Teberrük Ne Demek?
Teberrük nedir? Teberrük etmek caiz midir? Gıda ve eşya ile nasıl teberrük edilir? İslam’da teberrük etmenin hükmü.
Teberrük, esâsen bereket istemek anlamındadır. Bir şey vâsıtasıyla bereket ve feyze nâil olmayı ifâde eder.
GIDA BAKİYESİ İLE TEBERRÜK
Evliyâullâh’ın tegaddî eylediği (gıdalandığı) yiyeceklerin bakıyyesini yiyip içmek, rûhta tasarruf için başvurulagelen vâsıtalardan biridir. Bazılarının sandığı gibi bu keyfiyet de, mesnedsiz ve bid’at kabîlinden değildir. Zîrâ bunun Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtında birçok kereler gerçekleştiğine dâir hadis ve siyer kitaplarında çeşitli misâller bulunmaktadır.
Muhtelif zaman ve mekanlarda ve hâssaten Hudeybiye Seferi’nde sahâbî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gıdâlarının mübârek bakıyyeleri ile bereket bulmuştur.
Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Hudeybiye günü insanlar susadı ve Efendimiz’e geldiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önünde deriden îmâl edilmiş bir su kabı vardı. Efendimiz abdest aldı. Halk O’na doğru sokuldu. Bunun üzerine:
«–Neyiniz var?» diye sordu.
«–Abdest almak ve içmek için önünüzdekinden başka suyumuz kalmadı.» dediler.
Allah Rasûlü derhâl ellerini kaba koydu. Derken parmaklarının arasından su kaynamaya başladı. Tıpkı pınarların kaynaması gibiydi. Hepimiz ondan içtik ve abdest aldık.”
Hazret-i Câbir’e:
“–O gün kaç kişiydiniz?” diye soruldu:
“–Eğer yüz bin kişi de olsak, su yetecekti. Fakat biz, bin beş yüz kişi idik!” cevâbını verdi. (Buhârî, Menâkıb, 25)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in parmağından akan bu su, şüphesiz zemzemden de şifâlı ve efdaldir. Çünkü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrlu ellerinden ve mübârek cism-i şerîfinden akmıştır.
Bazı hadîs-i şerîflerin beyânı vechile, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sütü içtiği zaman içtiği kaptaki bakıyyesinden diğer sahâbîlere de ikrâm ederler, hem içene feyz aktarması olur, hem de sütte bir bereketlenme meydana gelir ve hiç eksilmezdi.
Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağındaki çocuğa kâbına erilmez bir incelik ve nezâketle:
“–Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?” buyurdular.
O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan ve âleme ibret olmaya sezâ şu büyük cevâbı verdi:
“–Yâ Rasûlallâh! Sen’den bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!”
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler. (Buhârî, Eşribe, 19)
Esmâ binti Ebî Bekir şöyle anlatıyor:
“Ben, Abdullâh bin Zübeyr’e hâmile iken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına hicret etmiştim. Medîne’ye vardım ve Kubâ’da konakladım. Orada Abdullah doğdu. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geldim. Onu kucağına aldı ve bir hurma istedi. Hurmayı ağzında biraz çiğnedikten sonra bir parçasını Abdullâh’ın ağzına koydu. Abdullâh’ın midesine inen ilk lokma bu oldu. Ona duâ etti ve Allah’tan bereket taleb etti.”[1]
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i misâfir ettiği günlerde yemek pişirir ve -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gönderirdi. Yemeğin kalan kısmı geri geldiğinde, Âlemlerin Efendisi’nin parmaklarının dokunduğu yerleri sorar ve araştırırdı. (Müslim, Eşribe, 170-171)
Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- da, Hendek savaşı öncesinde büyük hendeklerin kazıldığı o zor zamanlardaki bir hatırasını şöyle nakleder:
Biz hendek kazarken çok sert bir kayaya rastladık. Ashâb, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip, durumu arz edince Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizzat hendeğe indi. Kazmayı eline alıp indirince o sert kaya kum gibi dağıldı. Bu mûcizevî tecellî cereyân ederken gördük ki, Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açlıktan karnına taş bağlamış. Zîrâ orada kaldığımız üç gün boyunca hiçbir şey yememiştik. Bunun üzerine:
“–Yâ Rasûlallâh! Eve kadar gitmeme müsâade buyurunuz.” dedim. İzin verdi. Eve gittim ve zevceme:
“–Ben Rasûl-i Ekrem’in hâline dayanamıyorum. Evimizde yiyecek bir şey yok mu?” dedim. Zevcem:
“–Biraz arpa ile bir keçi yavrusu var.” dedi.
Ben oğlağı kestim, âilem arpayı öğütüp ekmek yaptı. Eti de tencereye koyduk. Ekmek pişmek üzere ve tencere taşlar üzerinde kaynamakta iken Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gidip:
“–Biraz yemeğimiz var. Bir-iki kişiyle bize buyrunuz.” diye ricâ ettim.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ne kadar yemeğiniz var?” diye sordu. Olanı söyledim.
“–Hem çok, hem de iyi! Âilene; biz gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmemesini, ekmeği de fırından çıkarmamasını tenbih et.” buyurdu. Ashâbına da: “Kalkınız!” emrini verdi. Muhâcirler ve ensâr hep birlikte kalktılar.
Bunun üzerine âileme gidip (yemeğin azlığı ve zâhiren kâfî gelmeyeceği endişesiyle o an için küçük bir şaşkınlık yaşayarak):
“–İşte Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhâcir, ensâr ve bunlara katılan diğerleriyle berâber geliyorlar.” dedim.
Âilem:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hazırlığımızın ne kadar olduğunu sormadı mı?” dedi.
“–Evet, sordu.” dedim.
“–Öyleyse müsterih ol.” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelenlere:
“–Giriniz, sıkışmayınız.” buyuruyor, ekmek kesiyor, üzerine et koyuyor, etin suyunu da bunun üstüne döküyordu. Nihâyet bütün ashâb doydu. Yemekten bir miktar da arttı. Peygamber Efendimiz, âileme hitâb ederek:
“–Bunu ye ve komşularına ikrâm et. Çünkü açlık ortalığı kapladı.” buyurdu.” (Buhârî, Megâzi, 29; Müslim, Eşribe, 141)
- Su ile teberrük
Diğer bir rivâyet de şöyledir:
Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (Tâif seferinden dönüşünde) Mekke ile Medîne arasında Cîrâne mevkiinde bulunuyordu... Bir kısmını kullandıkları bir kap dolusu suyu Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ile Bilâl -radıyallâhu anhümâ-’ya vererek:
“–Bu sudan içiniz ve yüzünüze, göğsünüze sürünüz! Size müjde veririm!” buyurdu. Ebû Mûsâ ile Bilâl -radıyallâhu anhümâ- da su kabını aldılar ve Rasûlullâh’ın emrettiği gibi yaptılar. Rasûlullâh’ın hanımı Ümm-i Seleme vâlidemiz perde arkasından:
“–Oğullarım, o sudan ananıza da ikrâm ediniz!” diye seslendi. Onlar da ondan bir miktar Ümmü Seleme vâlidemize ikrâm ettiler. (Buhârî, Meğâzî, 56)
EŞYA İLE TEBERRÜK
Sevilen zâtı hatırlatan bir eşyânın, sevende o zâtı düşündürüp duygulandırarak râbıtasını kuvvetlendirdiği, bir hakîkattir. Bu, insan tabiatinde mevcut olan bir husûsiyetin îcâbıdır. Fakat bu his ve tavırda aşırılığın putçuluğa kadar varabildiği de târihî bir gerçektir.[2]
Diğer taraftan çok sevilen bir şahsın, kendisini hatırlatan eşyasını da muhabbet şümûlünde bulundurmak, beşerî ve tabiî bir temâyüldür. Mühim olan, bunu aşırı derecede ileriye götürmemektir. Gerçekten mücerred mefhûmlar, müşahhas varlıklara hâl ve keyfiyetler olarak akseder.
Eşyâdaki hâl ve keyfiyet tecellîsinin Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen en canlı misâli şudur:
Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleği Yâkûb -aleyhisselâm-’a götürülmek üzere Mısır’dan yola çıkarıldığı zaman, Kenan ilindeki Yâkub -aleyhisselâm- onun kokusunu almış, gömleği âmâ gözlerine sürdüğü zaman da görmeye başlamıştır.[3]
Eşyâ ile gerçekleşen bu tesir de, mürşid-i kâmilin sâliki belli bir kıvamda tutmak için kullandığı vâsıtalardan biridir. Zîrâ bu akislerle hemhâl olmak, râbıtayı kuvvetlendirir. Bu aynı zamanda hediyeleşme sünnetinin de bir ifâdesidir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Sâide mahallesinde ashâbı ile birlikte bulunurlarken Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh-’a:
“–Ey Sehl, bize su verir misin?” buyurdu. Bunun üzerine o, bir bardak su ikrâm etti.
Sehl, bu bardağı ömrü boyunca saklamış olmalı ki Ebû Hâzim -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:
“Sehl bu bardağı çıkarıp bize gösterdi, biz de ondan su içtik. Daha sonra Ömer bin Abdülaziz, Sehl’den bu mübârek bardağı kendisine bağışlamasını ricâ etti. O da hediye etti.” (Buhârî, Eşribe, 30)
- Peygamberimiz kimseyi geri çevirmezdi
Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Kadının biri Peygamber Efendimiz’e bir hırka getirdi.
“–Yâ Rasûlallâh! Bunu size hediye etmek istiyorum.” dedi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun hediyesini kabul etti ve üzerine giydi.
Ashâbdan biri:
“–Yâ Rasûlallah, bu ne güzel bir elbise, bana hediye eder misiniz?” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “olur” deyip hırkayı hemen ona verdiler. Hazret-i Peygamber oradan ayrıldıktan sonra, ashâb-ı kirâm o adamı ayıplayarak şöyle dediler:
“–Hiç de iyi bir şey yapmadın. Allah Rasûlü onu ihtiyacı olduğu için almıştı. Sen de onu istedin. Biliyorsun ki âlemlere rahmet olan Efendimiz’den bir şey istenildiğinde, asla geri çevirmez.”
Bunun üzerine adam:
“–Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu giydiği için onunla teberrük etmek istedim. Umuyorum ki onunla kefenlenirim.” dedi. (Buhârî, Edeb, 39)
- Peygamberimizin vefat edene dek kullandığı hediye
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- der ki:
“Mekke’de Kureyşlilere, serîr üzerinde uyumaktan daha hoş bir şey yoktu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’ye geldiği ve Ebû Eyyûb’un evine indiği zaman, O’na:
“–Ey Ebû Eyyûb! Sizin bir serîriniz yok mu?” diye sordu.
Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh- da:
“–Yok vallâhi.” dedi.
Ensârdan Es’ad bin Zürâre, bunu haber alınca, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e direkleri saç ağacından yapılmış, üzeri keten lifle dokunmuş ve hasır ile kaplanmış bir serîr gönderdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evine taşınıncaya kadar onun üzerinde istirahat etmiş, kendi evine taşındığında da vefâtlarına kadar o serîri kullanmıştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vefât ettiğinde bu serîrin üzerine konularak yıkanıp kefenlenmiş ve bu serîr üzerinde iken cenâze namazı kılınmıştı.
Halk, ölülerini taşımak üzere onu, bizden isterler ve onunla teberrük ederlerdi. Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer’in cenâzesi de onun üzerinde taşındı.” (Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 525)
- Ebû Hüreyre’nin Peygamberimizden isteği
Sahâbenin en çok hadîs rivâyet edeni olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, dâimâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur, O’nun her hâl ve hareketini tâkib ederdi. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, birgün Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallâh! Sizden pek çok hadîs işitiyorum fakat onların birçoğunu hâfızamda tutamıyorum.” diye dert yandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ebû Hüreyre’ye:
“–Örtünü yere ser!” buyurdu. O da serdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona duâ etti ve mübârek elleriyle bir şey avuçlayıp ridânın içine atıyor gibi yaptı. Ardından:
“–Ridânı topla.” buyurdu.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, bu emri yerine getirince Allah Teâlâ ona öyle kuvvetli bir hâfıza ihsân etti ki işittiği hiçbir şeyi unutmaz oldu. (Tirmizî, Menâkıb, 46)
- Peygamberimizin hediye etmeyi severdi
Firâs adlı bir sahâbî vardı. O da Peygamber Efendimiz’e âit bir eşyâya sâhip olmak istiyordu. Bir gün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldiğinde, önündeki bir tabaktan yemek yediğini gördü ve tabağı kendisine hediye etmesini ricâ etti. Kimsenin isteğini geri çevirmeyen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de tabağı ona hediye etti.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, zaman zaman Firâs’ın evine gider:
“–Hele şu mübârek tabağı bir getir.” derdi. Habîbullâh Efendimiz’in mübârek ellerinin değdiği bu tabağı zemzemle doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne gözüne serperdi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 202)
- Miskten daha güzel kokulu idi
Ebû Cuhayfe -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öğle sıcağında Bathâ’ya çıktı. Abdest aldı, öğle ve ikindi namazını ikişer rek’at olarak kıldı. Önünde kısa bir mızrak vardı... O arada baktım ki insanlar kalkmışlar, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek ellerini tutuyorlar ve yüzlerine sürüyorlardı. Ben de bir elini tuttum ve o mübârek elini yüzüme sürdüm. Bir de ne göreyim, mübârek eli kardan daha soğuk ve miskten daha güzel kokulu idi. (Buhârî, Menâkıb, 23)
- Peygamberimizin saçları ile teberrük
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in haccını anlatırken ashâb-ı kirâmın Rasûlullâh Efendimiz’in saçları ile teberrük için nasıl birbirleriyle yarıştıklarını şöyle bildiriyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şeytan taşlamayı tamamladıktan sonra kurbanını kesti ve tıraş oldu. Berber sağ taraftaki saçları tuttu ve tıraş etti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Talha’yı çağırdı ve bu saçları ona verdi. Sonra berber sol taraftaki saçları tuttu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “kes” dedi, o da kesti. Bunları da Ebû Talha’ya verdi ve:
“–Bunları insanlar arasında taksim et.” buyurdu. (Müslim, Hacc, 326)
Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördüm, berberi O’nu tıraş ediyordu. Ashâbı da âdetâ O’nun etrafında pervâne olmuşlardı. Bir tek saç telinin dahî yere düşmemesini, muhakkak birisinin eline düşmesini istiyorlardı. (Müslim, Fezâil, 75)
Nitekim sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hem eşyâları hem de saç ve sakalının mübârek telleriyle teberrük hâli yaşarlardı. Savaşlarda bile bu teberrük heyecânını taşımışlardır. Bunun en güzel misâllerinden biri de Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’ın, Hazret-i Peygamber’in saçlarından birkaç mübârek teli sarığında saklamasıdır. Rivâyete göre Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam-babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı.[4]
Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve sarığının ön kısmına yerleştirdi. Bu şekilde onun savaşta karşılaşıp da mağlup edemediği hiçbir topluluk yoktu. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-:
“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir.[5] (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111)
Yine Hâlid -radıyallâhu anh-, Yermük savaşında bu sarığı kaybetmişti. Askerlerine sarığın bulunmasını emretti. Fakat aramalarına rağmen bulamadılar. Hazret-i Hâlid, tekrar aramalarını emretti. Sonunda sarığı buldular. Baktılar ki gâyet eski bir sarık imiş. Sahâbî, bu eski sarık için Halid -radıyallâhu anh-’ın bu kadar ısrarına hayret etti. Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh-, şunları söyledi:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, saçlarını kestirmişti. Ashâb, o saçları kapıştılar. Ben de saçından birkaç tel aldım ve bu sarığın içine koydum. Bu benim için öyle bir bereket oldu ki, onunla girdiğim bütün savaşlar, zaferle netîcelendi. Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetimdir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 349)
- Maddeye bile etki eden maneviyat
Ashâbın gözleri önünde cereyân eden bu hâdiseler, maddeye dahî mâneviyâtın ve duyguların sirâyet edebildiğinin diğer bir delilidir. Mühim olan -lâyık olduğu haddi aşmamak kaydıyla- o in’ikâstan feyz alabilecek bir gönül uyanıklığına sâhib olmaktır.
Ashâb-ı kirâmdan sonra selef-i sâlihîn de -Allah kendilerinden râzı olsun- teberrükle ilgili bu nevî tatbikatları, kendi dönemlerinde devam ettirmişlerdir. Şu hâdiseler, bunun misallerinden birkaçıdır:
İbn-i Sîrîn şöyle der:
“Ubeyde’ye; «–Bizde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçından var. Onu Enes’in annesinden veya ehlinden temin etmiştik.» dedim.
Büyük bir heyecanla şu cevâbı verdi:
«–Vallâhi bende O’nun bir tek saçının bulunması, benim için dünya ve içindekilerden daha sevimli ve kıymetlidir.»” (Buhârî, Vudû, 33)
Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle anlatır:
“Babam, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öper, bazen de gözünün üzerine koyardı.
Babam, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifâ dilerdi.
Birgün, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in su kâsesini aldı, bir kovanın içinde yıkadı ve o sudan içti.
Yine babam, şifâ niyetiyle Zemzem suyundan içer, onu ellerine ve yüzüne sürerdi.” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212)
Abdullah, babası Ahmed bin Hanbel’e; Peygamber Efendimiz’in minberinin topuzuna (ki Efendimiz hutbe îrâd ederken elini bunun üzerine koyardı) ve Hücre-i Nebeviyye’ye (teberrüken) el sürmeyi sormuş, o da:
“–Bunda bir beis görmüyorum.” demiştir. (Zehebî, Siyer, XI, 212)
Kadı Iyâz şöyle der:
“İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın elini Peygamber Efendimiz’in minberde oturduğu yere koyup yüzüne sürdüğü görülmüştür.”[6]
İmâm Ahmed bin Hanbel ile İmâm Şâfiî Hazretleri arasında geçen şu hâdise de bu hususta güzel bir misâldir:
İmâm Şâfiî’nin talebelerinden olan Rabî bin Süleyman anlatır:
Birgün İmâm Şâfiî bana:
“–Rabî, bu mektubu al, Ahmed bin Hanbel’e götür ve sonra da cevabını getir.” dedi.
Ben de mektubu aldım ve Bağdat’a gittim. Sabah namazında Ahmed bin Hanbel ile buluştum. Onunla birlikte sabah namazını edâ ettim. İmâm Ahmed bin Hanbel mihraptan ayrılınca mektubu kendisine takdîm ederek:
“–Bu, Mısır’dan kardeşiniz İmâm Şâfiî’nin size göndermiş olduğu mektuptur.” dedim. Bana:
“–Mektup neden bahsediyor, biliyor musun?” diye sordu. Ben de:
“–Hayır.” diye karşılık verdim. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel, mektubun üzerindeki mührü çözdü ve okumaya başladı. Birden gözleri yaşlarla doldu. Ben kendisine:
“–Ey İmâm! Hayrola! Mektupta ne yazıyor?” dedim. O da bana:
“–İmâm Şâfiî rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmüş. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona:
«–Ahmed bin Hanbel’e bir mektup yaz ve benden de selâm söyle. Elbette o büyük bir fitneye mâruz kalacak ve ondan, “Kur’ân mahluktur(!)” demesi istenecek. Sakın bu isteğe boyun eğmesin! Allah, onun adını kıyâmete kadar yaşatıp yükseltecektir.» buyurmuş.”
Ben:
“–Yâ İmâm! Bu, sizin hakkınızda ne büyük bir müjdedir.” dedim.
Bunun üzerine İmâm Ahmed bin Hanbel, sevincinden üzerindeki gömleğini çıkarıp bana verdi. Ben de mektubun cevabını aldıktan sonra Mısır’a döndüm. Mektubu İmâm Şâfiî’ye takdîm ettim. Bunun üzerine İmâm Şâfiî bana:
“–Onun hediye etmiş olduğu bu gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak, hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki, biz de o gömleğin bereketine böylece ortak olalım.” dedi.[7]
- Ümmete rahmet
Câmi minberlerinde binbir îtinâ ile muhâfaza edilen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sakal-ı şerîfleri de asr-ı saâdetten günümüze kadar gelen feyizli bir meltem gibi ümmete bir rahmet olmaktadır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan aşk ve muhabbet sebebiyle O’nun azîz hâtıralarına gösterilen hürmet de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan gönül râbıtasını kuvvetlendirmektedir. Nice peygamber âşığı mü’minler, bu azîz hâtıraların bereketinden istifâde etmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan altı yüz küsûr senelik ihtişâmı, asıl mâneviyâta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Osman Gâzî’nin meşhûr bir rivâyete göre, misâfir kaldığı bir evde, odada Kur’ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han’ın mukaddes emânetleri büyük bir tâzim ile İstanbul’a getirip, kırk hâfız tâyin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız (kesintisiz) olarak Kur’ân-ı Kerîm okutması, Osmanlı Devleti’nin dillere destan büyüklüğünün temel mânevî sâiklerindendir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hırkasının ve Topkapı Sarayı’ndaki mukaddes emânetlerin bugün İstanbul’da mü’minlerin ziyâretine açık tutulması da, milletimiz ve İslâm dünyâsı için bir şeref ve teberrük vesîlesidir.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Buhârî, Akîka, 1. [2] Nitekim dinler târihinde “fetişizm” denilen ve ölen millî kahramanların geriye bıraktıkları eşyâya perestiş (tapınma) ve onlara ulûhiyyet izâfe etme dalâleti, bu beşerî his ve temâyülün tabiîlik hudûdunun tecâvüz ettirilmesinden doğmuş bir tarihî sapıklıktır. Zîrâ mücerred mefhumları kavramak oldukça güçtür. Bu güçlükten dolayıdır ki en mücerred bir varlık olan Yaratıcı'yı bir kısım insanlar maddî varlıklarda müşahhaslaştırarak kabullenme yoluna gitmişlerdir. Putçuluk, bu beşerî zaaftan doğmuştur. Lâkin mücerret hakîkatlerin müşahhaslarda birer mânevî tecellîsi mevcuttur. Selîm muhâkeme sâhipleri için doğru olan, eserden müessire intikâl etmek üzere mücerred gerçeklerin fizîkî varlıklardaki akislerini, nakışlarını ve tecellîlerini kavrayabilmektir. Allah da böyle bilinir, rûh da... Sâir mücerred mefhûmlar için de durum aynıdır. [3] Bkz. Yûsuf Sûresi, 93-96. [4] Bu esnâda Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hâlid -radıyallâhu anh-’ın Uhud, Hendek ve Hudeybiye’de yaptıklarını düşünüyor, bir de o anki hâline bakıyor ve hayretler içinde kalıyordu. (İbn-i Sa’d, II, 174) [5] Allah Rasûlü’nün saç ve sakalıyla teberrük husûsuna canlı bir misâli, Hikmet Atan Bey şöyle anlatmaktadır:
“1983 senesinde Oflu Ali Yücel Efendi’den şu hâdiseyi dinlemiştim:
Suluova Merkez Câmii’nde imam ve hatiplik yapıyordum. Civar köyden bir imam efendi bana gelip:
«–Hocam başımdan bir hâdise geçti, bir mâna veremedim.» diyerek şöyle anlattı:
«–Birgün bana, imamlık yaptığım köye yakın bir köyden bâzı kimseler, bir kucak dolusu kitapla gelerek:
“–Hocam, babamız vefât etti. Onun kitapları bize kaldı. Ancak biz de bu kitapları okuyamıyoruz. Sen hocasın, bu kitaplardan ancak sen istifâde edebilirsin, kitapları sana hediye ediyoruz.” dediler.
Kitapları aldım, onları uğurladıktan sonra gürül gürül yanan ocağın başına geçtim ve kitapları incelemeye başladım. İçlerinden, vefât eden hoca efendiye âit mektuplar, zarflar çıktı. Husûsî mektuplar olduğu için toplayıp hepsini ocağa attım. O gürül gürül yanan ocak birdenbire “tısss” diye sönüverdi. Dehşete kapıldım ve korkuyla evden dışarıya kaçtım. Neden sonra korka korka ancak eve girebildim.»
Ali Efendi devâm ediyor:
Ben de o hoca efendiye:
«–O zarfların içinde sakal-ı şerîf vardı.» dedim. Bir zaman sonra o imam efendiye rastladığımda bana dedi ki:
«–Hocam, o zarfların içinde sakal-ı şerîf olduğunu nereden bildin? Kitapları bana hediye eden kimseler daha sonra geldiler ve:
“–Hocam biz bilememişiz, babamızın kitapları arasındaki zarfların içinde sakal-ı şerîf varmış, onu bize verir misin?” dediler.» Ben de o dehşetli ânı kendilerine naklettim.”
Allah Rasûlü’nün saç ve sakalıyla teberrük husûsuna canlı bir misâli, Hikmet Atan Bey şöyle anlatmaktadır:
“1983 senesinde Oflu Ali Yücel Efendi’den şu hâdiseyi dinlemiştim:
Suluova Merkez Câmii’nde imam ve hatiplik yapıyordum. Civar köyden bir imam efendi bana gelip:
«–Hocam başımdan bir hâdise geçti, bir mâna veremedim.» diyerek şöyle anlattı:
«–Birgün bana, imamlık yaptığım köye yakın bir köyden bâzı kimseler, bir kucak dolusu kitapla gelerek:
“–Hocam, babamız vefât etti. Onun kitapları bize kaldı. Ancak biz de bu kitapları okuyamıyoruz. Sen hocasın, bu kitaplardan ancak sen istifâde edebilirsin, kitapları sana hediye ediyoruz.” dediler.
Kitapları aldım, onları uğurladıktan sonra gürül gürül yanan ocağın başına geçtim ve kitapları incelemeye başladım. İçlerinden, vefât eden hoca efendiye âit mektuplar, zarflar çıktı. Husûsî mektuplar olduğu için toplayıp hepsini ocağa attım. O gürül gürül yanan ocak birdenbire “tısss” diye sönüverdi. Dehşete kapıldım ve korkuyla evden dışarıya kaçtım. Neden sonra korka korka ancak eve girebildim.»
Ali Efendi devâm ediyor:
Ben de o hoca efendiye:
«–O zarfların içinde sakal-ı şerîf vardı.» dedim. Bir zaman sonra o imam efendiye rastladığımda bana dedi ki:
«–Hocam, o zarfların içinde sakal-ı şerîf olduğunu nereden bildin? Kitapları bana hediye eden kimseler daha sonra geldiler ve:
“–Hocam biz bilememişiz, babamızın kitapları arasındaki zarfların içinde sakal-ı şerîf varmış, onu bize verir misin?” dediler.» Ben de o dehşetli ânı kendilerine naklettim.” [6] Kadı Iyâz, Şifâ, II, 47, 71; İbn-i Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, I, 230. [7] Bkz. İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü’l-İmâm Ahmed bin Hanbel, s. 609-610.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları