Tefekkürün Anlamı, Önemi ve Fazileti
Tefekkür nedir? Tefekkürün anlamı, önemi ve fazileti nedir? Tefekkür üzerine birbirinden kıymetli menkıbeler ile Peygamber Efendimizin tüm müslümanlar için güzide bir örnek olan güzel ahlakından çıkarmamız gereken bir ders tefekkür...
Tefekkür; kulun bilmediği yahut aklının kavrayamadığı ilâhî sır ve hikmetler karşısında şaşırıp kalması, mânen istiğrak hâline bürünmesidir. Selîm bir kalp ve akılla tefekkür eden bir müʼmin için, kâinatta sergilenen ilâhî kudret tecellîlerinin hangisi hayrete şâyan değildir ki?
O’NA İTAAT HAKK’A İTAAT
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Kim Rasûlullâh’a itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur...” (en-Nisâ, 80)
Rasûl’e itaat, Allâh’a itaattir.
Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her şeyde üsve-i hasenedir. Allâh’ın râzı olacağı; en güzel kulluğu, en muazzam ahlâkı, en müstesnâ muâmelâtı sergilemek, yaşayarak yaşatarak öğretmek üzere, bütün kâinâta muallim olarak gönderilmiştir.
Aile hayatında, iş hayatında, cemiyette, kumandanlıkta; ferde, cemiyete, asırlara örnek...
Kelâmda mûcize Kur’ân-ı Kerim olduğu gibi, insanda da hârika O’dur. Üsve-i hasene, en güzel örnek!..
En ideal aile hayatının sırrını öğrenmek isteyen; O’nun kurduğu, cihanın en mesut ailesine bakmalıdır.
İdeal toplumu arayanlar için O’nun asrı, yani asr-ı saâdet en güzel örnektir.
Yediden yetmişe her insan; O’nun hayatına bakarak problemlerini halledebilir, telâfi edebilir.
Rabbimiz;
«لاَ اِلٰهَ» diyerek İslâm’a girerken kalpten nefsânî arzuları bertaraf etmemizi arzu ediyor.
«اِلَّا اللّٰه» diyerek de cemâlî sıfatların kalpte tecellîsini istiyor. Böylece kalp, Cenâb-ı Hakk’ın tecellî mekânı olacak.
Bu da «مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ»’ı tasdik etmekle, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i kalpten tanımakla olacak. O’nun şahsiyetine hayran olmakla, sünnetine tâbî olmakla müyesser olacak.
Allah katında kıymet kazanmak istiyorsak; O cevheri yüreğimizde taşımalı, O’nun ahlâkıyla ahlâklanıp istikameti üzere yaşamaya gayret etmeliyiz.
Zira Fahr-i Kâinât Efendimiz;
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmaktadır. (Buhârî, Edeb, 96)
Bu beraberliğin hakikati ise; hâl beraberliği, amel beraberliği, ahlâk beraberliği, his ve fikir beraberliği, velhâsıl istikamet beraberliğidir.
GÖNLÜMÜZ DE O’NUN MUHABBETİYLE DOLMALI
Bir teşbihle ifade edersek, gül ağacından murad, ne kök, ne gövde, ne diken, ne yaprak; sadece güldür. Bütün çiçekler içinde en zarifi ise yine güldür. Yaprak için o gül ile beraberlik ne büyük bir şereftir. Gövde için o güle hizmet ne büyük nimettir. Hattâ ayağı dibindeki toprak için o gülün şebnemleriyle ıslanmak, onun râyihasıyla bezenmek ne büyük bir bahtiyarlıktır.
Şeyh Sâdî, Gülistân’ında bu bahtiyarlığı şu temsil ile anlatır:
Bir gün hamamda dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) parçası verdi.
Kile sordum:
“–A mübârek, sen misk misin, anber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum.”
Kil bana şöyle cevap verdi:
“–Ben bir gülün toprağıydım. O gülün yaprakları seher şebnemleriyle dolar, benim üzerime ağlayarak damlardı. Ben bu yaşlarla hamur gibi yoğruldum. Ben aslında alelâde bir «kil»im. Bu koku onundur...”
Fuzûlî, Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet Efendimiz’in eşsizliğini şöyle ifade eder:
Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su...
“Bahçıvan, gül bahçesini sulamak için (boş yere) zahmet çekmesin! (Zira), bin tane gül bahçesi sulasa, (Yâ Rasûlâllah, yine de) Sen’in yüzün gibi bir gül (hiçbir zaman) açılmaz!..”
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Ey gafil! Musa ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et. Asâ nasıl ejderhâ oldu ve hurma kütüğü nasıl irfan sahibi oldu ve inledi?”
“Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden ayrı düştüğü için inleyen Hannâne* direğini okşadı. Sen, ey insan, bir ağaçtan da aşağı değilsin. Hannâne direği ol da sen de ayrılıktan inle...”
İnle, çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de senin için; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» diye Cenâb-ı Hakk’a yalvarmakta...
Ahsen-i takvîm olan insanın, Varlık Nûru’nun kıymetini idrâk etmesi, O’nu idrâk ederek, O’na yakınlık için inlemesi ve yanması elbette, sâir mahlûkattan farklı ve müstesnâ olmalıdır. Bunu ifade için Hazret-i Mevlânâ’dan ilhamla denilmiştir ki:
“Odun yanar kül olur, gönül yanar kul olur.”
Hayâtiyetini kaybetmiş, ölü bir kütükten bir şey beklenmez. Gafil insan için cehennem vardır. Fakat gönlü diri, gözleri mânâ ve hakikatlere açık, kulağı hakka ve hayra âmâde bir mü’min, idrâk ettiği hakikatlerle hamlıktan kurtulur, pişmeye başlar. Sonunda yanar. Artık o, olgun bir gönüldür. İşte o gönülde nice ilâhî sırlar ve hikmetler coşar. Hazret-i Mevlânâ bu hâli ne güzel özetler:
“Hamdım, piştim, yandım!”
Elbette onun yanışı, bir odunun yanıp kül oluşu, hiç oluşu gibi bir yanış değildir. «نِعْمَ الْعَبْدُ» medhine mazhar bir kul hâline getiren bir yanıştır. Sevdiğinde fânî eden bir yanış ve kavruluştur. Neticesi cennettir. Tıpkı pervânenin yanışı gibi:
PERVÂNE GİBİ
Büyük şair ve mütefekkir Muhammed İkbal; uzakta ve karanlıkta kalanlarla, nûra koşan, aşk ile yanıp nur olanları şöyle bir temsil ile anlatır:
Bir gece, kütüphânemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:
“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Felsefenin bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Fakat) bu hayatın mânâsını bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın...”
Güvenin bu feryâdına mukabil, pervâne; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:
“–Bak!” dedi; “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:
“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”
Yani pervâne; güveye, yanık kanatlarını göstererek hâl lisânı ile;
“Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryâsından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.
Bu temsilde; yaşanmayan, amelsiz, kuru ilim sahibi, ihlâs ve takvâdan mahrum olarak kara kitaplara yaslanmış bilgiçler güveye benzetilir. Takvâ, haşyet ve muhabbetle yanan âşık gönüller, ilmiyle âmil yanık gönüllü ârifler ise, pervâneye teşbih edilir.
O pervânelerin, Allah Rasûlü’nden ayrı düşme korkusuyla inleyenlerin en güzel misâli Hazret-i Sevbân idi.
Sevbân -radıyallâhu anh- bir gün Efendimiz’in yanına geldi. Efendimiz onu çok mağmum, mahzun ve kederli gördü.
“–Sevbân, nedir derdin?” buyurdu.
Sevbân -radıyallâhu anh- içli içli anlattı:
“–Anam, babam ve bu canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sohbetinde hâlden hâle geçiyorum. Eve gidiyorum hasret kalıyorum. Nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran... Dünyada böyle olunca âhirette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz, peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede savrulacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”
Efendimiz bir müddet sükût etti. Ondan sonra;
“Ey Sevbân, kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)
Sevbân’ın belki bu dünyada bir dikili ağacı bile yoktu. Fakat o, dünyanın en zengin insanıydı, çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetine râm ve beraberlik sırrına mazhar olmuştu.
Bir ormanı dışarıdan seyredince sadece bir resim tablosu olarak bir güzellik arz eder. Yaklaşınca her bir ağacın, her bir çiçeğin, her bir meyvenin güzellikleri temâşâ edilir. Seyredilmekle de kalmaz; râyihaları koklanmaya, kuş cıvıltıları işitilmeye, meyveleri tadılmaya başlar. Yani ormanla temsil edilen hakikat bizzat, hakka’l-yakîn yaşanır.
İşte ashâb-ı kiram; Peygamber Efendimiz’i uzaktan seyretmedi, yakından tanıdı. O’nunla maiyyet / beraberlik sırrına erdi. Her biri kendi istîdâdınca O’nun nûruyla boyandı, ahlâkıyla ahlâklandı. Sevbân gibi Rasûlullah âşıkları, O’na yaklaşmak uğrunda her fedâkârlığa gönüllü, her meşakkate râzı idiler.
Müteâkip nesillerde de O’nun âşıkları, O’nun kardeşleri arasına iltihâk edebilme çırpınışında her fedâkârlığa gönülden koştular.
RASÛLULLAH AŞKIYLA
Bursa kadısı Mahmud Efendi, bütün dünya makam ve debdebesini geride bırakarak Üftâde kapısında hizmetkâr oldu. Allah ve Rasûlü’ne yaklaşma yolunda kendisine ayak bağı olan nefsânî problemlerini yenmek için; üstâdının emriyle sırtında kaftanıyla, Bursa sokaklarında ciğer sattı. Dergâhta tuvalet temizledi. Hiçliğe erişti, fakat nihayetinde; dilinden hikmetler dökülen ve cihan padişahlarının da onun önünde hürmetle eğildiği Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri oldu.
Hâlid-i Bağdâdî, zâhirî ilimlerde zirve idi. Ona «Şemsü’ş-Şümûs: Güneşler Güneşi» diyorlardı. Fakat o da asıl tahsilin Allah ve Rasûlü’nü yakından tanımak olduğuna dair bir işaretle binlerce kilometre yol aşıp Hindistan’a gitti, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergâhına vardı. Geldiği haber verilince Abdullah Dehlevî -kuddise sirruh- onu karşılamadı;
“Tuvaletleri temizlemeye başlasın!” diye haber gönderdi. Mevlânâ Hâlid, ilmiyle gururlanmadan hemen hizmete koyuldu. Kuyudan su çekerek, omzunda yaralar bırakan tahta terazilerde kovalarla taşıyarak aylarca hizmet etti. Ancak bu hizmetlerden sonra, üstâdı onunla bizzat alâkadar olarak, kısa sürede onu yetiştirdi ve seyr ü sülûkünü tamamlamış ve vazifelendirilmiş olarak memleketine gönderdi. Yolcu ederken de şehrin dışına kadar kilometrelerce mesafede, onun yanından yürüdü ve;
“Sadrımda ne varsa aldı, götürdü.” dedi.
Esas tahsil Allah Rasûlü’nü yakından tanıyabilmek.
Yakından tanıyanlar âbâd olur, uzaktan bakanlar ise berbâd olur, kahrolur gider.
Peygamberimiz’e ittibâ, Allâh’ın muhabbet ve mağfiretine vesile olur. Allah ve Rasûlü’ne muhabbet, rakik gönüllü, derûnî hissiyatlı, istîdatlı âşıkları bir vecd ve istiğrak hâline sevk etmiştir. Onların içli bir nümûnesi olan Fuzûlî; gözlerinden akan yaşlarda, nehirlerin çağıldayışında, gökte ve yerde, her şeyde Allah Rasûlü’ne muhabbetli bir akış görür. Kâinatta nereye baksa, neyi görse her şey ona Allah Rasûlü’nü hatırlatmaktadır. Çağıldayarak akan bir dere onun gönlüne şöyle dedirmektedir:
Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl,
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su...
“O Rahmet Peygamberi’nin ayağının değdiği, gezip dolaştığı, mübârek toprağına ulaşayım diye; sular, hiç durmadan ömürler boyu başlarını taştan taşa vurarak âvâre ve meclûb bir şekilde akmaktadır.”
Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin aşkı ise gönülde aşk ateşinin hararetiyle tezâhür eder. O öyle bir yanış hâlindedir ki, güneşin hararetinin bütün dünyayı sardığı gibi, aşk-ı Muhammedî de onun bütün dünyasını doldurmuştur. Her ne yöne baksa ateştir:
Ne mümkin bunca âteşle şehîd-i aşkı gasletmek?
Ceset âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş.
“Bunca ateşle, her şey böylesi bir aşk ateşiyle kaplanmış iken, aşk şehidini gasletmek ne mümkün! Ceset de, kefen de, onu yıkayacak su da ateş kesilmiş!”
O’nun âşıklarında bu muhabbet ve ittibâın tezâhürleri de farklı farklıdır.
Yine O Hidâyet Güneşi’ne âşık, nurlu bir hilâl olan Hak dostu Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri de, Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 63 yaşında ebediyete irtihâl ettikleri için bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir.
Büyük hadis âlimi İmâm-ı Nevevî Hazretleri; Peygamber Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğine dair mâlûmat tespit edemediğinden, ne yapacağını bilemedi, karpuz yemedi. O’na ittibâ edemeyeceği için karpuz ona tatlı gelmedi. Çünkü onun lezzet aldığı tek şey Fahr-i Kâinât Efendimiz’e her hâlinde tâbî olmaktı.
Bunlar zihnin değil, kalbin tahsilidir. Gönlün tâlimidir. Bunları bir başkasının taklit etmeye kalkması, uygun değildir. Bunlar gönülden taşarak, samimiyetle yaşanmış husûsî hâllerdir.
Onların muhabbetleri, fedâkârlık ile tezâhür etti. Fedâkârlıkları da zaferlere vesile oldu.
Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-; Çin’e giderken yorulmadı, üşenmedi... İbn-i Abbas’ın kardeşi; Semerkant’a gitti, o da aynı şekilde hiçbir bezginlik göstermedi. Allah Rasûlü’nün muhabbeti ve O’nun bir müjdesine nâil olma heyecanı; Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye seksen yaşında, yollara düşüp İstanbul fethi için seferlere katılma enerjisi oldu.
Onlar cellâtlardan, düşmanlardan ve eşkıyâdan korkmadı.
Onların bir tek korkusu; Allah ve Rasûlü’nün sevgisinden ve O’nu tanımaktan mahrum olmaktı. Onlar için dünyada en büyük kayıp bu idi. Dünyanın bir metâını, makamını ve servetini kaybetmek değildi.
O’NU İDRÂK ETMEK!
Yaman Dede; Galata Mevlevîhâne’sine giderken yolda duvara yaslanmış, mecalsiz ve tâkatsiz bir vaziyette iken kendisine bir talebesi denk gelir. Der ki:
“‒Hocam, herhâlde hastasınız. Sizi doktora götürmemi ister misiniz?”
Yaman Dede, derin bakışlarını talebesine çevirir ve şöyle der:
“‒Hayır evlâdım, hasta değilim. Sadece hatrıma Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. O’nun muazzam ve mûtenâ hâl ve şahsiyetini düşündükçe, dehşete gelip kendimi kaybediyorum, O’nu idrak husûsunda tâkatim kesiliyor. Ayakta duracak mecâlim kalmıyor. Hâlsiz ve perişan düşüyorum.”
Onun yazdığı na‘t-ı şerif de bu hissiyâtı ne güzel ifade eder:
Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam,
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!..
Efendimiz’i hatırlamak, büyük fetihlerin kuvvet ve heyecanı da oluyordu. O’nun emâneti olan İslâm birliğini muhafaza nâmına şark seferine çıkan Yavuz Sultan Selim Han; üst üste tecellî eden büyük fütuhatlardan sonra dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmedi. Nefsine mağlûp olmamak için takvâ ve mahviyet libâsına bürünüp lalası Hasan Can’a;
“–Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul’a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.
Akşam olup her yer karardıktan sonra gizlice ve âlâyişsiz bir şekilde şehre girdi.
Bu derviş yürekli sultan, bir Allah dostuna râm olmanın kıymet ve değerini ifade sadedinde şöyle demiştir:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.
Hakikaten onun için sultanlık, takdirin omuzlarına yüklediği bir vazife idi.
Nitekim;
Trakya seferine çıktığında Yavuz’un sırtında şirpençe adlı tehlikeli bir çıban çıkar. Yara iyice derinleşince Hasan Can; durumun nezâketini gözyaşları içinde, şöyle ifade eder:
“–Padişahım, şimdi Allah ile beraber olmak zamanıdır.”
Yavuz ise şu mânidar cevabı verir:
“–Ya bunca zamandan beri bizi kiminle bilirdin?”
Daha sonra Yavuz, nediminden kendisine bir Yâsîn-i şerif okumasını talep eder ve son nefesini huzur içinde verir.
Sıradan insanından kadı ve hükümdarına, bu zirve insanları kim yetiştirdi? Bu mükemmel şahsiyetler, hangi mektebin mezunudur?
MÜSTESNÂ TALEBELER
Bir sahabî, rastladığı yüzü nurlu bir çobana, sırf onun sadâkatini imtihan kasdıyla; «Kim görecek ki!» diyerek kul hakkına muhâlif bir teklifte bulundu. Mahsustan yapılan bu teklif karşısında o basîretli çoban, Allah korkusuyla titredi, parmağını semâya kaldırdı ve dedi ki:
“‒Allah görmüyor mu? Bir düşün; Allah nerede?”
Yine bir hizmetkâr ki, günlük yegâne yiyeceğini aç bir köpeğe verdi ve niye böyle yaptığını soran kişiye dedi ki:
“‒Onu da beni de yaratan, aynı Allah! O burada garip. Belli ki uzaktan gelmiş. Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.”
Düşünelim:
Bu kimseler hangi fakültede tahsil yaptı. Hangi mastır yahut doktora programından mezun oldu?
Elbette asr-ı saâdet dergâhında tahsil gördü.
Onlar, Allah Rasûlü’ne muhabbet ve O’nunla kalben beraberlik tahsiliyle bu kıvâmı kazandılar.
Gururu, bencilliği, cimriliği ve cehâleti ayaklarının altına alıp, tevâzuyu, fedâkârlığı ve cömertliği tâc ettiler.
İşte asıl tahsil...
Kendimizi Sevbân -radıyallâhu anh- ve bu büyük peygamber âşıkları ile mukayese ettiğimiz zaman, acaba bu sevginin neresindeyiz? Âhirette O’ndan ayrı düşmek korkusu bizi ne kadar endişelendiriyor?
Bugün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyabilirsek, yarın mahşerde O da bizi tanır. Havz kenarında bizi kabul eder. Gönlümüz O’nu görecek kıvamda olursa, O da bize nazar kılar.O’nu duyar ve dinlersek, O da bizi ihsanlarıyla âbâd eder.
Kısacası, biz O’na tâbî olalım ki, O da bize;
“...Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun!..” (el-Bakara, 143) buyurulduğu üzere, şahit ve şefaatçi olsun.
Dünyaya Efendimiz’den tahsil görmeye geldik. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk emri;
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ ى خَلَقَ
«Yaratan Rabbinin adıyla oku!» (el-Alak, 1) fermanı olmuştur.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bu ilâhî emre muhatap olduğunda, Hira Mağarası’nda tefekkür ve tezekkür için inzivâ hâlindeydi. Yani peygamberlik öncesinde, câhiliyye zulüm ve zulümâtı içinde bîzâr olan kalb-i Muhammedî; yanına az bir azık alarak uzlete çekiliyor, Kâbe’yi seyrederek uzun ve derin tefekkürlerle ferahlıyordu.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emriyle ilk vazife, tefekkür olarak beyan buyurulmuş oldu. Çünkü tefekkür; îmâna, ibâdete, ahlâka ve her şeye vesile...
TEFEKKÜR, ÎMÂN ANAHTARI
Tefekkürümüz için üç yardımcı var:
Mü’min; birbirini tefsir ve şerh eden üç ayrı hârika tecellîden istifâde eder:
- İnsanın kendi mâhiyeti, özü, cevheri...
- Kelâmullah, Kur’ân-ı Kerim âyetleri...
- Bir kâinat kitabı olan cihan dershânesi...
İnsanoğluna akıl, bu ilâhî sır ve hikmetleri temâşâ ve tefekkür edebilmesi için verilmiştir.
Esasında bütün âlem, esmâ terkiplerinin tecellîlerinden ibarettir. Bu mânâda cihan, onu ayna yapacak olan kimyevî terkibi / sırrı çekilmemiş bir cam levha hâlindedir. O levhaya ayna vasfı kazandıracak bir ilâhî terkib / «sır» olarak yaratılan insan onu tamamlar ve tefekkür nazarıyla bakıldığında âlem, insana bir endam aynası olur. İnsan, onda kendinin hiçliğini ve yaratılış cevherini görür ve bilir. Bu tefekkürle;
“Nefsini bilen, Rabbini bilir.”
Hazret-i Âdem’e Cenâb-ı Hak «bütün esmâ»yı öğretmiştir. İnsanoğlu, Rabbinin kendisine lutfettiği bu ilim ve husûsiyetlerle; yeryüzünde Hakk’ın şahidi olacak, kâinat kitabının ve Kur’ân-ı Hakîm’in rehberliğinde, kendi özündeki sırları ve hikmetleri okuma gayretinde olacaktır. Bu gayret ona, «mârifetullâh»a mesafe kat ettirecektir.
KELİMELERDEN OLUŞAN CİHAN: KUR’ÂN
Kâinat, Kur’ân-ı Kerim mûcizesinin bir nevî mufassal tefsîri demektir. Yani Kur’ân-ı Kerim, kelimelerden oluşan bir cihan; kâinat ise kelimeleri olmayan bir Kur’ân’dır.
Kur’ân-ı Kerim, Son Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıyâmete kadar bâkî mûcizesidir. Önceki semâvî kitaplar, tahrife uğramışken, Kur’ân ilâhî sıyânet ile muhafaza edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim; muhteşem ilâhî diksiyonuyla, nazmındaki müstesnâ letâfet ve azametiyle, mânâlarındaki uçsuz bucaksız derinlik ve zenginlikle, mükemmel belâgat ve fesâhatiyle, muhtevâsındaki insan ve toplumun ferdî, ailevî, içtimâî, iktisâdî ve siyasî bütün dertlerine şifâ ve derman oluşuyla, gaybdan verdiği haberlerle ve kıyâmete kadar insanoğlunun emekleye emekleye bulduğu kevnî ve ilmî hakikatleri asırlar önce ifade etmesiyle mûcizeler mûcizesi bir hârikadır.
Kâinat ve hâdisâtın kalp aynasında temâşâsında da aynı idrak ve şuur farkı görülür. Çünkü kalp aynasının günah ve haram paslarından ne derecede arınmış; îman, takvâ ve ihlâs cilâlarıyla ne kadar mücellâ hâle gelmiş olduğu; elbette ki, ondaki tecellîlere aksedecektir.
Mü’min; Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini de kalbinin takvâsı nisbetinde tefekkür edebilir. Aynı rahle başına oturan müteaddit şahıslardan her biri, Kur’ân’ın mânâ ummânından farklı derecelerde istifâde edebilir.
Ancak kalbinde kilit olanlar Kur’ân’dan istifâde edemezler. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا
“Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)
Kur’ân-ı Kerim; dâimâ insanı tefekküre, akletmeye, ilâhî azameti ve âkıbeti düşünmeye davet eder:
AKLETMEZ MİSİNİZ?
اَفَلَا تَعْقِلُونَ “Akletmez misiniz?”
اَفَلَا تَذَكَّرُونَ “Düşünüp ibret almaz mısınız?”
اَفَلَا تُبْصِرُونَ “Görmez misiniz?”
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ “Tefekkür etmez misiniz?”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Kur’ân-ı Kerîm’i vakar ile, tane tane ve derin bir hassâsiyet içinde okurdu. Âyet-i kerîmelerin mânâları üzerinde tefekkür eder ve emirlerini derhâl hayatına tatbik ederdi. Allâh’ı tesbîh etmekten bahseden âyetlere gelince; «Sübhânallah!» gibi tesbih ifadeleriyle Allâh’ı noksanlıklardan tenzih ederdi. Duâ âyetleri gelince onlarla Allâh’a münâcatta bulunurdu. Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktan bahseden âyetleri okuyunca, hemen Allâh’a sığınırdı.
Bazen bir âyet-i kerîmeye öylesine teksîf olurdu ki; sabaha kadar o âyet ile tefekkür ve niyaz hâlinde bulunurdu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, baktığı her şeyden bir ibret çıkarıp hamd ve şükür ile Rabbine yönelirdi. Bizler de;
Gördüğümüz her şeyde ilâhî azameti seyrederek his ve fikir dünyamızın mânevî gıdâsını almaya gayret etmeliyiz. Müslüman; Güneş’e, Ay’a, atmosfere, kendi yaratılışına, ecdâdına, evlâdına, velhâsıl nereye bakarsa baksın, bunlar vesilesiyle ikrâm edilen ilâhî mesajları kalp gözüyle okumalıdır.
Bir mü’min; nereden ve nasıl geldiğini, nasıl hayat sürebildiğini, çehre ve sûretini kimin verdiğini, ömrünü kimin tayin ettiğini, hayat ve kâinâtın hikmetsiz olmadığını, kendisinin başıboş bırakılmadığını düşünüp doğum ile ölüm arasındaki akışın nereye olduğunu idrâk ile dâimâ ilâhî kudret ve azametin farkında olmalıdır. Cenâb-ı Hak, mü’minlerin tefekkürünü şöyle tasvir buyurur:
“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerindeyken (dâimâ) Allâh’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler):
«Rabbimiz! Sen bu (âlemi) boşuna yaratmadın, Sen’i tesbîh ederiz, bizi cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)
Tefekkür; nimeti düşündürür, hesabı hatırlatır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ
“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)
Bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda çok fakir, muhtaç bir sahâbî ayağa kalkarak;
“‒(Yâ Rasûlâllah!) Benim üzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise hulâsaten;
“–Gölge, iki nalin ve soğuk su.” cevabını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)
Efendimiz’in bu cevabındaki anahtarla tefekkür edelim:
Ağaçlar bizim için yaratıldı. Hem gölgeleniyoruz, hem meyvelerini ve yemişlerini yiyoruz. Gövdesinden ahşap eşyalar yapıyoruz. Ağaçlar havayı temizliyor. Hem de bize huzur veren yeşiliyle ve mevsiminde çiçekleriyle çok güzel bir manzara sergiliyor. Bir düşünelim; ağaçlar olmasaydı, bu dünya ne kadar kurak, çorak ve huzurdan mahrum olurdu!
Diğer mahlûkat istese de bir ayakkabı giyemez. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği istîdatla, bize musahhar kıldığı mahlûkātın derileri gibi malzemelerle biz ihtiyaca göre çeşit çeşit ayakkabılar imal edip giyebiliyoruz. Sıcaktan, soğuktan, taştan, dikenden ve kirden muhafaza oluyoruz. Şükredebiliyor muyuz?
Yağmur bir deniz suyu gibi tuzlu yağsaydı yahut bol sodalı olsaydı, asitli veya kirli yağsaydı hâlimiz ne olurdu!
Vâkıa Sûresi’nde buyurulur:
“Dileseydik (yağmuru) tuzlu kılardık. Şükretmez misiniz? (Bir düşün!)” (el-Vâkıa, 70)
En basit nimetlerden başlayarak, üzerimizdeki sonsuz nimetleri tefekkür etmeliyiz.
Nimetler Hak yolunda hamd ve şükür îfâsıyla değerlendirilirse onların hesabını vermek o kadar rahat hâle gelir.
O hâlde kâinâtı, bütün nimetleriyle tefekkür etmeliyiz.
MEKTEB-İ ÂLEM
Zerreden kürreye her şey ilâhî azamet tecellîsi. Her şey kudret akışları...
Ziya Paşa ne güzel söylemiştir:
Bin ders-i maârif okunur her varakında,
Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem!
“Bu kâinat kitabının her bir yaprağında mârifet ilminin binlerce dersi okunur.
Yâ Rabbî! Şu âlem, tefekkür deryâsına dalarak ibretler almak için ne güzel bir mekteptir.”
Âlimler, kâinat yaratıldığından beri 13 milyar yıl geçtiğini tahmin etmektedirler. İnsanın varlığı, bu muazzam zaman diliminin ancak son demlerine tesadüf eder. Cenâb-ı Hak da bu hakikati tefekkür etmemizi ister. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)
İnsanın ismi de cismi de yoktu. Fakat Cenâb-ı Hak bu cihanı insana hazırladı. İnsan için zengin bir tefekkür malzemesi olması için, husûsiyle ilâhî sanat bu küçük gezegende galeyâna geldi. Bunları tefekkür eden kişi anlar ki, Cenâb-ı Hak ne kadar muazzam bir tefekkür zenginliği ihsan etmiş.
İnsanın, bu zenginliğin sebebini tefekkür ettiğinde bir kere daha şükretmesi gerekir. Zira insanı felâha kavuşturacak îman ve ibâdete anahtar olan tefekkür nimeti için bin bir fırsat ve vesileyi halk etmesi, Allâh’ın kullarına en büyük yardımlarından biridir.
TEFEKKÜRDE DE REHBERİMİZ
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Beyhakî, Şuab, IV, 157)
Bazen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının suallerine, onları tefekkür ettirerek cevap verirdi. Ebû Rezin -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir gün;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkātı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Sen, hiç kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular.
Ben;
“–Elbette!” deyince;
“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)
Cenâb-ı Hak; bizleri de Kur’ân-ı Kerîm’i tezekkür ile tilâvet edebilenlerden, kâinâtı tefekkür ile temâşâ edebilenlerden eylesin.
Kalplerimizin tefekkür ve tehassüsüne, Allah Rasûlü’nün rûhânî dokusundan nasipler lutfeylesin. Âmîn!..
Dipnot: Peygamberimiz’in üzerinde hutbe okuduğu bir hurma kütüğü vardı. İhtiyaç görülüp minber yapılınca, bu hurma direği, firâkından dolayı deve inleyişine benzeyen bir sesle inleyip ağladı. Peygamberimiz de yanına vararak okşadı ve bu kütük sükûnet buldu. (Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6/3627) Hannâne «inleyen» demektir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, O'nun Muhteşem Ahlakı, Yüzakı Yayıncılık