Tekbir Getireni Tekfir Etmek(!)
Bir kimsenin imanını, dolayısıyla da ahiretini kurtarmak en büyük başarı ve kazançtır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Hayber Savaşı esnasında Hz. Ali’ye: “Allah’a yemin ederim ki; senin vasıtanla bir kişinin hidayete ermesi senin için kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır” buyurmuştur. (Buhari, Cihad, Hadis no: 2942) Başka bir rivayette “dünya ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır” denmiştir.
Aslolan insanları İslam’a kazanmak, yani gavuru Müslüman yapmaktır. Din kardeşe sahip olmak öz kardeşe sahip olmaktan daha değerlidir. Zira öz kardeş mümin olmayabilir. O takdirde kardeşliğin de bir anlamı kalmaz. Hem din hem de nesep kardeşliği ise elbette daha güzeldir. Müslümanın görevi önce kendisinin örnek bir mü’min olması, sonra da başkalarının hidayeti için gayret göstermesidir.
Aralarında dostluk, sevgi ve hoşgörünün hakim olması gereken Müslümanlar maalesef birbirlerini dışlamak, dost kazanmak yerine düşman çoğaltmak yarışına girmektedirler. Başka bir ifadeyle “gavuru Müslüman yapma yerine Müslümanı gavur yapma” gayretini sergilemektedirler.
TEKFİR ETME HASTALIĞI
Haricilerle başlayan tekfir hastalığı günümüzde de nüksetmiş Tekfirci selefilik gündeme gelmiştir.
Tekfir; başkasına küfür nispet etmek, Müslümanın kafir olduğunu söylemektir. Halbuki Müslüman olduğunu söyleyen söz ve davranışlarında açıkça küfrü çağrıştıracak bir işaret olmayan kimseye kâfir demek son derece ağır bir vebaldir. Nefret, cehalet ve menfaat sebebiyle Müslümanı küfür ve şirkle itham etmek birlik ve kardeşlik ortamını dinamitlemektir. Böyle bir tavır düşmanları yâr, dostları ağyar konumuna getirmektir. Sevdiğini Allah için sevmek, yerdiğini de Allah için yermek Müslümanın şiarıdır.
Ehl-i Sünnete göre büyük günah işlese de ehl-i kıble tekfir edilemez. Müslümanı kafir görme yanılgısı, kafiri Müslüman görme yanılgısından daha ağırdır. Bir kimsenin kafir olma ihtimali doksan dokuz, mü’min olma ihtimali bir olsa onu Müslüman saymak daha ihtiyatlı bir tutumdur. Aksi halde o kimse ebedi bir mahrumiyete maruz bırakılmış olur.
"BİR MÜ'MİNİ LANETLEYEN ONU ÖLDÜRMÜŞ GİBİDİR"
Müslümanı lanetlemenin, onu tekfir etmenin ne derece büyük bir suç olduğunu Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle ifade buyurdular: “Bir mü’mini lanetleyen onu öldürmüş gibidir, bir mü’mini küfürle itham eden onu katletmiş gibidir.” (Buhari, Edeb, 44) “Bir kimse bir kimseyi fâsıklık ve kâfirlikle suçlamasın. Suçladığı kimseler fâsık ve kâfir değilse bu sıfatlar kendisine döner.” (Buhari, Edeb, 44)
İmanın esası kalben tasdiktir, dil ile ikrar Müslüman muamelesi görmesi içindir. İnsanların kalbini ve niyetini okumak mümkün olmadığına göre kişinin beyanı esas alınır. Biz zahire göre hükmederiz, herkesin iç yüzünü Mevlâ bilir. Şüphelendiğimiz kimseleri suçlamak yerine araya mesafe koyarız. Bu mesafe onu büsbütün uzaklaştırıcı olmak şeklinde değil, sırlarımıza vakıf kılmamak şeklinde olmalıdır.
İnsanları değerlendirirken sevgi, nefret ve menfaat gibi sübjektif kriterleri değil, objektif ölçüleri esas almalıyız. Çünkü sevgi, nefret ve menfaat duygusu insanı kör ve sağır yapar. Hükümde maddi delillere itibar edilir.
Gelişi güzel tekfirin ve buna bağlı sonuçların ne büyük facialara yol açtığını çarpıcı bir misalle açıklayalım.
Fedek halkından Midras b. Melik, yalnız başına Müslüman olmuştu. O toplumun içinde ondan başka Müslüman yoktu. Hz. Peygamberin, Galib b. Fudâle komutasındaki bir müfrezesi bunların üzerine gitmişti. Herkes kaçtı, Müslümanlığına güvenerek yalnız Midras kaçmadı. Süvarileri görünce koyunlarını dağın bir dolanbacına sürdü. Süvariler ona ulaştıklarında tekbir getirdiler. O da tekbir alıp yaklaştı ve kelime-i şehadeti söyledi. Fakat Üsame b. Zeyd Midras’ı öldürüp hayvanlarını alıp götürdü. Durumu Hz. Peygambere haber verdirdi. Bunun üzerine Rasûlullah çok üzüldü ve Üsame’yi şiddetle azarladı ve: “Siz onu mallarına göz dikerek öldürdünüz” buyurdu. Sonra Üsame’ye şu ayeti okudu: “Ey iman edenler! Allah yolunda cihada çıktığınızda mü’mini kafirden ayırmak için iyice araştırın. Size selam verene, dünya hayatının menfaatini gözeterek “sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında çok ganimetler var. İslam’a ilk önce girdiğiniz zaman sizde böyle idiniz. Allah size lütufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarımızdan haberdardır.” (Nisa, 94)
ZANDAN ÇOKÇA SAKININ
Bunun üzerine Üsame: “Ya Rasûlallah! Benim için mağfiret dile” diye ricada bulundu. Rasûlullah ise: “O lâ ilahe illallah demişken nasıl olur da onu öldürürsünüz?” buyurdu. Üsame dedi ki: Rasûlullah bu sözü sürekli tekrar etti. Ben ise; keşke daha önce Müslüman olmak yerine bugün Müslüman olsaydım diye temenni ettim. Sonra Rasûlullah hakkında mağfiret diledi ve bir köle azad etmemi emretti (Elmalı Hak Dini, 3/53-54) Üsame’nin olaydan sonra Müslüman olma temennisi, cinayeti Müslüman kimliğiyle işlememiş olma temennisidir. Çünkü İslam, önceki günahları silmektedir.
Hadisin bazı vecihlerinde Rasûlullah, Üsame’yi “Bâri karnını yarsaydın da bu sözü (lâ ilahe illallah’ı) samimi mi olarak söyledi öğrenseydin ya!” diyerek paylamıştır. “Karnını yarsaydın” ifadesi son derece anlamlıdır. Zira kişinin iç yüzünü, gerçek niyetini bilmek mümkün değildir. Zan ve tahmine dayalı hareketler yanlışlıklara, haksızlıklara sebep olur. “Ey iman edenler! Zandan çokça sakının, zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.” (Hucurat, 12) “Onlar sadece zanna tabi oluyorlar. Zan ise gerçekten hiç bir şey ifade etmez.” (Necm, 28)
"BEN MÜSLÜMANIM" DİYENE DOKUNULMAZ
Hz. Peygamberin tekfir konusundaki hassasiyetine dair pek çok deliller vardır. Mesela Furat b. Hayyan olayı bunlardan biridir. Bu zat Ebû Süfyan’ın casusu idi. Rasûlullah onun öldürülmesini emretmişti. Ensar’dan, müteşekkil bir guruba uğramış ve “Ben Müslümanım” demişti. Bunun üzerine Rasûlullah onun ikrarını esas almış ve öldürmekten vazgeçmiştir. (Ebu Davud, Cihad 109)
Bu hususta diğer bir çarpıcı olayda şudur: Mikdat b. Esved anlatıyor: Rasûlullah’a dedim ki; Ya Rasûlallah! Ben kâfirlerden birisine rastlasam ve aramızda savaş çıksa, kılıcıyla elinin birisini kesip atsa ve sonra da benden korunmak için bir ağaca sığınırsa ve “Allah için Müslüman oldum dese, bu durumda ben onu öldürebilir miyim?” Rasûlullah: “Sakın onu öldürme” buyurdu. Ben ise ısrar ettim. Yâ Rasûlallah o adam benim elimi kesti, sonrada Müslüman olduğunu söyledi, dedim. Efendimizi ise: “Hayır sakın öldürme, eğer öldürürsen o, senin kendisini öldürmezden önceki konumunda, sende onun Müslüman oldum demesinden önceki konumunda olursun” buyurdu. (Buhari, Diyât 1, Müslim, İman 155) Bu hadisin yorumuyla ilgili pek çok şey söylenmiştir. Özet olarak şöyle denilebilir: Müslümanlarla savaşan bir muharibin kanı mubahtır. Müslüman olduğunu söylerse kendisine dokunulmaz. Bu halde onu bir Müslüman öldürürse kısas olarak o da öldürülür. Yani öldürülme konusunda ikisi de eşit hale gelmiş olurlar. Haricilerin dediği gibi; adam öldürüp büyük günah işleyen kâfir olur denmez. Hadis; Müslümanım diyen kimsenin öldürülmesinin haramlığını ifade etmektedir.
İLK TEKFİR HAREKETİ
İlk tekfir hareketi haricilerle başlamıştır. Sıffin savaşında. İsyancılarla savaşılmasını emreden ilahi hükmü terk edip ihtilafı çözmek için hakeme baş vurulmasına rıza gösterdikleri için Hz. Ali ile Muaviye ve bunu onaylayan ashabı kâfir saymışlardır. Halbuki Hz. Ali Sıffin ve Cemel vakalarında kendine karşı savaşanları kâfir saymamış, onlar için “İsyan eden kardeşlerimiz” ifadesini kullanmıştır.
Bir kimsenin kâfir sayılması için; Allah’tan vahiy yoluyla gelip Hz. Peygamberin tebliğ ettiği kesinlik kazanan dini bir esası inkâr etmesi gerekir. İster inanca ister davranışa ilişkin olsun, zarurat-ı diniyye içinde yer alan bir esası inkâr eden kâfir sayılır. Alimler arasındaki ihtilaflı meseleler küfre konu teşkil etmez. Ehl-i kıble tekfir edilmez. Küfrü açık ve net şekilde ifade etmeyen söz ve davranışlar sebebiyle Müslümana küfür nispet etmek son derece yanlış ve tehlikelidir.
TEKFİR NEDEN KAYNAKLANIYOR?
Tekfir problemi dini bilgi eksikliği yanında ayrıca siyasi baskı, şiddet ve işkencelerden kaynaklanmaktadır. Güçsüz ve çaresizlik içinde zulme maruz kalan Müslümanlar ve özellikle gençler öfkeye dayalı olarak karşılarında olanları tekfir etmekte, bir bakıma bunu psikolojik bir tatmin, bir deşarj aracı görmektedirler. Zulüm ve baskı hiçbir şekilde hoş görülemez, fakat zulüm ve baskıya karşı direnme ve mücadelenin yolu öfkeye dayalı itham ve kelime savaşı değil, mâkuliyet ve meşruiyet içinde kalarak uzun vadede de olsa netice alıcı ve kalıcı tedbir almak, maddi ve manevi güce kavuşmaktır.
Her konuda olduğu gibi tekfir konusunda da izlenecek en doğru yol Hz. Peygamberin yoludur. O, münafıklarla iç içe yaşadığı, niyetlerini bildiği, pek çok ihanetlerine şahit olduğu halde suçlama yoluna gitmemiş, toplumu ayrıştırıcı, bütünlüğü sarsıcı bir tavır takınmamış, bilakis toparlayıcı ve kaynaştırıcı bir tutum sergilemiştir.
Zalim ve sömürgeci emperyalistler tarafından kuşatılan, maddi kaynakları talan edilen, kendilerine karşı güç birliği yapmamaları için düşmanlarınca her türlü entrikaya maruz kalan Müslümanlar, birbirlerini suçlayarak iç çekişmeler, güç kaybına fırsat vermemeli, düşmanları sevindirecek tavırlardan uzak durmalı, bunca düşman varken kendi içlerinden yeni düşmanlar üretmemeli, Kur’an ifadesiyle “kendi aralarında merhametli kâfirlere karşı metanetli” bir tavır sergilemelidirler. Bugünkü haliyle: Kendilerini tahrip başkalarını tamir, düşmana olan öfkeyi dosttan çıkarma hali tam bir cinnet halidir.
Mevla bizleri dostu dost, düşmanı düşman bilenlerden eylesin. Amin.
Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, 366. Sayı, Ağustos 2016