Tebliğ Vazifesi İçin Üç Şart
Tebliğ vazifesi için nelere dikkat etmeliyiz? Tebliğ vazifesinde üzerimize düşen görevler nelerdir? Bir Müslümanın tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getirebilmesi için dikkat etmesi gereken 3 şart...
Tebliğ vazifesi, gelişigüzel yapılamaz. Elbette tebliğ için, önce;
1- Kendini inşâ,
2- Firâsetli davranış ve
3- Güzel bir üslûp gibi şartlar vardır.
1- KENDİNİ İNŞÂ
İslâm’ı yaşatacak kişinin, evvelâ yaşaması şarttır. Zaaflarına mağlûp düşmeyen, istikametli, güzel ahlâklı ve davetinden hiçbir menfaat beklemeyen bir şahsiyet olmalıdır.
Habîb-i Neccâr, kavmine şöyle seslenmişti:
“Sizden bir karşılık istemeyen ve kendileri de hidâyet (ve istikamet) üzere olan kişilere uyun!” (Yâsîn, 21)
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
قُمْ فَاَنْذِرْۙ
“Kalk ve inzâr et!” (el-Müddessir, 2) âyeti nâzil olduğu zaman Safâ Tepesi’ne çıkarak Kureyş kabîlesine seslendi. Onlar da bu çağrıya icâbet ederek Safâ Tepesi’ne geldiler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüksek bir kayanın üzerinden onlara şöyle hitâb etti:
“–Ey Kureyş cemaati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Onlar da hiç düşünmeden;
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler. (Buhârî, Tefsîr, 26; Müslim, Îmân, 348-355; İbn-i Sa‘d, I, 74, 200)
Böylece;
Peygamber Efendimiz; tebliğine başlamadan önce, muhataplarına kendi dosdoğru ve müstakîm şahsiyetini tasdik ve tescil ettirmiş oldu. Kendisinin el-Emîn ve es-Sâdık olduğunu muhataplarına söyletmiş oldu.
Demek ki;
Tebliğde bulunacak kişinin, hayatı istikamet üzere olmalıdır. Beyaz bir örtüde en küçük bir leke dahî çok dikkat çekici bir mahzur meydana getirir. Gri, kahverengi bir örtü olsa fark bile edilmez. Bu sebeple, hidâyetlere vesile olabilmek için, kişinin önce kendisini ıslah etmesi elzemdir.
Zira Hazret-i Ömer buyurur:
“İnsanları ıslah edebilmemiz için önce kendimizi ıslah etmemiz gerekir.”
Sırf bir meslek icrâ eder gibi, bir hoparlörün duygusuz ve mekanik ses nakli gibi tebliğ olmaz. Hattâ böylesi yaşamadan anlatmaya kalkmalar, şu âyet-i kerîmedeki gibi îkazlarla karşılaşacaklardır:
“Kitâb’ı okuyup durduğunuz hâlde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?” (el-Bakara, 44)
Böyleleri için hadîs-i şerifteki îkaz da dehşet vericidir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:
“İsrâ (Mîrac) Gecesi, dudakları ateşten makaslarla kesilip doğranan birtakım insanların yanından geçtim;
«–Ey Cibrîl! Onlar kimlerdir?» diye sordum:
«–Onlar ümmetinden birtakım hatiplerdir. Allâh’ın kitâbını okuyup durdukları hâlde, insanlara iyiliği emrederken kendilerini unuturlardı. Hiç düşünmezler miydi?!.» cevabını verdi.” (Ahmed, III, 231, 120, 180, 239; Beyhakî, Şuab, II, 283. Ayrıca bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10; Fiten, 17; Müslim, Zühd, 51)
Kendini inşâ eden kişi; güzel ahlâklı, merhametli ve şefkatli bir rahmet insanı olur. Bu sebeple tebliğ edeceği, hidâyete veya takvâya davet edeceği muhataplarını; nefret edilen suçlular şeklinde değil, sessiz feryatlarla şifâ arayan hastalar, yardım bekleyen yaralı kuşlar gibi görür.
Peygamberimiz ashâbına, tertemiz bir gönül sahibi olmayı tâlim buyurmuştu. Onlar; insanlığa ve ümmete karşı merhamet, şefkat ve af hisleriyle dopdolu idiler. Şu kıssa bunun ne güzel bir misâlidir:
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tebük Seferi için infâka davet etmişti. Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh- son derecede fakir olduğu için tasadduk edecek pek bir şey bulamadı lâkin şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlâllah! Sadaka olarak beni üzen veya bana kötü söyleyen yahut da benimle alay eden kimseye hakkımı helâl ediyorum!”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun sadakasını kabul etti ve Cenâb-ı Hakk’ın da kabul ettiğini müjdeledi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994; Bezzâr, III, 312)
Herkese bu şefkat ve merhamet dolu bakış, müslümanın elbette üslûbuna da yansıyacaktır:
2- EN NEZİH ÜSLÛP
Devrimizde, bir şirketi temsil edecek kişilere dahî husûsî bir eğitim verilir. Nasıl hitap edeceği, nasıl giyineceği, nasıl konuşacağı bir bir öğretilir. İslâm hakikatlerini temsil ve tebliğ edecek mü’minler de; Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ ederek, mütebessim bir sîmâ, en latif ve zarif sözler, temiz ve nezih bir kıyafet, en mühimi de, hayran bırakacak bir şahsiyet ve istikamet ile muhataplarını İslâm’a önce hâlleri ile davet edebilmelidirler.
Bu vesileyle şu hakikati de ifade edelim ki;
İş sahibi ehl-i îmânın da, bu şekilde işçilerine karşı İslâmî bir üslûp içerisinde tevâzû ve samimiyetle hitap etmeleri, onlara karşı güzel bir tebliğ olur. Zira Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- valilere yazdığı mektupta buyurur:
“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnâsız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir.
İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allâh’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâh’a karşı asla küfrân-ı nimette bulunma! Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!”
Tebliğin nasıl bir üslûpta yapılması gerektiği şu âyet-i kerîmede ne güzel ifade buyurulmuştur:
اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve hidâyete kavuşanları da en iyi bilen O’dur.” (en-Nahl, 125)
Demek ki tebliğ; rengârenk çiçekler, şırıl şırıl akan nehirler gibi bir letâfet içinde takdim edilmelidir.
Zorlayıcı, azarlayıcı, yıldırıcı, bıktırıcı, kaba üslûp, tebliğde men edilmiştir. Hadîs-i şerifte buyurulur:
يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, İlim, 11, Edeb, 80)
Mevlânâ Hazretleri, «Fîhi Mâ Fîh» adlı eserinde, tebliğin nasıl bir zarâfetle gerçekleştirilmesi gerektiğini şu kıssa ile anlatır:
Rivâyete göre; Peygamberimiz’in torunları Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz, çocukken, bir kişinin yanlış abdest aldığını gördüler. Ona en güzel şekilde abdest almayı öğretmek istediler.
Adamın yanına gittiler ve biri şöyle dedi:
“–Amca! Kardeşim bana; «Yanlış abdest alıyorsun.» diyor. İkimiz de huzûrunda abdest alalım; bak, bakalım; ikimizden hangimizin abdesti dînimize uygun?”
İkisi de adamın yanında abdest aldılar. Adam her ikisinin de güzelce aldıkları abdesti temâşâ edince;
“–Çocuklar!” dedi. “Sizin abdestiniz şerîata tam uygun, doğru, güzel; meğer benim abdestim yanlışmış.”
Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbının hatalarını ifade ederken, bazen;
“–Bana ne oluyor ki, bazı kişileri şu şu yanlışlar içinde görüyorum?” diyerek, muhatabını doğrudan itham etmeden, kendisine galat-ı ru’yet izâfe ederdi;
“–Yoksa ben mi yanlış görüyorum?” derdi. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119)
Lâkin burada, peygamberlerin karşılıklı iki sıfatı olan «tebşîr ve inzâr»ı hatırlamak gerekir. Tebliğin tarifini ifade eden birçok âyet-i kerîmede, «mü’minleri cennetle müjdelemek, münkirleri ise cehennemle korkutmak» ifadeleri yer alır.
Demek ki;
Bir hakikatin ifadesi olarak, tutulan menfî yolun fecî âkıbetini göstermek de îcâb eder.
Muktezâ-yı hâlin, yani karşı karşıya bulunulan vaziyetin gerektirdiği tarzda; yanlıştan vazgeçirecek bir kararlılık ve ısrar, durumun vahâmetini hissettirecek bir îkaz ve ihtar, tebliğin muhtevâsında elbette yerini bulacaktır.
Bunun dengesini bulmak da firâset işidir.
3- BASÎRET ve FİRÂSET
Tebliğ ehli, firâsetli olmalıdır.
Hazret-i Câfer, Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda İslâm’ı tebliğ etme imkânı bulmuştu. Kur’ân’dan bir kısım okuması istendiğinde, hıristiyan olan muhataplarının gönül âlemine gidecek bir damar aradı ve Meryem Sûresi’nde, Hazret-i İsa’nın doğumuyla alâkalı âyetleri okudu. Necâşî çok mütehassis oldu, rivâyete göre orada veya daha sonra müslüman oldu.
Câfer -radıyallâhu anh-; orada, kâfirlere hitâb eden, inzâr muhtevâlı âyetler de okuyabilirdi. Fakat o zaman bu tesir meydana gelir miydi?
Demek ki, tebliğ ehlinin basîret sahibi olması gerekir. Bunu da ona kazandıracak, takvâsıdır. Zira, Cenâb-ı Hak buyurur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ
“...Allah’tan ittikā edin (takvâ sahibi olun), Allah size (bilmediklerinizi) öğretir...” (el-Bakara, 282)
Fakat şartları bahane ederek, vazifeden uzak kalmak da mümkün değildir. Tebliğ herkesin, kendi kadrince üstlenmesi gereken bir vazifedir. Nitekim Hazret-i Lokman, evlâdına bu vazifeyi şöyle emreder:
يَا بُنَيَّ اَقِمِ الصَّلٰوةَ وَاْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلٰى مَٓا اَصَابَكَۜ اِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِۚ
“Yavrucuğum! Namazını özenle kıl, iyi olanı emret, kötü olana karşı koy, başına gelene sabret. İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir.” (Lokmân, 17)
Unutmamalıdır ki;
Peygamberimiz zamanında Kur’ân ayetleri peyderpey nâzil oluyor, din adım adım tedrîcî olarak tamamlanıyordu. Fakat bu esnada, Peygamber Efendimiz, gelinen seviyeyi başarmış olan ashâbını tebliğ ile vazifelendiriyordu.
Meselâ; Yesrib’i kapı kapı dolaşarak, Kur’ân ile fetheden ve îman yurdu Medine hâline getiren kişi, 20 yaşlarında genç bir delikanlı olan Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- idi. Bu fedâkâr ve cesur sahâbî; ellerinde kılıç ve mızraklarıyla üzerine yürüyen ve Medine’yi terk etmesini söyleyen Evs ve Hazreclileri, cesaret, firâset ve nezâketiyle, onları bir kez olsun Kur’ân mesajını dinlemeye iknâ ediyor ve bir bir İslâm bahçesine dâhil ediyordu.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hidayetlere Vesile Olmak, Yüzakı Yayıncılık
BENZER HABERLER
- İMANIMIZIN GÜCÜNÜ GÖSTEREN AMEL
- BİR KASE SÜT HİDAYETE VESİLE OLDU
- KRALLIĞIN İSLAM'A GİRMESİNE VESİLEN OLAN DAVRANIŞ
- OSMANLI'NIN HEDEFİNİ ORTAYA KOYAN VASİYET
- BİR MİLLETİ YÜKSELTEN VE ALÇALTAN SEBEP
- OSMANLI'DA ADALET ANLAYIŞINA GÜZEL BİR ÖRNEK
YORUMLAR