlamaktan, huzûr-i ilâhîde haşyetle boyun bükebilmekten mahrumdur. Nitekim bu hususu ifâde bâbında şu kıssa pek ibretlidir:
Kemâlât yolunda ilerleyen bir derviş, gece vakti mescitte namaz kılıyordu. Yağmur yağmaya başladı. Dervişin gönlü namazda bir an için evine yöneldi. O anda içinden bir ses onu şöyle uyardı:
“–Ey derviş! Kıldığın bu namazla bizim için bir şey yapmış olmuyorsun! Zîrâ sendeki güzel olanı (gönlünü) evine gönderdin, buradaysa bedenini bıraktın!..”
Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Nice gece namazı kılanlar vardır ki, onların kıldıkları namazdan nasipleri uykusuz kalmaktan ibârettir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373)
Netîcede bütün iş, dönüp dolaşıp kalbî olgunluk ihtiyâcına dayanmaktadır.
Oruç ibâdetinde de durum, namazdan farklı değildir. Yâni orucun, hem zâhirî, hem de bâtınî esaslarına riâyetle tutulması gerekmektedir.
GÜNAHLARI SİLİP SÜPÜREN İBADET
Oruç, günahları silip süpüren bir ibâdettir. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kim fazîletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6) buyurur.
Orucun gâyesi, açlık çektirmek değildir. Cenâb-ı Hak:
“Ey îman edenler! Oruç sizden önce gelip geçen ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır. Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) âyet-i kerîmesiyle, oruçtan gâyenin takvâya ermek olduğunu ifâde buyurmuştur.
Bu bakımdan oruç, sadece mîdenin değil, bütün uzuvlarla birlikte kalbin de iştirâk etmesi gereken bir ibâdettir. Kalb, Allâh’ın verdiği nimetlerin kadrini tefekkür ederek, orucun rûhânî derinliğine nüfûz etmelidir.
Oruç, insanda merhamet, şefkat gibi hisleri inkişâf ettiren mânevî bir eğitimdir. Oruç tutan insanda bu his ve düşünceler galeyâna gelmiyorsa, oruç sûretâ tutuluyor demektir. Hele bu ibâdet esnâsında dedikodu ve gıybet yapmak, onun feyiz ve sevâbını imhâ etmektir.
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373) buyurmuştur.
Bu da gösteriyor ki oruçta da kalbî ve rûhî hayata ihtiyaç vardır.
Mü’minin diğergâmlık tezâhürü olan zekât ibâdetinde de kalbî hassâsiyet büyük önem arz etmektedir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin vasıflarını sayarken:
“Onların mallarında, (ihtiyâcını arz edebilen) sâile ve (hâlini arz edemeyen) mahruma bir hak vardır.” (ez-Zâriyât, 19) buyurmuştur.
Eğer bir mü’minin rûhî yapısı güçlü ise, malının zekâtını verirken, sanki kendi malını değil de muhtâcın ve mahrûmun kendi malında var olan hissesini iâde ediyormuşçasına tabiî, memnûn ve hattâ müteşekkir bir şekilde vererek zekâtın hakîkî fazîletine vâsıl olur. Çünkü alan şahıs, veren şahsın farz bir ibâdetini yerine getirmesine yardım etmektedir. Kendisinin kazâ ve belâlardan korunmasına, âhiret nîmetlerine nâil olmasına vesîle olmaktadır.
Kâmil bir mü’min;
“Muhakkak ki sadaka, muhtacın eline geçmeden evvel Allâh’ın (kudret) eline geçer.” (Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, IX, 109)[3] hadîs-i şerîfinin sırrına mazhar olabilmek için, verdiği malı hakîkatte Allah Teâlâ’nın kudret eline bıraktığının firâsetiyle hareket eder. Bu da, zekât ibâdetinin kemâlini sağlayan derûnî bir zemindir.
Tabiî ki bu nezâket de kalbî olgunlukla mümkündür. Hattâ büyüklerimiz; infâk ederken, infâk ettikleri şeyi güzelce süsleyip paket yaparak îtinâ ile vermişlerdir. Çünkü infâk, önce Allâh’a ulaşacak, daha sonra muhtaç kula intikâl edecektir. Bunlar, İslâm’ı kalbî rikkat ve nezâketle yaşamanın zarif tezâhürleridir.
Cenâb-ı Hak, “...Sadakaları Allâh alır...” (et-Tevbe, 104) buyurmak sûretiyle infakta gösterilmesi gereken bu edeb ve nezâkete işâret etmektedir.
Diğer taraftan bu kalbî hassâsiyetlerden mahrum bir şekilde, kaşıkla verip sapıyla gözünü çıkarırcasına insanı rencide edici bir üslûb ile vermek, yapılan infâkın ecrini kendi eliyle imhâ etmektir. Çünkü İslâm, nâdân, hodgâm ve kaba bir insan tipini reddeder. Müslüman; hassas, nâzik, rakîk bir insandır. Bunlar ise hep kalbî seviyeye bağlıdır.
Bu kalbî incelikler hac ibâdetinde daha da öne çıkar. Hac, zâhiren şeklî ve bedenî tarafı ağır basan bir ibâdet görünümündedir. İhrâm, tavaf, Arafat’ta vakfe, kurban kesmek, Müzdelife’ye gitmek gibi. Bunlar ise, haccın sâdece sûret tarafıdır. Haccın mânevî yapısına bakıldığında ise, kıyâmetin ve mahşer gününün hatırlanması, ilâhî hesabın tefekkürü, geçen ömrün muhasebesi görülür.
Mü’minler câmide, makâm-mevkî, zengin-fakir ayrımı gözetmeksizin aynı safta, omuz omuza namaz kılarlar. Bununla birlikte giyim ve kuşamlarına bakarak onların ictimâî hayattaki mevkîlerini ve refah seviyelerini az çok anlamak mümkündür. Fakat hacda bu bile yoktur. Milyonlarca insan âdetâ beyaz bir kefene bürünmüş, dünyevî rütbe ve apolet farklılığı tamamen ortadan kalkmıştır. Hacılar kalbî bir inceliğe, zarâfete ve duygu zenginliğine yönlendirilmiştir. Öyle ki bâzı meşrû şeyler bile ihramlıyken yasak hâle gelmiştir. Meselâ, ot koparmak, hayvan öldürmek, av avlamak, hattâ avcıya avı göstermek bile yasaklanmıştır. Boş konuşmalar ve gereksiz meşgûliyetler men edilmiş, böylece kalb hassâsiyetinin yüksek bir seviye kazanması hedeflenmiştir.
Kurban ibâdeti de zâhiren müşahhas bir faâliyeti gerektirir. Fakat diğer ibâdetlerde olduğu gibi kurbanı da makbûl kılan, kalbin ameli olan niyettir. Bu husustaki fermân-ı ilâhî çok nettir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece takvânız ulaşır.” (el-Hacc, 37)
Âyet-i kerîmeden de anlaşılacağı üzere kurban kesmediği takdirde etrafın ayıplamasından korkarak veya buna benzer düşüncelerle kurban kesenlerin, bununla Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsîl etmeleri mümkün değildir.
Nitekim Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarından Kâbil’in, yasak savma kabîlinden sunduğu kurbanının kabul edilmemesi, buna karşılık, Hâbil’in samîmiyetle Allâh’a sunduğu kurbanın makbul olması, bu gerçeğin diğer bir şâhididir.
Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), «–Andolsun seni öldüreceğim.» dedi. Diğeri de «–Allâh ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.» dedi.” (el-Mâide, 27)
İBADETLERİN “MAKBUL” AMELLERİN “SALİH” OLMASININ YOLU
Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere ibâdetlerin “makbûl”, amellerin “sâlih” vasfa kavuşabilmesi, ancak kalbî olgunluk ve dirâyetle mümkün olabilmektedir. O takdirde her şeyden önce mânevî terbiye ile kalbin tasfiye edilmesinin elzem olduğu gerçeği hâsıl olmaktadır.
Ancak bunun mânâsını iyi anlamak îcâb eder. Çünkü huşû ve takvâ ile ibâdet yapamama endişesi ve riyâ tehlikesi sebebiyle, -kusurlu da olsa- yapılmakta olan amelleri terk etmek, aslâ doğru olmaz. Yapılan amelleri terk etmek değil, onları mümkün olduğunca ihlâs, huşû ve takvâ gibi kalbî hassâsiyetlerle kemâle erdirmeye gayret etmek lâzımdır. Çünkü mâneviyat yolu çetinliklerle doludur. Nefsânî temâyüllerle mücâdeleyi gerektirir. Netîceye birdenbire ve basit bir şekilde ulaşılamaz. Huşû, mânevî yükselişte bir zirvedir. Zirveye tırmanmak ise, adım adımdır. Bu yolda hem beşerî irâdeyi kullanmak ve hem de Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve keremini niyaz etmek lâzımdır.
Amellerin keyfiyetini kalbin istikâmeti tâyin ettiğinden; kalbe kâmil bir istikâmet kazandırmayı hedefleyen tasavvufun lüzûmu apaçık ortadadır. Bu bakımdan, yüce dînimizi kuru bir kâideler manzûmesi olarak görmek ve bu şekilde takdîm etmek arzusunda olan kimi çevrelerin tasavvufu red yönündeki çırpınışları hayli mânidardır.
Hatâ, yanlışlık ve istismarlar, her sahada olduğu gibi dînî ilimlerde de vâkî olabilir. Bunlar, ehli tarafından gâyet kolay bir sûrette temyîz edilebilir. Fakat bu hatâ ve istismarları, -kasıtlı olarak- sırf dînin kalbî hayatı demek olan tasavvuf ilmine münhasırmış gibi göstererek onu red ve inkâr etmek, beşerî olan zaaf ve kusurları dîn veya tasavvufun aslına mâletmek gibi bir mantıksızlığın eseridir. Yâni, süflî arzuları için tasavvufu istismâr edenlerin mevcûdiyeti sebebiyle diğer tarafta istikâmet üzere devâm eden tasavvuf anlayışını da reddetmenin hiçbir mantıkî îzâhı olamaz. Bu durum, tıpkı tıp ilmini yanlış gâyeler için kullanan kimseler var diye, o ilmi tümden redde kalkışmaya benzer. Böyle bir anlayış ise, ya çok gâfilce ya da ard niyetli bir düşüncenin mahsûlüdür.
Tasavvufu yaşadığını zanneden birtakım liyâkatsiz veya kötü niyetli insanların tatbikâtına bakarak onu anlamak imkânsızdır. Zîrâ tasavvuf, her kantarın çekebileceği bir yük olmadığından, ehil olmayan kimselerin davranışlarında ortaya çıkan muhtevâ ile işin aslı arasındaki muazzam fark, insaf ve mantık ölçüleriyle bakıldığında sathî bir nazarla bile kavranabilir.
Tasavvufu, kaba ölçülerle anlamak imkânsızdır. Zîrâ tasavvuf, gönül ufkuna âit bir hâdise olup temel harcı aşk ve muhabbettir. Muhabbetten nasîbsiz kimselere o ne kadar anlatılsa fayda vermez. Bu, tıpkı doğuştan gözleri görmeyen bir insana renk târif etmek gibi faydasız bir çaba olur.
İnsan, ne kadar kendi iç âleminin tefekküründen uzaklaşırsa, o nisbette otomat ve taklitçi olmaya mahkûmdur. İçindeki rûhânî âleme güçlü olarak dalamayan, onu tanımayan ve feyz mahrûmu bir insan, etrâfındakileri taklîd eder. Umûmî cereyâna kendini kaptırır. Bir şahsiyet ve karakter vaz edemez.
İlâhî vuslata nâiliyet, gönlü servet, şöhret ve dünyevî endişelerden vazgeçirebilmekle mümkündür.
GERÇEK İMANIN YOLU
Tasavvuf, hakîkatte insan ilmidir. Âlemden sıyrılarak kendi rûhunda derinleşen insan, hikmet ve hakîkatler sarayının kapısına ulaşır. Kur’ân-ı Kerîm’i anlayan ve onu gerçek îmânın yolu olarak yaşayanlar, hakîkî mutasavvıflardır. Mutasavvıf, içinde bulunduğu toplumun dînî yaşayışından kendini Allâh’a karşı mes’ul hisseden insandır.
Hak dostlarından Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk eder. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri tebessüm eder. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar. Hazret açıklamak istemez. Fakat ısrâr edilince şöyle der:
“–Telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin kalben diri olana telkin vermesine taaccüp ettim.”
İşte ilim adına tasavvufu red ve inkâra kalkanların hâli de bir bakıma ölünün diriye telkin vermesi kadar şaşılacak bir durumdur. Zîrâ dînî hayatın canlı tutulmasında, gelecek nesillere intikâlinde, halkın irşâdında ve İslâm’ın tebliğinde târih boyunca ehl-i tasavvufun hizmet ve gayretlerindeki muvaffakıyet gözler önündedir.
Nitekim geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullâh bu gerçeği şöyle ifâde eder:
“Benim yetişme tarzım akılcıdır. Hukûkî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde târif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir. Muhakkak ki ben, namaz, oruç vs. gibi İslâmî vazifelerimi tasavvufî sebeplerle değil, hukûkî sebeplerle îfâ ediyorum. Kendi kendime diyorum ki:
«Allâh benim Rabbimdir. Sâhibimdir. O bana bunları yapmayı emretmiştir. O hâlde yapmalıyım. Bundan başka, hak ve vazîfe birbirine bağlıdır. Allâh bunları ben istifâde edeyim diye bana emretmiştir; şu hâlde ben O’na şükretmekle vazîfeliyim.»
Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, hristiyanların İslâmiyet’i kabulü; onları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmîn etmiyordu; fakat tasavvufî îzah, meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. şimdi inanıyorum ki, Hülâgu’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalb, yâni tasavvuftur.
Bu müşâhededen sonra, tasavvuf konusunda yazılan bâzı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gönül gözümü açtı. Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgûl olmaktır; fakat insan ile Allâh arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.
İnsan, kendisine yüklenen vazîfelerin sebeplerini arıyor. Mânevî sahada maddî îzahlar bizi hedeften uzaklaştırmaktadır; ancak mânevî îzahlardır ki insanı tatmîn etmektedir.”[4]
Bu ifâdelerden de anlaşılacağı üzere, Kur’ân ve sünnete mutâbakatı mutlak olan tasavvufu redde kalkışmak, meyve veren ağacı taşlamaktır ve vebâli ağırdır.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Eğer burnun koku alamıyorsa, bâri güle kabahat bulma.”
Tasavvufun günümüzdeki ehemmiyetinin diğer bir yönü de, onun, insanları ıslâh husûsunda tâkip ettiği metod ve üslûptur. Şer’-i şerîf, hem âhiret hem de dünyâ için mükâfât ve mücâzât ile, insanları istikâmetlendirmek gâyesini güder. Tasavvuf ise sevgi, şefkat ve muhabbeti kullanır. Zamanımızda insanlar, ekseriyetle dînden uzaklaşmanın ve ağır günahlar irtikâb etmenin rûhî bunalımı içindedirler. Böylelerine bir ıslâh ve kurtuluş imkânı sunmanın af, müsâmaha ve şefkat yoluyla daha kolay ve daha ziyâde mümkün olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Bu bakımdan zamânımız, tasavvufî gerçekler kadar, onun usûlî kâidelerinin de büyük bir ehemmiyet taşıdığı bir devirdir. Nitekim, af, müsâmaha ve şefkatle nazar edenlerin ülkemizde olduğu kadar, batı âleminde de mânevî fütûhata daha ziyâde muktedir ve muvaffak oldukları müşâhede edilmektedir. Aklın ve nefsin sultasında bunalan rûhlara, İslâm’ı ilâhî bir tesellî nefhası hâlinde sunmak için onlara, cezâ vermek niyetiyle ve öfkeyle yaklaşmak yerine, şefkat ve merhameti kullanmak, her zaman daha feyizli bir metoddur.
Bu bakımdan, insanların ekseriyetle ağır günahların zebûnu olmalarını, muhabbetsizlik (aşksızlık) eseri olarak telâkkî eden tasavvuf, bu esas görüşe göre koyduğu usûlî kâideler itibâriyle günümüzde İslâmî tebliğin en verimli bir vâsıtasını teşkîl eder. Çünkü insanlar dâimâ Abdülkâdir Geylânî, Yûnus Emre, Bahâeddin Nakşibend ve Mevlânâ misâli Hak dostlarının muhabbet kucağını özlerler.
Bu hasret ve muhabbeti aksettirmesi bakımından şu misâl şâyân-ı dikkattir:
Bir Mevlânâ âşığı olan Pakistanlı büyük mütefekkir Muhammed İkbâl, Türkiye’ye gelirken uçağın Türk hava sahâsına girmesi ile birlikte ayağa kalkmış, bir müddet öylece beklemişti. Yanındakiler sordu:
“–Niçin böyle yaptınız?”
O da, şu mânidar cevabı verdi:
“–Bu topraklar, Hazret-i Mevlânâ’nın kabrinin bulunduğu mübârek topraklardır ve bu mukaddes mekânda yaşayan millet de öyle bir millettir ki, yıllarca İslâm’ın muhafızlığını yapmıştır. Eğer Türk milleti olmasaydı, İslâm, Arap yarımadasında hapsolurdu. Bunun içindir ki, gönlümde Hazret-i Mevlânâ’ya ve onun necîb milletine karşı sonsuz bir saygı ve ihtirâm vardır. İşte bundan dolayı, yâni onlara hürmeten ayağa kalktım.”
Müstesnâ bir muhabbet, hayranlık ve ihtiram dolu bu misâl de gösteriyor ki, tasavvufun yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biri olan Hazret-i Mevlânâ’nın, vefatından asırlar sonra bile İkbâl gibi büyük bir mütefekkiri etkileyip onun şahsiyetinin şekillenmesinde rol oynaması ve gönül âlemini aşk, vecd, muhabbet, incelik, letâfet, mârifet gibi yüce hasletlerle tezyin edebilmesi, bir bakıma tasavvufun lüzûmunu sergileyen müstesnâ bir hakîkattir. Öyle ki, doğudan batıya kadar nice gönülleri muhabbet ile kaynaştıran, olgunlaştıran ve zirveleştiren bir hakîkat!.. Asırları ve nesilleri kuşatan bir hakîkat!..
Dipnotlar:
[1] Îtikâf: Bir yere kapanıp, vakti ibâdetle geçirmek. Bilhassa Ramazan’ın son on gününde câmiye kapanarak kendini ibâdete vermek.
[2] Şakk-ı Sadır: Fahr-i Kâinât Efendimiz’e melekler tarafından uygulanmış olan ve “şerh-i sadr” da denilen bu ameliye, ilâhî nûr ve sekînetle göğsün yarılıp açılması ve genişlemesidir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, üç kez şerh-i sadra nâil olmuştur. İlki dört yaşlarında iken gerçekleşmiş ve hadîs-i şerîflerin beyânına göre kalbinden iki siyah kan pıhtısı çıkarılıp, yerine huzur ve sekînet konulmuştur. (Bkz. Ahmed, IV, 184-185; İbn-i Sa’d, I, 112)
İkincisi on yaşlarında iken vukû bulmuş ve kalbinden kin ve haset çıkarılıp yerine şefkat ve merhamet konulmuştur. (Bkz. Ahmed, V, 139; Heysemî, VIII, 223)
Üçüncüsü Mîrâc’a çıkmadan önce vukû bulmuş, yine kalbi açılarak îman ve hikmetle doldurulmuştur. (Bkz. Buharî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22-43; Müslim, Îman 264)
Âyet-i kerîmede Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e uygulanan bu ameliyeye:
“Biz Sen'in için göğsünü açıp genişletmedik mi?” (el-İnşirah, 1) buyrularak işaret edilmiştir.
[3] Ayrıca benzer rivayet için bkz. Buhârî, Tevhîd, 23.
[4] M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972. Bu dipnot, Muhammed Hamidullâh’ın mütercime yazdığı 27 Eylül 1967 târihli mektubun metnidir. Ayrıca bkz. Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 542-543.
Kaynak
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları
YORUMLAR