Teslîmiyet Allâh’ı Râzı Eder
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde, tevekkül ve teslimiyetin ehemmiyetinden bahsediyor.
Habîb-i Neccar, Yâsînʼin ikinci sayfasında. Nasıl tevhidi korumak için taşlanmaya râzı oldu? Onu bildiriyor. Hattâ dünyaya âit perdeler kapanıyor, öbür tarafa perdeler açılıyor. Kavmine, kendini taşlayanlara acıyor. Keşke diyor, kavmim, Rabbimin bana olan ikrâmını, ihsânını bilseydi diyor. Faziletin zirvesi…
Ashâb-ı Uhdûdʼu bildiriyor Cenâb-ı Hak. Nasıl îmânını kurtarmak için hendeklere atılıp yanmaya râzı olanlar…
Demek ki öyle bir îtikad isteniyor ki, bir îman; bu îmandan bir tâviz olmayacak.
İbadet isteniyor. Bu ibadetler, beden ve kalp âhengi içinde olacak. Sırf bir geometrik şekil olarak olmayacak. Rûhâniyet verecek. Îmânı güçlendirecek. Fedakârlığı güçlendirecek. Arkadan güzel hasletler gelecek. Cömertlik, tevâzû, infak vs. Güzel hasletler gelecek. Böyle bir bizden muâmelât isteniyor.
Peygamberler, üç vazifeyle geliyorlar:
Birinci vazifesi peygamberlerin; Allâhʼın dînini tebliğ etmek. Bir kavmin içinde, sâlihlerden Cenâb-ı Hak bir peygamber tayin ediyor. Peygamber, topluma geliyor. Toplum diyor ki ona:
“‒Sen peygamber olduğunu söylüyorsun, Allahʼtan emir aldığını; (o hâlde) bize hârikulâde bir şey göster!”
Peygamber de mucize gösteriyor, gelen peygamber. Îmân edenler ona tâbî oluyorlar. Peygamberlerin de onlara karşı vazifeleri olmuş oluyor.
Birinci vazifesi, Allâhʼın âyetlerini tebliğ etmek oluyor.
İkinci vazifesi peygamberlerin; وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164]) Onların iç âlemlerini temizleme oluyor. Yani nefsânî arzulardan kurtulacak, rûhânî istidatlar inkişâf edecek. Yani “لَا اِلٰهَ” oluyor başta. O ilâhlar, yani nefsânî arzuların putperestliğinden insan kurtulacak. Kibirdi, gururdu vs. enâniyetti, hasislikti, israftı vs. Bunlardan kalp kurtulacak.
وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164])
لَا اِلٰهَ … Tevhid, Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden kendini korumakla başlıyor.
اِلَّالله… Güzel vasıflar, Cenâb-ı Hakkʼın cemâlî sıfatları o kalpte tecellî edecek. Merhamet, şefkat, cömertlik, ibadette huşû vs.
Üçüncü olarak “ اَلتَّجَلِّي ” Kur'ân-ı Kerîmʼi, Kitap ve hikmeti telâkkî ettirecek. Kur'ânʼla bir derinlik başlayacak. Kur'ânʼla yaşayacak. Allâhʼın emri nedir bu âyette, diyecek. Benim hâlim bu âyetteki duruma ne kadar benziyorum, diyecek. Ashâb-ı kiram, Rasûlullah Efendimiz, bu âyeti nasıl yaşadı, diyecek. Kendisini bir mîzân edecek. Kur'ânʼla derinleşecek ve kalpte “hikmet” tecellî edecek. Yani eşyanın, hâdisâtın, vukuâtın hikmet tarafı, sırrî tarafı o kalpte tecellî edecek. O insan, mükemmel bir insan olacak. Ve muhteşem olan Cennetʼe lâyık hâle gelecek.
Cenâb-ı Hak neyle bizi dâvet ediyor?
يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Rafine olmuş bir kalp istiyor Cenâb-ı Hak bizden. Tasfiye olmuş, tezkiye olmuş…
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا (“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])
Tertemiz bir kalp istiyor. Cenâb-ı Hakʼla beraber olmuş…
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Yine nasıl bir kalp var?
Âyet-i kerîmede:
“Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
O zikrin neticesinde;
“Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen Sübhanʼsın derler. Boşuna yaratmadın gökleri, yeri ve arasındakileri. Bizi Cehennem azâbından koru derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Bu modelde, Cenâb-ı Hak bir kalp istiyor. Bu kalple Cennetʼe dâvet ediyor.
Yine diğer bir, Enfâl Sûresiʼnde:
وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ : (“…Kalpleri titrer…” [el-Enfâl, 2]) Vesâire…
“…Allah anıldığı zaman, وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor. Demek ki kalbimizi bu duruma getirebilmek…
Nasıl bir sporcu, girdiği spor için vücudunu o tarafta güçlendirir, bir müʼmin de kalbî hayatını güçlendirecek. Öyle bir kalp güçlü hâle gelecek ki, وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ; Allah anıldığı zaman kalbi titreyecek.
“…Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artacak…” (el-Enfâl, 2) Değişen şartlar altında tevekkül ve teslîmiyet hâlinde olacak.
Namazlarını ikâme edecek. Kalp ve beden âhengi içinde kılacaklar.
Beşincisi; Allâhʼın verdiği nîmetleri Allah yolunda infak edecekler.
Cenâb-ı Hak böyle bir kalp, bizden istiyor. Bu; kalb-i selîm… Rafine olmuş… Buna benzer âyetler de çok…
Kalb-i münîb arzu ediyor. Hayır ve şer o kalpte netleşmiş. O kalp şerden uzak, dâimâ hayra gidiyor. Nasıl ateşten kaçar insan, ateşten kaçtığı gibi Allahʼtan uzaklaştıran bütün kerahatlerden kaçıyor.
Nefs-i mutmainne istiyor Cenâb-ı Hak. Allah ne verdi; akıl, fikir, zekâ, beden gücü, mal gücü, evlât gücü, hepsini Allah yoluna istikametlendiriyor.
“Ey itmiʼnâna ermiş nefis!” (el-Fecr, 27) buyruluyor. Onun bir vasfını bildiriyor. Râdıye; sen Allahʼtan râzı… Üf, neden, niçin yok. Bu, Cenâb-ı Hak böyle takdir etti, beni yaratan O, benim için hayırdır…
Bu teslîmiyetle, merdıyye; Allah da ondan râzı olacak.
“Cennetʼime gir.” (el-Fecr, 30) buyuruyor. Bir cennet vizesi olmuş oluyor.
Rabbimiz cümlemize -inşâallah- kalb-i selîmi Cenâb-ı Hak ihsan eylesin, ikram eylesin -inşâallah-.
Müʼminûn Sûresiʼnden okundu. Firdevs Cennetleriʼne kadar. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu âyet indiği zaman, bu on âyet;
“Bana on âyet indirildi. Kim bu âyetler muhtevâsında yaşarsa, دَخَلَ الْجَنَّة : Cennetʼe girer.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 23:1)
Demek ki kendimizi bir mîzân etmemiz lâzım. Biz ne kadar bu on âyetin içindeyiz?
Cenâb-ı Hak:
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ “Müʼminler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1) buyuruyor. “Îmân edenler kurtuldu.” (el-Mü’minûn, 1) buyuruyor.
Nereden kurtuldu? Cehennemʼden kurtuldu.
40 yerde böyle geçiyor. اَفْلَحَ geçiyor, مُفْلِحُون geçiyor, تُفْلِحُون geçiyor. Demek ki Cenâb-ı Hak bizim bir kurtuluşumuzu arzu ediyor. Bu nasıl bir kurtuluş?
99 yerde Kur'ân-ı Kerîmʼde “namaz” geçiyor. Demek ki namaz çok mühim. Cenâb-ı Hakʼla bir mülâkat olmuş oluyor. Hattâ Hasan Harakānî Hazretleri var. Buyuruyor ki:
“Allah sizleri dünyaya tertemiz getirdi. Siz de Oʼnun huzuruna kirli olarak gitmeyin.” buyuruyor.
Namaz, bir temizlenme. İlâhî huzurda bulunuyoruz.
Oruç, ayrı bir temizlenme. Bir riyâzat hâli. 13 yerde geçiyor.
Zekât 32 yerde geçiyor. Yine sadaka, Allah için verebilme 21 yerde, infak 72 yerde, yani (toplam) 125 yerde Cenâb-ı Hak istiyor; kul, veren el olacak. Cömert olacak. Sırf zekât değil. Sadaka geçiyor, infak geçiyor. Hattâ infakta, “bollukta ve darlıkta verirler” (Âl-i İmrân, 134) buyruluyor. Bir fedakârlık isteniyor.
Yine Cenâb-ı Hak bize 194 yerde “ihsan” geçiyor. Yani ilâhî kameranın altında olduğumuzu idrak hâlinde yaşayabilmek. Her hâlimiz, ilâhî kameraya alınıyor. Kıyâmet günü:
“Kitabını oku! Bugün (hesap sorucu olarak) nefsin sana kâfidir.” (el-İsrâ, 14) denilecek.
Yine âyet-i kerîmede, Fussilet Sûresiʼnde; “gözler konuşacak”, gözler dil olacak. Bu gözler neler gördü? Allah bu gözü niye yarattı, sen bu gözü nerede kullandın?
“Kulaklar konuşacak” buyruluyor. Allah bu kulakları niye yarattı, sen nerede kullandın? Ne kadar hayır, ne kadar şer? Beden dil olarak gelecek.
Deriler dil olacak. “Deriler konuşacak.” Cenâb-ı Hak bize gücü-kuvveti niye verdi? Biz nerede kullandık?
Velhâsıl, “Kitabını oku!” Kıyâmet ekranında kendi hayatımızı göreceğiz.
194 yerde, işte “ihsan”, “muhsin” geçiyor. İnsan ikram sahibi olacak. “اَحْسِنُوا” her ameli en güzel olacak. Kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak. Yani kalp, bu seviyeye gelecek. Bu duyuş, bu derinlik hâlinde olacak kalp.
137 yerde tefekkür geçiyor. Kendinle tefekkürü Cenâb-ı Hak bildiriyor. İşte bu okunan âyetlerin sonunda; bir nutfeden nasıl dünyaya geldik? İçimizdeki bu cihazlar, bu fakülteler nasıl meydana geldi? Nasıl birbirine şey olarak bir ekolojik denge içinde çalışıyor.
“Kaldır başını semâya bak.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Mülk, 3-4) Semâ ile tefekküre dâvet ediyor.
Toprakla tefekküre dâvet ediyor. Topraktan çıkanlarla tefekküre davet ediyor.
Hayatla tefekküre davet ediyor.
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ
(“Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])
Biz baştan güç-kuvvet veririz, buyuruyor. Sonra:
نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ
Güç-kuvveti tersine çeviririz buyuruyor.
اَفَلَا يَعْقِلُونَ
İnsan akıl erdirmez mi? Yolculuk nereye buyruluyor.
Velhâsıl, Cenâb-ı Hak 137 yerde muhtelif şekilde bizi tefekküre davet ediyor. Kıyâmetle tefekküre davet ediyor:
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ
(“Kıyamet gününe yemin ederim.” [el-Kıyâme, 1])
وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
(“Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim.” [el-Kıyâme, 2])
Tutarsız bir nefisten, dengesiz bir nefisten kurtulmamızı istiyor.
“Hesaba çekileceksiniz.” buyuruyor.
“Ey îmân edenler!” 80 küsur yerde geçiyor. Îmân edenlere Cenâb-ı Hak tâlimat veriyor. Bunların en mühimi de:
“…Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun. Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
254 yerde “takvâ” geçiyor.
Hazret-i Ömer soruyor:
“–Übey (bin Kâ‘b)!” diyor. “Bana takvâyı müşahhas olarak bir îzah etsene.” diyor. O da:
“–Ömer! Sen dikenli yolda gezdin mi?” diyor.
“–Gezdim.” diyor.
“–Ne yaptın?” diyor.
“–Dikenlerin şerrinden kendimi korudum.”
“–İşte takvâ budur.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 42)
Allahʼtan uzaklaştıracak bütün kerahetlerden kaçacaksın, diyor. Bu şekilde rûhânî hayatın inkişâf edecek.
Dâimâ, kardeşler, tefekkür edeceğiz. Cenâb-ı Hak görüyor mutlakâ. O, zamandan-mekândan münezzeh. Her an bütün yarattıklarının yanında. Müteâl O. İdrak ötesi gücü.
Düşüneceğiz; Rasûlullah Efendimiz yanımızda olsaydı benim bu hâlime; ticaretime, ev hâlime, evlâtları yetiştirmeme Allah Rasûlü tebessüm eder miydi? Yoksa üzülür müydü benim ümmetim böyle diye?
Yine Efendimiz Vedâ Haccıʼnda:
“Aman benim yüzümü kara çıkarmayın kıyamet günü.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Rasûlullah Efendimiz bize en büyük nîmet. Âlemlere rahmet olarak gönderildi. Demek ki bizim de insanlığa bir rahmet olmamız lâzım. Yüreğimizden bir rahmet taşırmamız lâzım. Bir İslâm karakter ve İslâm şahsiyetini tevzî etmemiz lâzım. Dünya bir imtihan. Bunu unutmamamız îcâb ediyor. Zira Cenâb-ı Hak:
“O gün faydalandığınız her şeyden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
Burada şöyle bir hâdise oluyor:
Bu âyet indiği zaman bir kişi geliyor, diyor ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Benim dünyada hiçbir şeyim yok. Bir dikili ağacım bile yok. Bir çadırım bile yok. Hiçbir şeyim yok, diyor.
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“O gün nîmetlerimden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) Ben herhalde, ben rahatım, ben rahat geçeceğim öbür tarafa.” diyor.
Efendimiz diyor ki:
“–Delikanlı!” diyor. “Senin gölgelendiğin bir ağaç var mı?” diyor. “Gölgelendiğin bir ağaç var mı?” diyor.
Bak bu ağacı dünyada Allah senin için yarattı. Allah yaratmayabilirdi. Sen gölgelen diye yarattı. Bunu sen düşünüyor musun? Gölgelendiğin bir ağaç var mı? Bunun şükrünü îfâ ediyor musun? Teşekkür ediyor musun? Yâ Rabbi, bu ağacı yarattın, ben gölgeleniyorum diye…
“İçtiğin su var mı? Tatlı su var mı?” diyor. Cenâb-ı Hak sana acı bir su verebilirdi. Yağmur gökten deniz suyu gibi tuzlu bir su gönderebilirdi diyor.
“Ayağına taktığın bir şey var mı diyor, korunmak için.” diyor. Bak hepsini bunların Allah senin için yarattı diyor. En basiti sen bunlardan sorulacaksın, buyuruyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak “peygamberleri bile hesaba çekeceğiz” buyuruyor âyet-i kerîmede:
“Peygamber gönderdiğimiz toplumları da gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6) buyuruyor. Dehşet bir gün, zor bir gün.
Peygamberlerin hepsi Cennetlik. Hepsi Allâhʼın sâlih kulları. En güzel kulları. Onları da Cenâb-ı Hak tebliğ etmekten (hesaba çekecek)…
Birinci; “Müʼminler kurtuldu.” (el-Müʼminûn, 1) On tane madde sayılıyor. “Kurtuldu.” Demek ki kurtulmak için şerʼ-i şerîfin, Kur'ân ve Sünnetʼin muhtevâsında bir hayatımız olacak. Onun için de:
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 2)
Nasıl namazda abdest vs. tahâret şartsa, huşû da şart. Yani kalp Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak. Kul, kimin huzurunda durduğunun farkında olacak.
Cenâb-ı Hak niye namazı emrediyor? Kendisinin bir ihtiyacı mı var, bizim mi ihtiyacımız var? Cenâb-ı Hakʼla bir mülâkat, beraberlik. “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Kalbin kıblesi Cenâb-ı Hak olacak. Bedenin kıblesi Kâbe olacak, kalbin kıblesi Cenâb-ı Hak olacak. Böyle bir namaz istiyor. Namaz bizim hâlimizi anlatmak… Fâtiha bir duâdır. Cenâb-ı Hakʼtan hidâyet istiyoruz. Güzel bir hayat istiyoruz. Cenâb-ı Hakʼtan yardım istiyoruz. Cenâb-ı Hak da buna mukabil:
اِيَّاكَ نَعْبُدُ istiyor. Bizim hepimizin Allah yolunda olmamızı, güzel bir kulluk yaşamamızı istiyor.
اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ diyoruz. Nîmet verdiklerin. Kimler? Peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlihler... Bunlar gibi olmamızı Cenâb-ı Hak istiyor…
YORUMLAR