Tasavvufun Menşei
Tasavvuf; İslâm’ın kalbî hayatı, özü ve rûhânî yönüdür. Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’yi yüksek bir kalbî keyfiyetle hayatın her safhasına intikal ettirebilme gayretiyle yaşanan, mânevî bir arınma ve tekâmül yoludur. Allah Teâlâ’nın indirdiği bütün dinlerin derûnî tarafıdır. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’a “rûh üflenmesi”yle başlayan yüce bir nasîbin, âhir zaman Nebî’sindeki zirve tezâhürlerinden, muhabbet dolu gönüllere akseden feyz ve rûhâniyet şebnemleridir.
Cenâb-ı Hak, bizlerden istediği “kâmil insan” modelini, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek şahsında sergilemiştir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatın her sahasında “üsve-i hasene / en güzel örnek şahsiyet” olduğu gibi, insanları “terbiye” ve “tezkiye” etme hususunda da en güzel örnektir. O’nun, peygamber olarak pek çok vazife ve salâhiyeti bulunmaktadır. Ancak bunlar içerisinde Cenâb-ı Hakk’ın O’na verdiği şu dört vazife ön plâna çıkmaktadır:
1) İlâhî vahyi almak:
Cenâb-ı Hakk’ın dileyip lûtfetmesiyle gerçekleşen bu vahiy alma keyfiyeti, rivâyete göre; “…Bugün size dîninizi ikmâl ettim, üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’dan râzı oldum...” (el-Mâide, 3) âyet-i kerîmesinin nüzûlüyle son bulmuştur. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Hâtemü’l-Enbiyâ”, yani “Son Peygamber” olduğu için, O’nun dâr-ı bekāya irtihâliyle bu vazife nihâyete ermiştir.
2) Kur’ân-ı Kerîm’le nâzil olan hüküm ve hakîkatleri, söz ve fiilleriyle îzah etmek:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu ilmî salâhiyeti; karşılaşılan yeni meseleler için aslî ve fer’î delillere dayanarak verdikleri ictihadlarla, müctehidler tarafından devam ettirilmiştir. Bu keyfiyet, “mezhepler”i meydana getirmiştir.
3) Dînin emir ve nehiylerini müessese ve nizam hâlinde tatbik eden ve canlı tutan siyâsî ve idârî otoriteye sahip olmak:
Bu otorite, halîfeler (ülü’l-emr) tarafından devralınıp devam ettirilmiştir.
4) Ruhlarda tasarruf etmek sûretiyle insanların iç âlemini tezkiye ve terbiye etmek:
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu vazife ve salâhiyetinin nesilden nesile teselsülü, tasavvufun temelini teşkil etmektedir. Nasıl ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e âit olan vahiy alma dışındaki bütün vazifelerin, O’nu takip edenler tarafından bir şekilde devam ettirilmesi zarurî ise, O’nun, insanların iç âlemini tezkiye ve tasfiye edip mânevî olgunluğa ulaştırma vazifesinin de peygamber vârisi mürşid-i kâmiller tarafından kıyâmete kadar devam ettirilmesi, aynı şekilde zarurîdir. Zira mü’minlerin sadece zâhirinin değil, bâtınının da temizlenmesi, ancak ve ancak böyle bir mânevî terbiye neticesinde mümkün olabilir.
İşte tasavvufî usûl ve esasların ana menşei, rûhu Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde mevcut olan bu nebevî faaliyetin her zaman ve mekânda devam ettirilmesinden ibârettir. Yani tasavvuf, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî ve rûhânî otoritesinin müesseseleşerek yaşayan şeklidir. O’nun mânevî otoritesi, kendisinden sonra bu işe ehil sahâbîler, tâbiîn ve sonraki nesiller tarafından günümüze kadar devam ettirilmiştir.
TASAVVUFUN İLİM OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI
Bununla birlikte, tasavvufun günümüzdeki mânâsıyla sistemli bir ilim olarak tedvîni ve sülûk edilen bir yol olarak ortaya çıkışı, hicrî ikinci asra tekâbül etmektedir.
Asr-ı saâdette; kelâm, îtikad ve fıkha dâir mezhepler de henüz teşekkül etmemiş, ilmî usuller dâhilinde tedvîn edilmemişti. Ancak o zaman da îtikādî, fıkhî vs. hükümler mevcuttu ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından sahâbeye tâlim ve tatbik ediliyordu. Belli bir süre sonra, meselâ “fıkıh” ilminde otorite sayılan büyük âlimlerin ictihadları, talebeleri tarafından benimsenip sistemleştirilmiş ve bu farklı usullere “mezhep” adı verilmiştir. Mezhepler de, o büyük âlimlerin isimlerine nisbet edilmiştir.
Diğer İslâmî ilimlerde olduğu gibi tasavvufun engin muhtevâsı da, telkîn ettiği “zühd” ve “takvâ” duygusu, insanları ulaştırmak istediği ihsan ve rabbânîlik ufku ile aynı minvalde asr-ı saâdette yaşanıyordu. Sahih tasavvuf anlayışının temel aldığı bütün düsturlar, Kur’ân-ı Kerîm ve asr-ı saâdette, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının hayatında mevcuttu. Aradan zaman geçtikçe asr-ı saâdetin o feyizli hayatını devam ettiren takvâ ehli âlim ve ârifler, halkın dünyaya râm olup gaflete dalmasına mânî olmak gâyesiyle, rızâ-yı ilâhî için onlara nasihatte bulunmaya başladılar. Bu zevâtın bir çığır açmak, bir hayat üslûbu meydana getirmek gibi maksatları da yoktu. Gâye, İslâm’ı özüne uygun bir şekilde güzelce yaşamak ve ibadetleri -Kur’ân ve Sünnet’te bildirildiği üzere- “ihsan” kıvâmında ve “huşû” ile îfâ edebilmekti.
Ancak onların sohbet ve nasihatlerinden istifâde ederek hâllerinden hisse alanlar, bu zâtları kendilerine mânevî birer rehber, üstad ve mürşid kabûl ettiler. Bu kimseler, onların nasihatlerini, yani mü’mini rûhî olgunluğa erdirip Hakk’a yaklaştıran terbiye ve tezkiye metodlarını sistemleştirerek mânevî bir disiplin hâline getirdiler. Neticede bu üstadların isimlerine nisbet edilen tarîkatler meydana geldi. Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Mevleviyye gibi...
Her tasavvuf kolunun Hakk’a vâsıl olma yolunda izlediği usûl ve metodlara tarîkat adı verilmiştir. Zamanla, farklı metodlar takip eden muhtelif tarîkatler meydana gelmiştir. Böylece her mü’min, mânen arınmak ve rûhen olgunlaşmak için kendi mizaç ve karakterine uygun bir tarîkate intisâb etme imkânı bulabilmiştir.
[1] Gerekli bütün unsurları ihtivâ ederken gerekmeyenleri de dışta tutan, yani ne olup ne olmadığını ifâde eden, tam bir târif.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları