Tefekkür-i Mevt Nedir?
Tefekkür-i mevt nedir? Ölüm tefekkürü nasıl yapılır? Ölümü hatırlatan ayet ve hadisler nelerdir? Sahabenin ölümü tefekkürü nasıldı? Örneklerle tefekkür-i mevt yani ölümü tefekkür.
İnsan, kendisinde ve kâinat manzûmesinde sergilenen ilâhî kudret akışlarına gönül gözüyle nazar ettiğinde, dünya hayatını nasıl yaşaması gerektiği husûsunda düşünmek mecburiyetinde kalır. Zira birbiri ardınca hızla akıp giden günler, geceler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar, eskiyen yeniler, harâbe hâline dönen muhteşem saraylar, günden güne değişen aynadaki yüzler, ağaran ve dökülen saçlar; bizlere sürekli, bir yere doğru gittiğimizi hatırlatmaktadır. Bu sebeple tefekkürümüzü en çok alâkadar etmesi gereken gerçek, “ölüm” hâdisesidir.
Zira istisnâsız hepimiz;
“Her canlı, ölümü tadacaktır…” (el-Enbiyâ, 35) şeklindeki ilâhî hükme boyun eğerek bir gün mutlakâ ölüm geçidinden geçeceğiz.
İstikbâlimize dâir bildiğimiz en mutlak gerçek olan ölüm, bir nevî dünya günüyle âhiret günü arasındaki bir geceden ibârettir. Yani dünya, fânî bir gün; ölüm, muvakkat bir gece; âhiret de ebedî bir hakîkat sabahıdır.
KUSS BİN SAİDE’NİN HUTBESİ
Câhiliye devrinde, yani nübüvvetten evvel Kuss bin Sâide’nin, Ukaz Panayırı’nda îrâd ettiği şu hutbesi, rakik gönüller için ne müthiş bir îkaz ve aynı zamanda tevhid akîdesinin ne güzel bir ifâdesidir:
“Ey insanlar!
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız!
Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, anaların-babaların yerini tutar. Sonra hepsi mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini takip eder.
Dikkat edin, söylediklerime kulak verin! Gökten haber var; yerde ibret alacak şeyler var!
Yeryüzü serilmiş bir döşek, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden memnun oldukları için mi orada kalıyorlar; yoksa alıkonulup da uykuya mı dalıyorlar...
Ey insanlar!
Gafletten sakının! Her şey fânîdir, ancak Cenâb-ı Hak bâkīdir. Birdir, şerîk ve nazîri yoktur. İbadet edilecek yalnız O’dur. O doğmamış ve doğurmamıştır.
Evvel gelip geçenlerde bizler için ibretler çoktur.
Ey İyâd Kabîlesi! Hani babalarınız ve dedeleriniz? Hani müzeyyen kâşâneler ve taştan hâneler yapan Âd ve Semûd? Hani dünya varlığına mağrur olup da kavmine hitâben; «Ben sizin en büyük Rabbinizim.» diyen Firavun ve Nemrud?
Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri de yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini şimdi köpekler şenlendiriyor.
Sakın onlar gibi gaflet etmeyin! Onların yolundan gitmeyin! Her şey fânî, ancak Cenâb-ı Hak bâkīdir.
Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yok!.. Küçük-büyük herkes göçüp gidiyor. Herkese olan bana da olacaktır.” (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, II, 264; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241; Heysemî, IX, 418)
ÖLÜMÜ HATIRLATAN AYETLER
Aslında Cenâb-ı Hak, gündüzün muhtelif meşguliyetleriyle yorulan bedenlerin, geceleyin uykuya yenik düşmesini misal göstermek sûretiyle, kullarına ölüm hakîkatini her gün hatırlatmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:
“Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.” (el-Enʻâm, 60)
“Allah; ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.” (ez-Zümer, 42)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm dâvetini ilk açıkladığı günlerde Safâ Tepesi’nden Kureyşlilere seslenirken bu hakîkati şu sözleriyle ifâde buyurmuşlardır:
“…Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allâh’ın huzûruna varmanız, dünyadaki her hareketinizin hesâbını vermeniz muhakkaktır. Neticede hayır ve ibadetlerinizin mükâfâtını, kötü işlerinizin de cezâ ve şiddetli azâbını göreceksiniz! Mükâfat ebedî bir Cennet; mücâzat da ebedî bir Cehennem’dir.” (Bkz. Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 118; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 61; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, I, 459)
Dolayısıyla şu fânî ömrü;
“Hayat, şu dünya hayatımızdan ibârettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz.” (el-Mü’minûn, 37) diyen kâfirler gibi, nefsânî arzularının esiri olmuş bir sûrette ve âhiretsiz bir telâkkî ile değil;
“O ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır...” (el-Mülk, 2) hakîkatinden hareketle, Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği şekilde, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşamamız zarurîdir.
SAHABENİN ÖLÜM TEFEKKÜRÜ
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Târık bin Abdullah -radıyallâhu anh-’a buyurduğu:
“Ey Târık! Ölüm gelip çatmadan evvel ölüme hazırlan!”[1] tavsiyesine kulak ve gönül vermemiz elzemdir.
Kimsenin inkâr edemeyeceği, kaçınılmaz bir gerçek olan ölüm vâkıasından gâfil kalmayalım diye, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini pek çok vesîleyle tefekkür-i mevte teşvik ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın! Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24/2458)
Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nebevî terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâm, tefekkür-i mevt hususunda öyle bir kalbî rikkat kazanmışlardı ki, gördükleri her şey onlara dünyanın fânîliğini, kabri, kıyâmeti, hesâbı, azâbı hatırlatıyordu.
Nitekim tâbiîn neslinin büyük şahsiyetlerinden Ebû Vâil Hazretleri şöyle anlatıyor:
“Abdullah ibn-i Mesut -radıyallâhu anh- ile yola çıktık. Yanımızda Rebî bin Haysem Hazretleri de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah -radıyallâhu anh- durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebî de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah -radıyallâhu anh- fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:
“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (Cehennem’in) daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta helâk olup gitmeyi isterler.” (el-Furkân, 12-13) âyet-i kerîmelerini okudu.
Bunun üzerine Rebî g bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah -radıyallâhu anh- öğleye kadar başında bekledi ama Rebî ayılmadı. Akşama kadar bekledi de Rebî nihâyet ayılabildi...” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)
SALİHA HANIMIN ÖZELLİKLERİ
İslâm âlimlerinden Abdülhamîd Keşk şöyle der:
“Sahâbeden biri evine girdiğinde hanımı ona o gün (çarşı-pazarda ne olup bittiğini değil) şu iki suâli sorardı:
- Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu?
- Allah Rasûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin?
Sahâbî evinden çıkacağı zaman da hanımı ona:
«–Allah’tan kork; haram kazanma! Zira biz dünyada açlığa sabrederiz, fakat kıyâmet gününde Cehennem azâbına sabredemeyiz.» diye nasihatte bulunurdu.” (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)
Müfessir İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân adlı tefsirinde şöyle der:
“Hakîkat ehline göre sâliha bir zevcenin alâmeti; güzelliğinin Allah korkusu, zenginliğinin kanaat, süsünün iffet, yani şer ve fesatlıklardan uzak durmak, farzlardan sonraki ibadetinin, kocasına hizmette kusur etmemek; himmetinin ise ölüme hazırlanmak olmasıdır.”[2]
SAHABENİN EN BÜYÜK İSTEDİĞİ
Bugünkü insanlığın dünyada biraz daha rahat ve uzun yaşayabilme arzu ve endişesine mukâbil, sahâbe neslinin en büyük arzusu; selîm bir kalp ile, vicdan huzuruyla ve yüz aklığıyla âhirete intikâl edebilmekti.
Bir gün Abdullah ibn-i Mesut -radıyallâhu anh- tâbiînden dostlarına dedi ki:
“–Sizler Rasûlullâh’ın ashâbından daha çok oruç tutuyor, namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz. Ancak onlar sizden daha hayırlıydı.”
Dostları:
“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında:
“–Onlar dünyaya karşı sizden çok daha zâhid, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 4/135)
Muhammed bin Kâ‘b el-Kurazî şöyle anlatır:
Bir zamanlar Ömer bin Abdülazîz Hazretleri ile Medîne-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O vakit gâyet yakışıklı, ter ü tâze bir gençti ve bolluk içinde yaşıyordu. Daha sonra halife olduğunda yanına gittim. İzin isteyip içeri girdim. Onu görünce şaşırdım ve yüzüne şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana:
“–Ey Muhammed! Niçin öyle hayretle bakıyorsun?” dedi.
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim.” dedim.
Bunun üzerine Ömer bin Abdülazîz Hazretleri bana şöyle dedi:
“–Ey Muhammed! Beni kabre konulduğumdan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın üzerine akmış, ağzım-burnum kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın.
Şimdi bunları bırak da sen bana İbn-i Abbâs’ın Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rivâyet ettiği hadîsi tekrar et…” (Hâkim, IV, 300/7706)
ÖLÜMÜ ÇOKÇA HATIRLAYIN
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:
“Bütün zevkleri bıçak gibi kesen ölümü çokça hatırlayın!” (Tirmizî, Zühd, 4)
Ölümü aklından çıkarmayıp lâyıkıyla tefekkür edebilen kimse, fânî lezzetlere; âhiret yolcusu olduğunu bilen kimse de dünya misafirhânesindeki oyuncaklara aldanmaz, onlarla oyalanıp vakit kaybetmez.
Çocuklar deniz kenarında oynarken kumdan evler yapar, onunla bir müddet oynar, canları sıkılınca da kendilerini saatlerce oyalayan bu evi bir tekmeyle yerle bir ederler. Yahut kuvvetli bir dalga gelir, o evcikleri yutuverir.
Ölüm de aynen böyledir. Gelecek günlere dâir nice hayaller kuran, nice plânlar-projeler yapan insanoğlu, ölümü hatırlayınca gönül ufkunu acı bir hüzün kaplar. Zihnindeki plânları gerçekleştirmek üzere olan kimseler, “ha bugün ha yarın” diye çırpınıp dururken, ölüm her şeyi bir anda yıkıp dağıtıverir. Onca emek ve zahmet, çocukların kumdan evleri gibi yok olup gider.
Hâl böyle olunca, nefsânî hayallerin dizginlerini büsbütün koyuverip, ömrü, ölüm gerçeğini unutarak yaşamaya çalışmak, ne büyük bir gaflet manzarasıdır!..
Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yere bir çubuk dikmişti. Sonra bunun yanına ikinci bir çubuk, biraz ilerisine de üçüncü bir çubuk diktiler. Daha sonra ashâbına dönerek:
“–Bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz?” diye sordular.
Onlar her zaman yaptıkları üzere:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” diye mukâbelede bulundular. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisini merakla dinleyen ashâbına meseleyi şöyle îzâh ettiler:
“–Bu birinci çubuk insan, ikincisi onun eceli, üçüncüsü de istek ve arzularıdır. İnsan, kuruntular peşinde koşup dururken ecel önünü keser ve onu alıp götürür.” (Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, III, 18)
Ölüm, herkes için muhakkak vâkî olacak bir hakîkat iken insanoğlunun, sanki bu dünyada ebedî kalacakmış gibi beyhûde meşgalelerle ömür sermayesini tüketmesi, ne hazin bir aldanıştır?
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, insanın bu umûmî gafletine şu hikmetli sözleriyle işaret etmektedir:
“Eğer bir yere toplanmış bir kalabalığa tellâl:
«–Bugün akşama kadar yaşayacağım, diyebilen varsa ayağa kalksın!» diye ilân etse, bir tek kişi bile ayağa kalkamaz. Şaşılacak şeydir ki, bu hakîkate rağmen bütün halka:
«–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise ayağa kalksın!» diye ilân edilse, yine bir tek kişi bile yerinden kalkamaz!..”
BEDBAHT KUL
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Hayal kurup üstünlük taslayan ve yüce Allâh’ı unutan kul ne bedbahttır!
Zorbalık edip haklara tecavüz eden ve yüce kudret ve kuvvet sahibini unutan ne bedbahttır!
Gaflete dalarak gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır!
Azıp taşkınlık gösteren, doğum, ölüm ve ölümden sonrayı unutan kul ne bedbahttır!” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 17)
Velhâsıl insanın en mühim irfânı, toprak altına giriş ve ebedî âleme doğuş muammâlarını çözmekle başlar. İdrak ve şuuru, kabristan duvarlarının dünyevî sınırlarından öteye geçmeyen, ebediyet yolunun gâfil yolcusundan daha bedbaht kim olabilir?!.
Unutmayalım ki, henüz hayatta iken ölüm ve ötesinin tefekkürüyle aydınlanmamış kalpler, gün ışığından mahrum vîrâneler gibidir. Ölümü tefekkür öyle bir nurdur ki, onun aydınlatmadığı bir hayat, gaflet karanlıkları içinde kalmaya mahkûmdur.
Bu hakîkatleri kendilerine âdeta hayat düstûru edinen ecdâdımız, dâimâ fânîliğin tefekkürü içerisinde bulunmak ve dünya hayatını âhiret gerçeğine göre yaşayabilmek için, kabristanları şehir içlerinde ve câmi önlerinde yapmışlardır. Ki oradan gelip geçen herkes, kendi istikbâlini görerek hâlini ıslâha yönelsin. Dünya hayatının fânîliğini yakînen hissetsin de âhireti unutmasın. Bilâkis, dünya nîmetlerini âhiret saâdetine bir basamak eylesin. Gençliğine, sıhhatine, güç-kuvvetine aldanıp kendisini dünyada kalıcı zannetmesin. Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirsin. Asıl gerekli olan âhiret sermâyesini bir an evvel tedârik etmenin gayretine girsin.
Dipnotlar:
[1] Hâkim, Müstedrek, IV, 347/7868. [2] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. III, sf. 505, Erkam Yayınları, İstanbul 2011.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları
YORUMLAR