Tebliğ Üslûbu Nasıl Olmalı?
Hizmet mâhiyetindeki bir hareketin, rızâ-yı ilâhîye muvâfık, yâni kâmil bir sûrette tahakkuku için birtakım vasıflara sâhip olması gerekir. Bunların başında niyet gelir. Niyet, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmaktan ibâret olmalıdır.
HİZMETİN GÂYESİ ALLAH RIZASI OLMALI
“Ne hayırsever insanmış.” dedirtmek ve bundan nefse gelen iftihar payı, hizmetin gâyesi olmamalıdır. Böyle nefsânî hislerle, o ulvî gâye, gölgelenmemelidir. Hizmet bir merhamet ve nezâket üslûbuyla yapılmalı ve bunun îcâbı olarak muhâtabın rencide edilmemesine gayret gösterilmelidir.
Bu hususta, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ne atfedilen şu menkıbe ne kadar ibretlidir:
HİDAYET VE RAHMET ÜSLÛBU
Ramazan-ı Şerîf’te va’z u nasîhat için Erzurum’un bir köyüne dâvet edilen İbrahim Hakkı Hazretleri’ni alıp köye getirmek üzere, ücret karşılığında bu işleri yapan gayr-ı müslim bir hizmetçi, bir at ile gönderilmişti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan İbrahim Hakkı Hazretleri, Ömer -radıyallâhu anh-’ın Kudüs’e giderken, kölesiyle beraber nöbetleşe deveye binmesi husûsundaki ahlâk-ı hamîdesini tatbik etti. Gayr-ı müslim hizmetçi buna her ne kadar:
“–Köylüler bu durumu işitirlerse, beni azarlarlar; ücretimi de vermezler!” diye îtiraz etti ise de, Hazret:
“–Evlâdım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişe ediyorsun, ben ise Allâh’ın huzûrunda verilecek olan büyük hesaptan korkuyorum!..” buyurup ata binme işini sıraya koydu.
Hikmet-i ilâhî, tam köye girecekleri esnâda, tıpkı Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın misâlinde olduğu gibi, sıra hizmetçiye geldi. Köylülerden korkan adamcağız, hakkından ferâgat ettiğini belirterek, ata Hazret’in binmesini ısrarla istediyse de İbrahim Hakkı Hazretleri:
“–Sıra senindir!” dedi ve atın önünde yürüyerek köye girdi.
Halk bu hâli görünce, hemen hizmetçinin etrafını sardı ve:
“–Vay densiz! Gençliğine bakmadan ata kurulmuş, şu ak sakallı ihtiyar üstâdı yürütmektesin ha! Bu mu senin sadâkatin?! Biz böyle mi tenbih ettik sana?!” şeklinde muhtelif ifâdelerle azarlamaya başladılar.
Durum bu minvâldeyken, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin meseleyi îzâh etmesi üzerine azardan vazgeçtiler. O sırada köylülerden biri hizmetçiye:
“–Be adam! Bu kadar fazileti gördün ve yaşadın! Bâri müslüman ol!” dedi.
Hizmetçi, birkaç dakikalık sükûttan sonra oradakilere şu ibretli cevâbı verdi:
“–Eğer sizin dîninize dâvet ediyorsanız, aslâ! Ama şu mübârek zâtın dînine dâvet ediyorsanız, o dîne daha yoldayken îmân ettim bile!..”
YARATILANA, YARATAN NAZARIYLA BAKMAK
Engin gönüllü bir Hak dostu tarafından sergilenen bu misâl, bir hidâyet ve rahmet üslûbudur. İnsana, daha ziyâde onun özüne itibar ederek davranmak, bir mânâda yaratılana, Yaratan’ın nazarıyla bakabilmektir. Bunun için sâlih gönüller, insana, Allâh’ın yeryüzündeki “halîfe”si olduğu şuuruyla nazar ederler. Ve yine ona ilâhî bir sır üflendiğinin[1] idrâkiyle yaklaşırlar. Onlar, günahlarla ne kadar kirlenmiş bulunursa bulunsun, özündeki mükemmelliğe bakarak günahkâra sırtlarını dönmezler. O sâlih zâtlar, insandan kolay kolay ümîd kesmez, ayrıca onun da ümidini yitirmemesini sağlarlar. Bu keyfiyet, inkâr olunamayacak aklî ve hissî bir gerçektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de bize en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsını telkîn etmiş ve hattâ merhametinin bütün mahlûkâta şâmil olduğunu ifâde eden “er-Rahmân” ism-i şerîfini taşıyan bir sûre inzâl buyurarak ilk âyetini de yine bu ism-i şerîf ile başlatmıştır.
İNSANLARA GÖNÜL PENCERESİNDEN BAKABİLMEK
Bu bakımdan insana bu gönül penceresinden, yâni hidâyet ve rahmet üslûbu nokta-i nazarından yaklaşmak, ilâhî rızâya en muvâfık ve netice bakımından da son derece bereketlidir. Ayrıca, insanda meknûz olan ulvî güzellikleri yeşertici bir husûsiyet de ihtivâ eder. Çünkü bu üslûp, hem tatbik edene hem de tatbik edilene ayrı bir letâfet, olgunluk, muhabbet ve Hakk’a rağbet hasletleri kazandırıcı bir vasıftadır. Bu üslûp, Yûnusları Yûnus, Mevlânâları Mevlânâ yapan bir iksîr ve mânen ölmekte olan nice hasta rûhlara da bir âb-ı hayât gibidir.
Bu yüzden tasavvufun gerek muhtevâsı, gerekse İslâmî teblîğ ve hizmetlerde ona âit üslûbun kullanılması, her zaman büyük bir ehemmiyet arz etmiştir. Târihî bir gerçektir ki, Anadolu’nun ictimâî nizâmının Moğol istilâlarıyla sarsıldığı devirde yetişen Mevlânâ ve Yûnus Emre Hazretleri gibi büyük mutasavvıflar, âdetâ birer sulh, sükûn ve huzur pınarları olmuş, bunalan kitlelere, kanayan yaralara ve yorgun gönüllere şifâ ve tesellî sunmuşlardır. Onlar, gâfil kimseleri, kurtarılmayı bekleyen birer hasta olarak telakkî etmişler ve muâmelelerinde “kin ve nefret”ten dâimâ uzak yaşamışlardır. Yûnus ne güzel söyler:
Ben gelmedim dâvî için
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmaya geldim!
BÜYÜK ŞAHSİYETLERİN TEBLİĞ METODU
Bu büyük şahsiyetler gönül yapmaya geldiklerinden, insanlara hep gönül penceresinden bakmışlar, etraflarına dâimâ muhabbet ve şefkat tevzîinde bulunarak, nicelerinin hidâyetine vesîle olmuşlardır. Eğer onlar, bu güzel ve firâsetli davranışların aksine hareket etselerdi, neticede, arada uçurum bulunan insanlarla irtibat tamamen kopar ve nihâyet bu gibi kimselere Hakk’ı tebliğ etme imkânı kalmazdı. Bu da, ilâhî murâda ters düşerdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kullarının, içine düştüğü bataklıktan kurtulmasını istemektedir. Bunun için insanlık târihi boyunca, binlerce peygamber göndermiş ve en güzel üslûpla gönülleri tezkiye etmelerini emir buyurmuştur. Yine aynı gâyeye mâtuf olarak insanlara lutfedilen ehlullâh da, onların mânevî terbiyesinde bu nebevî üslûbu devâm ettirmişlerdir.
KUR'ÂN-I KERİM'DEKİ TEBLİĞ ÂYETLERİ
Şefkat ve merhametin yegâne kaynağı olan Yüce Rabbimiz kullarının, kendisine dâvette tâkip etmeleri gereken tesirli üslûbu şöyle beyân etmektedir:
“(Ey Rasûlüm! İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve (lüzûmu hâlinde) onlarla en güzel bir üslûpla mücâdele et...” (en-Nahl, 125)
“Sâlih ameller işleyip de, ben Allâh’a teslim olanlardanım, diyerek insanları Allâh’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir! İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan sıcak bir dost oluvermiştir.” (el-Fussilet, 33-34)
Tavsiye edilen bu ilâhî üslûbun tatbiki neticesinde, târihte nice dikenleşmiş ruhlar güle dönmüş ve zindan gibi sîneler nûra garkolmuştur.
"GÖNÜL ŞEHRİNİN SUYUNU BULANDIRMA"
Bu hakikatten hareketle Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, gerek inançsız, gerek günahkâr insanları doğru yola istikâmetlendirmenin ehemmiyetini ve bu husustaki üslûbu şöyle telkin buyurur:
“Kapkara ve paslı olan bir demir, silinip cilâlandığı zaman ondaki pas gider! Bir ayna, demirden de olsa, cilâlanınca, yüzü parlar ve güzelleşir; orada şekiller, sûretler görülür.”
“Gönül şehrinin suyunu bulandırma ki, orada ay ve yıldızları dolaşır hâlde göresin! Çünkü insanlar, ırmağın suyuna benzerler; su bulanınca, onda hiçbir şey göremezsin!”
Dipnot: [1] Bkz. Hicr Sûresi, 29.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları
YORUMLAR