Tebliğ Etmenin Önemi Nedir?
Müslümanın öncelikli vazifelerden biri olan tebliğin önemi ve fazileti nedir?
İnsanları îmâna, hakka ve sâlih amellere davet etmek, kötülüklerden uzaklaşmalarına yardımcı olmak, en hayırlı vazifelerdendir. Zira bu, onları ebedî kurtuluşa çağırmak demektir.
Allah Resûlü şöyle buyurur:
“Bir kimsenin senin vâsıtanla hidâyete ermesi, senin için (en kıymetli dünya nîmeti olan) kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 143)
İNSANLARI HAKK’A ÇAĞIRMAK
İnsanları îmâna, hakka ve sâlih amellere davet etmek, kötülüklerden uzaklaşmalarına yardımcı olmak, en hayırlı vazifelerdendir. Zira bu, onları ebedî kurtuluşa çağırmak demektir. Cenâb-ı Hak bu ulvî vazifenin değerini şöyle haber verir:
“(İnsanları) Allâh’a çağıran, sâlih amel işleyen ve; «Ben müslümanlardanım.» diyen kişiden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)
Allah Resûlü de şöyle buyurmuşlardır:
“Doğru yola davet eden kimse, ona tâbî olanların sevapları kadar sevap alır. Bu, tâbî olanların sevâbından bir şey eksiltmez! Kötü bir yola davet eden kimse de, ona tâbî olanların günahları kadar günah alır. Bu da, tâbî olanların günahlarından hiçbir şey eksiltmez!..” (Müslim, İlim, 16; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlim, 15)
İslâm’ı tebliğ ve dînî hizmetler, hem hizmet eden hem de hizmet edilen kişiler için nefsânî temâyüllere karşı âdeta “koruyucu hekimlik” gibidir. İki tarafı da yanlışlıklardan muhâfaza eder.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ebedî kurtuluş davetini insanlığa duyurabilmek için çok büyük bir mücâdele vermiştir. Onun ümmeti olma şeref ve bahtiyarlığına ermenin bir şükrü olarak bizler de aynı gayret içerisinde olmalıyız. Zira Resûlullah bu vazifesinin ümmeti tarafından devam ettirilmesini istemektedir. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız.” (Buhârî, Enbiyâ, 50)
“Bizden bir şey işitip, onu aynen işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin! (Çünkü) kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki, o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve tatbik eder.” (Tirmizî, İlim, 7)
Cenâb-ı Hak, nûrunu tamamlayacağını, yani İslâm’ın gâlip geleceğini vaad etmiştir. Bizler gayret etsek de etmesek de Cenâb-ı Hak vaadini yerine getirecektir. Akıllı bir müslüman, İslâm’ı tebliğ için gayret ederek bu kesin zaferden hisse almaya çalışır.
Bir zaman veya mekânda dînî hayatın zayıfladığı, insanların yanlış yollara kaydığı görülürse, orada tebliğ faâliyeti, îmandan ve farzlardan sonra ilk ve en ehemmiyetli bir vazife olur. O zaman, hak ve hayır tebliğ edilmeden, birçok meşrû işin bile kenara bırakılması gerekir. Meselâ bir annenin yavrusunu emzirmesi ne kadar muazzez ve mübârek bir faâliyettir. Lâkin evinin yanmakta olduğunu gören bir ana, çocuğunu emzirmeye devam ederse, bu yaptığı, büyük bir hatâ olur. Çünkü yangına karşı bir şeyler yapmak, o anda çocuğu emzirmekten çok daha ehemmiyetli ve âcildir.
BİLENLER MESULDÜR
Bir gün Resûlullah minbere çıkarak bir konuşma yaptı. Müslümanlardan bâzılarını hayırla andıktan sonra şunları söyledi:
“–Bâzılarına ne oluyor ki, komşularına meseleleri anlatmıyor, bilmediklerini öğretmiyor, onları anlayışlı hâle getirmiyorlar. Onlara mârûfu (doğru ve güzel şeyleri) emretmiyor, onları münkerden (dînin hoş görmediklerinden) sakındırmıyorlar?
Birtakım kimselere de ne oluyor ki, bilmediklerini komşularından sorup öğrenmiyor, anlayışlı olmaya çalışmıyorlar?
Allâh’a yemin ederim ki, bilgi sahibi olanlar ya komşularına öğretir, onları anlayışlı hâle getirir, mârûfu emreder, münkerden sakındırırlar; diğer taraftan bilmeyenler de komşularından sorup öğrenir, dînî meseleleri idrâk etmeye çalışırlar; ya da onları mutlakâ dünyada cezalandırırım.”
Resûlullah bu konuşmayı yaptıktan sonra minberden inip evine gitti. Bâzıları:
“–Öyle sanıyoruz ki (Yemenli) Eş’arîleri kastetti, çünkü onlar fakih kimselerdir, komşuları ise kaba, sert mizaçlı, su başlarında göçebe hayâtı yaşayan kimselerdir.” dediler.
Eş’arîler durumdan haberdar olunca, Allah Resûlü’ne geldiler ve:
“–Yâ Resûlâllah! Siz bir kavmi hayırla, bizi ise şerle yâd etmişsiniz. Bizim hangi hâlimizi beğenmediniz?” diye sordular.
Âlemlerin Efendisi hiçbir şey söylemedi, sadece önceki sözlerini tekrarladı. Eş’arîler kastedilenin kendileri olup olmadığını anlayamadılar. Tam olarak öğrenmek için bunu birkaç defa daha sordular. Resûlullah ise her defasında aynı sözlerini tekrarlıyordu. Bunun üzerine Eş’arîler:
“–Öyleyse bize bir sene mühlet veriniz!” dediler. Resûlullah da komşularını eğitip onlara dînî meseleleri öğretmeleri için onlara bir sene müddet tanıdı ve sonra şu âyetleri okudu:
“İsrâîloğulları’ndan küfredenler, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendi. Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” (el-Mâide, 78-79) (Heysemî, I, 164; Ali el-Müttakî, III, 684/8457)
TEBLİĞ VAZİFESİ ÜSTLENMEK
Tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getiren kimsenin kazancı, dünyanın en kıymetli hazinelerinden daha üstündür. Hazret-i Enes şöyle nakleder:
Resûlullah bir gün şöyle buyurdular:
“–Size birtakım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehîddirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehîdler, onların Allah katındaki makamlarına gıpta ederler.[1] Nurdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”
Ashâb-ı kirâm:
“–Onlar kimlerdir yâ Resûlâllah?” diye sordular. Allah Resûlü:
“–Onlar, kullarını Allâh’a, Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasihat ederek ve İslâm’ı anlatarak dolaşırlar.” buyurdu. Ben:
“–Ey Allâh’ın Resûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki, kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” diye sordum. Buyurdu ki:
“–İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince, Allah onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuab, I, 367)
Bir sahâbî, îdam edilmek üzereyken kendisine üç dakika zaman tanıyan zâlime teşekkür etmiş ve:
“−Demek ki sana hakkı tebliğ edebilmek için üç dakikalık vaktim var. Umulur ki hidâyet bulursun.” demiştir.
Süfyân-ı Sevrî şöyle buyurur:
“Horasan’a gidip İslâm’ı anlatman; senin için Mekke’de mücâvir olmandan (orada ikâmet etmenden) daha kazançlıdır.”
Tebliğ vazifesinin ihmâli ise bütün bir cemiyeti helâke sürükleyecek kadar vahim neticeler doğurur. Bunun içindir ki Allah Resûlü’nün şu îkâzına ciddiyetle dikkat kesilmek îcâb eder:
“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
İnsanları hakka ve hayra davet edip kötülüklerden sakındırmanın ne kadar mühim bir kulluk vazifesi olduğunu, şu hâdise çok net bir sûrette ortaya koymaktadır:
ASHÂB-I SEBT KİMDİR?
Kızıldeniz kenarında, Eyle Kasabası’nda İsrâiloğulları’ndan bir kavim yaşıyordu. Cumartesi günü bütün işlerini bırakıp ibadet etmeleri gerektiği hâlde, ilâhî emri çiğneyip balık avlıyorlardı. Bu sebeple onlara Ashâb-ı Sebt (Cumartesi ehli) ismi verilmişti.
Burada halk iki gruba ayrılmıştı:
1) Yasakları çiğneyen günahkâr kimseler.
2) Dindar ve hayırsever insanlar.
Dîne bağlı insanlar, doğru ve yanlışı anlatıyor, fakat âsîlere söz geçiremiyorlardı. Nihâyetinde iyiler de kendi aralarında iki gruba ayrıldılar:
1) Yasakları çiğneyen kimselere nasihat eden, fakat bir müddet sonra bıkarak ümitsizliğe kapılan insanlar. Bunlar bir müddet sonra tebliğ vazifesini terk ettiler.
2) Ümitsizliğe kapılmadan, bütün zorluklara ve zahmetlere tahammül ederek, insanlara nasihat ve îkâza devam eden mü’minler.
Âyet-i kerîmede onlardan şöyle bahsedilir:
“İçlerinden bir topluluk; «–Allâh’ın helâk edeceği ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat edip duruyorsunuz!» dediği vakit, tebliğde bulunanlar; «–Rabbinize mâzeret beyan edebilmek için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye!» cevabını verdiler.” (el-A’râf, 164)
Bir müddet sonra ilâhî emirlere uymayan kimseler maymuna çevrilerek cezalandırıldılar. Bâzı müfessirlere göre tebliğ vazifesini ihmâl edenler de azâba uğradı.
Maymuna çerilen bedbahtlar, azaptan kurtulan akrabalarının yanında bir müddet mahzun mahzun gezdiler. Akrabaları:
“–Biz sizi îkaz ederek günahlardan sakındırmadık mı?” dediklerinde, yaşlı gözlerle başlarını sallıyorlardı. Üç gün sonra da, maymun şekline girmiş olan bu âsîlerin hepsi öldü.
Allah Resûlü şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ umûmun işlediği günahlar sebebiyle suçsuzları cezalandırmaz. Fakat aralarında günahın işlendiğini görür ve bunu engellemeye güçleri yettiği hâlde mânî olmazlarsa müstesnâ.” (Ahmed, V, 192)
KÖTÜLÜKTEN NEHYETMEYENİN HALİ
Ebû Hüreyre şöyle anlatır:
(Ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık: Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırır ve:
“–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!” der. Yakasına yapışan kişi de:
“–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.” diyerek ondan dâvâcı olur. (Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)
Tebliğ ve hakkı tavsiye vazifesinde mühim olan, Allâh’ın rızâsına nâil olmak ümidiyle bu yolda elden geldiğince gayret göstermektir. Gereken sebeplere tevessül edildiği hâlde netice alınamayabilir. Bu durumda ümitsizliğe ve kedere boğulup kendini yıpratmak doğru değildir. Zira hidâyeti verecek olan, Allah’tır. Kula düşen, yılmadan, ümitsizliğe ve rehâvete kapılmadan tebliğe devam etmek, neticeyi Allâh’a bırakıp tevekkül etmektir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları
YORUMLAR