Tefekkürde Derinleşmek Ne Demektir?

TEFEKKÜR

Tefekkürde derinleşmek için atılacak ilk adım, etrâfa ibret nazarıyla bakmaktır. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın nîmetleri sayıldıktan sonra, insanlara defalarca; “Ey bakış, görüş ve idrâk sahipleri!..”(Âl-i İmrân, 13; en-Nûr, 44; el-Haşr, 2) diye hitâb edilmiştir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Rabbim bana susma hâlimin tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)[1]

 Tefekkürde derinleşmek için atılacak ilk adım, etrâfa ibret nazarıyla bakmaktır. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın nîmetleri sayıldıktan sonra, insanlara defalarca; “Ey bakış, görüş ve idrâk sahipleri!..”[2] diye hitâb edilmiş; kâinâta ibret nazarıyla bakmaları istenmiştir.

Benzer pek çok âyet-i kerîmede de; “Hiç düşünmez misiniz? Akletmezler mi? İdrâk etmezler mi?”[3] buyrularak insanoğlunun kâinâta boş bir nazarla değil; dirâyet ve basîretle bakması istenmiştir.

İnsan, şafak vakti başını kaldırıp, doğan güneşe doğru şöyle bir bakıp ufukta çizilen rengârenk, çeşit çeşit tabloları görmelidir. Usta bir ressamın tablosu karşısında hayran kalırız. O hâlde, kâinâtın ilâhî sanatkârının her ân çizdiği şâheser tablolar karşısında nasıl ilgisiz kalabiliriz?

Bir lâleye, bir menekşeye bakın! Bu renkleri acaba kara toprağın neresinden buldular? Ya o kırmızı karanfil? Güneşin ışığında oynaşan çiçeklerin mavisi, pembesi ve onların gönül açan tebessümleri… Ve saymakla bitmeyecek diğer güzellikler… Duygu derinliğine sahip bir kalp için, her yer harikalar sergisi… Bir çiçeğin tebessümüne, arı ve kelebeğin raksına, pervânenin yanışına, bülbülün feryâdına, bir de dönüp kendimize bakalım! Bütün bu güzellikler, güzelliğin mutlak menbaı olan Yaratıcımızın cemâlinden mahlûkâtına akseden bir güzellik kırıntısından ibârettir.

Şafak sökerken, ilk ışıklarıyla eşyayı aydınlatan güneş, başlayan yeni günün selâmını getirerek, bize âdeta:

“–Uyan!” demekte ve bizi şöyle bir muhâsebe iklimine götürmektedir:

“–Bak, sana bu sabah da hayat defterinden yepyeni bir sayfa hediye edildi. Kıyâmette önüne konacak bu sayfayı nasıl dolduracaksın? «Oku kitabını, bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter!»[4] deneceği o dehşetli gün için, bugün ne hazırlamayı düşünüyorsun?”

Akşam olup, gökyüzü önce kızıla, sonra da dalga dalga siyaha boyandığında, gece, hâl lisânıyla insana der ki:

“–Bir günün daha geçti. Ölüme bir adım daha yaklaştın. Artık beyhûde âh u figân etmeye gerek yok. Ne kadar gayret edersen et, geçen günü geriye getiremezsin. Şimdi sen de ölümün kardeşi olan uykunun kollarına kendini teslim edeceksin. Ne yapman gerekiyordu, sen ne yaptın? Yaptıklarını ve yapmadıklarını önüne koy ve düşün!.. Belki bir daha sabahın ışıklarını göremeyeceksin!..”

Kâinâta bu şekilde tefekkür ve tahassüsle yönelebilen ruhlar, dünyanın gelip geçici bir imtihan mekânı olduğunu, karar kılınacak bir diyar olmadığını ve vefâsızlığını anlar; neticede hakîkî ve yegâne dost olarak Allâh’ı bulurlar.

İlâhî hikmet ve ibretler sergisi olan bu âlemde tefekkürden uzak bir kalbin vay hâline! Güllerin, ağaçların, kurdun-kuşun hâl lisânından gâfil kalmak; denizlerde, dağlarda, göklerde sergilenen nice kudret nakışlarının beyânından anlamamak, kalp gözünün körlüğündendir.

Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Mâdemki değirmen taşının hareketini görüyorsun. Daha dikkatli bak da onu harekete getiren derenin suyunu da gör! Toprağı, tozu havada gördün. Onları havaya kaldıran rüzgâra da bak! Fikir çömleğini kaynar görmedesin. Onu kaynatan ateşe de basîretle nazar et! Şu köşkleri, sarayları ve nice hâneleri bir yapanın olması mı mâkuldür, yoksa olmaması mı? Şu gördüğün yazıyı yazan bir kâtibin olması mı mâkuldür, yoksa duvarları süsleyen ve sayfaları satır satır dolduran yazılar kâtipsiz midir? Ey kişi! Bu âlemde kendi kendine meydana gelen bir şey gösterebilir misin? Kendi kendine çimlenip büyüdüğünü zannettiğin bitkiyi toprağından ayır da gör bakalım öyle miymiş?!”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamberlikten önce, Nûr Dağıʼndaki Hirâ Mağarasıʼnda zaman zaman uzlet ve inzivâya çekilirdi. Peygamber olduktan sonra da Ramazan ayının son on gününde îtikâfa girerdi. Bundan da anlıyoruz ki, bir müslüman, zaman zaman uzlete çekilerek nefis muhâsebesi yapıp kâinâtı tefekkürle seyretmelidir. Bunu yapmadan tam mânâsıyla kemâle eremez. Bilhassa insanlara rehber olacak kimseler, bu tefekkür ve muhâsebeye daha çok muhtaçtırlar.

Velhâsıl, gören gözler idrâk eder ki, ilâhî saltanat karşısında bu Dünya, fezâda yüzen milyarlarca, trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve insan da bu tozun içerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu dışında sadece bir “hiç”ten ibârettir!..

Cenâb-ı Hak, bütün canlılara öyle husûsiyetler vermiştir ki, benzer gıdâlarla beslenenler dahî farklı mahsuller meydana getirirler. Meselâ yeşil bir dut yaprağını sığır veya koyun yese, ondan et, süt ve yün hâsıl olur. İpek böceği yese ipek meydana gelir. Hayvan, otu et ve süt yaparken, son teknolojiyle donatılmış bir kimya laboratuvarında tonlarca ottan bir gram et veya süt îmâl etmeye insanoğlu muktedir olamamaktadır. Arının çiçek tozlarından yaptığı balı îmâl etmek de, yine insanın gücü dışındadır. Basit birer ot gibi görünen çeşitli çiçeklerin topraktan bulup çıkardığı renkler, kokular ve desenler, hiçbir insanın yapamayacağı hârikalardır.

[1] İbrâhim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838.

[2] Bkz. Âl-i İmrân, 13; en-Nûr, 44; el-Haşr, 2...

[3] Bkz. el-En’âm, 50; el-Bakara, 219, 266; Muhammed, 24; en-Nisâ, 82; Yâsîn, 68...

[4] el-İsrâ, 14.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları